Cennete giderken!
İtalyan dilinin kurucu babası Dante Alighieri, bugün artık dünya kültür mirasının en nadide parçalarından birisi olarak kabul edilen “İlahi Komedya” adlı eserinde Cehennem, Araf ve Cennet’i gezerken, kendine iki rehber seçer.
Biri Roma döneminin en büyük şairi Vergilius, öteki de hayali bir genç kız olan Beatrice’dir.
Vergilius şairin ustası, Beatrice de platonik aşkıdır.
Eserin başlangıcında Dante karanlık bir ormandadır. Bilinci bulanık, aklı çelinmek üzeredir.
İşte tam bu umutsuzluk anında belirir Vergilius. Yalnız Cehennemi ve Araf’ın alt katlarını gezerken Vergilus yanındadır; Cennetteki yolculuğunda ise ilham kaynağı aşk rehberlik edecek ona, Beatrice devralır rehberliği Vergilius’tan.
(Dante’nin cennet yolculuğunda ustası yerine sevgilisini kendine rehber almasının nedeni o günden bugüne hep tartışıldı. Yaygın görüş, “Vergilius Hıristiyanlık öncesinde yaşadığı için cennette yeri yok, Dante o yüzden onu cennette götürmedi” diyor. Bence kim ne derse desin, cennette Beatrice gibi bir huriyle gezmek, Vergilius gibi aksi, ihtiyar bir şairle gezmekten daha zevkli olsa gerek!)
*
İlahi Komedya’yı her elime alışımda, Dante ile Vergilius’un ilişkisini, nedendir bilmem, ille de Ahmet Hamdi Tanpınar ile Yahya Kemal Beyatlı’nın ilişkisine benzetirim.
Yıllar önce çıkan “Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa” kitabını okuduğumda bu “koşutluk” aklımı çelmişti, zaman içinde iki büyük yazar hakkında bir yığın şey okuyup derinlemesine ikisinin hayatına bakınca bu fikir bende her geçen biraz daha pekişti.
Yalnız peşinen söyleyeyim; bendeki Dante Ahmet Hamdi, Vergilius da Yahya Kemal’dir.
Yahya Kemal*
Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arasında tam on yedi yaş fark var.
Ahmet Hamdi Darülfünun’da Yahya Kemal’in talebesidir.
Erken yaşlarda edebiyat denilen sağlığa yararlı illetin pençesine düştüğünde; ustası Yahya Kemal, şiirleri dilden dile dolaşan, ünü memleket sınırlarını zorlayan büyük bir şairdi.
Onun dergahına mürit yazılarak yolculuğa çıktığı belli...
Büyük bir ihtimalle Yahya Kemal’den ilhamla şair olarak başlamış işe, ancak zaman içinde “ustasının” bu alanda Nirvana’ya ulaştığına, onun ulaştığı mertebeye herhangi bir faninin ulaşmasının mülkün olmadığına, zaten şiirde yapmak istediklerini ustasının çoktan yaptığına, bundan sonra onun kadar iyi bir şairin bu semte bir daha kolay kolay uğramayacağına kani olduktan sonra şiiri bırakmış, romana yönelmiş, Orhan Pamuk’un deyimiyle “Şiirde aradığını, romanda bulmuş”tur.
Roman Yahya Kemal’in bulaştığı bir alan değil; üstat roman yazmış olsaydı, muhtemelen Ahmet Hamdi bu romanlara bakarak “Ben bunlar kadar iyi roman yazamam” diyerek belki de bizi “Huzur”dan, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nden mahrum bırakabilirdi.
Her ne kadar “Günlüklerinde” Yahya Kemal nesre yönelmedi diye hayıflansa da, “Kim bilir, belki onda da romancı vardı” dese de, romana bulaşmadı diye ben kendi payıma Yahya Kemal’e minnettarım!
*
Yakup Kadri’nin hatıratında okumuştum. Yahya Kemal’in hayatta en çok değer verdiği şeylerden birisi “izzetinefsi”ydi. Bu tarafına dokunuldu mu onun için ne sempati, ne sevgi, ne dostluk, ne arkadaşlık kalırdı. Gözünü, bütün bu duyguları kırıp geçiren bir öfke bağlar, böylece, en yakın arkadaşlarını, ucu zehirli yergi oklarıyla delik deşik etmekten çekinmezdi.
Artık ne olduysa, aralarında yapılan birtakım dedikodular yüzünden olmalı Yahya Kemal, bir ara en yakın arkadaşı, evinde yatıp kalktığı Yakup Kadri’yi defterden siler. Hıncını alamaz, günün birinde ona, onu “düelloya davet” eden bir mektup yazar. (Ancak bizde düello yasak, o tarihlerde birbirini düelloya davet edenler genelde adres olarak Romanya’yı gösterirlermiş birbirlerine. Yahya Kemal bunu bilmiyor olamaz!)
Yakup Kadri “İkdam” gazetesindeki odasında çalışırken, bir anda kapı açılır ve “heyecandan eli ayağı titreyen bir genç” içeri girer. Selam kelam yok, kendini tanıtmak yok; elindeki mektubu hızlıca masanın üstüne fırlatır ve geldiği gibi aynı hızla kapıdan çıkar gider.
Yakup Kadri mektubu açar, Yahya Kemal mektubunda, “Şahitlerinizi gönderin, silahlarınızı tayin edin” diyor ve onu düelloya davet ediyordu.
Aynı mektubu Falih Rıfkı’ya da göndermiştir.
O gün, Yahya Kemal’in hasımlarını “düelloya davet” eden mektuplarını dağıtan, Yakup Kadri’nin deyimiyle “heyecandan eli ayağı titreyen genç” “postacı”, talebesi Ahmet Hamdi’den başkası değildir.
Dante “ustam” dediği Vergilius’u Cennet’in yakınına kadar götürmüş, onu orada bırakarak bundan sonraki yolculuğuna, koluna dünyalar güzeli Beatrice’i takarak devam etmişti.
Ahmet Hamdi ise, “ustasının” düelloda da, şiirde olduğu gibi muzaffer olacağına inanmış olmalı ki, onu belki de cehenneme gönderecek bir maceraya atılmasına engel olmamış, belki de bu kadar muazzam şiirler yazan bir şair ölse bile nasılsa cennete gidecek diyerek o mektubu severek şairin hasımlarına ulaştırmıştı, kim bilir?
*
Dante Alighieri, İlahi Komedya’da ustası Vergilius’un kendisine verdiği nasihatı şöyle şiire döker:
“Silkip at üstünden tembelliği”
dedi ustam, “kuş tüyü üstünde,
yorgan altında kavuşulmaz üne;
üne kavuşmadan yaşamını tüketen kişi,
dumanın havada, köpüğün suda bıraktığı iz gibi
bir iz bırakır yeryüzünde.”
Bizim hikayemizde “üne” daha çok meraklı olan Yahya Kemal’dir. Ama tembel olan da odur. Mizacı devamlı çalışmaya müsait değil, o yüzden bünyesi bir çilekeş sabrı gerektiren nesri kabul etmedi. Talebesine göre ustası “biraz da konuşarak harcayan adamdı, güzel konuşması birçok meselelerde onu akim bıraktı.”
Çırağı gibi şiirini nesirde harcamıyordu.
“Tembelliğine bütün bir istidadı feda ettiğini” birkaç kez söylemişti çırağına ama.
Çırağı 3 Aralık 1958 günü defterine “şimdi içimde bir azap belirdi” diye yazar: “Yahya Kemal bana bir şiir ithaf etti. Ben ona kitap ithaf etmedim. Söylemedi ama eminim ki alınmıştır.”
Çırakta eksik olan kendi deyimiyle “hayata karşı mukavemeti”ydi. “Her şey üzerinden kayıyor ve her şeyin üzerinden kayıyordu.”
Oysa ustası öyle mi?
Günlüklerinde en çok ustası Yahya Kemal’in adı geçer. Ona dair bir kitap yazma fikri var kafasında.
“Hayatımızda kalıntı halinde gördüğümüz bir yığın şey onunla yenileşti ve değer kazandı. Musikimiz, masallarımız, tarihimiz ve dilimiz...”
“Yahya Kemal ayrıca tarihçidir. Ve galiba en iyi tarihçimiz” diyor ve bir gün ustasının kendisine, “Abdülhamit yerinde kalsa idi, belki de 1917’ye kadar olan devrede ne Balkan Harbi, Trablus Harbi, ne de Umumi Harp olurdu” dediğini yazar günlüğüne.
Ona göre ustası “Her şeyden evvel realistti. İlk büyük realistimiz odur. Yani içimizde hayata aldanmadan bakan tek adam. Onun için ütopya kurmaz.”
Bir şairden çok büyük bir orkestra şefine benzettiği ustası, hayatın da ustasıdır. Şiir yazıyor yüksek mertebelere ulaşıyor, kadın beğeniyor birçok kişiyi peşinden koşturuyor, Gazi’ye şiir yazmadı diye şikayet ediliyor, ilk fırsatta, (Falih Rıftı’nın yalancısıyım) Bursa’da Gazi’nin ayaklarına kapanıyor, taltif ediliyor, milletvekili oluyor, sefir oluyor, her dem itibarlı büyük şair muamelesi görüyor.
Bütün bu baş döndürücü hayat içinde bir sürü şeyi de ıskalıyordu; çırağının deyimiyle “onda dostluk yoktu, aile yoktu... mısraları, dostları ve garsonları” vardı.
Çırak, ölümüne bir yıl kala, ustasına dair yazdığı uzun makaleyi bitirdikten sonra, tekrar dönüp önce kendisine dikte ettirdiği, sonrasını Cahit Tanyol’a bitirttiği hatıratına bakar. Orada “anti-militarist” diye bildiği ustasının “Askerlik vazifemi bile yapmadım” diye hayıflanmasına kızar. “Bir nevi şekil peygamberi” olarak gördüğü ustasının ihtiyarlığında yazdığı şiirleri eleştirir. “Kendisini de, şiirini de milli şair olmak için” yıktığını söyler ve ustasının serbest nazıma geçişini “takati tükendiği bir zamanda tecrübe etmesine” hayıflanır.
“Yahya Kemal, biraz daha etrafına adam toplamak için kendisini bu sığlığa teslim etti. Gemiyi batırdı,” der.
Ahmet Hamdi*
Peki, “etkisinde kaldığı tek şahıs olan Yahya Kemal” böyleyken, çırağın durumu nasıldı?
“Dilin çiçeği” diye tarif ettiği şiire, derin bir kederle sarmalanmış yazdığı anıtsal romanlara rağmen, “Etrafımdaki sükut halkası adeta bir suikast mahiyetiyle devam ediyor”du.
“Sağcının hamakatı, solcunun budalalığı, hepsinin her ikisinin cehaleti...” Onların arasında kendi geleceğini bakıyor ve ustasını daha iyi anlıyordu.
Ustası her devre yazıyor, şiirle “tarih bilincini” tetikliyor, çırak ise henüz doğmamış bir nesle roman yazıyordu. Parasızdı, fakirdi, ezikti, kadın bedeni özlüyordu.
Nurullah Ataç’ın taktığı lakapla, “Kırtıpil Hamdi”ydi işte, o kadar!
Ölmeden bir sene önce 1 Haziran 1961 günü günlüğüne şunu yazdı:
“Daha yapacağım iş var. Buna eminim. Varsın sussunlar, varsın okumasınlar, beğenmesinler, hayatlarına getirdiğim şeyin farkında olmadan, satıhtan beni tanısınlar, varsın gazeteler bana boykot yapsın! Ben yine tenezzül etmeden, taviz vermeden, zaman zaman ancak iltifat ederek işime devam edeceğim. Kendime göre bir Türkçe yapacağım. Muayyen bir edebiyatın örneğini vereceğim.”
Ama mutlaka, “Bir gün elbette bana dönecekler. Fakat ne zaman?” sorusunun cevabını ustasının ölümünden dört yıl sonra öldüğünde de bulamadı.
*
Ölümünden tam on yıl sonra ona döndüler.
Ama ne dönüş!
*
Bu yazının fikri aklıma düştüğünde, bahardan firar etmiş pırıl pırıl bir kış günü ziyaret ettim Aşiyan Mezarlığı’nda ikisini de.
Müslüman mezarlıklarının daha yanından geçerken sizi kuşatan huzurlu bir havası vardır her yerde. Sessizlik tek sestir buralarda. Servi hışırtıları daha mezarlığa girmeden kulağınıza bir ninni gibi gelmeye başlar.
O ninniyi dinleye dinleye çıktım yokuşu ben de.
Mezarlığı’nın girişinde, hemen solda Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi’nin mezarları karşıladı beni; yakın yatıyorlar, ihtiyaç duyduklarında birbirlerine ekmek tuz uzatacak kadar...
Yahya Kemal’in mermerden yorganının üzerinde, “Rindlerin Ölümü” şiirinin ikinci dörtlüğü yazılıdır:
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibidir yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”
Ahmet Hamdi’nin 26 Kasım 1958 tarihli günlüğünden öğreniyoruz ki, hastaneye ulaştığında çoktan ölmüştü Yahya Kemal. “Ölüm 9.51 geçe. (...) Satvet Lütfü’nün bana anlattığına göre Yahya Kemal kendisine Fransızca ‘qui vous a dit ça!’ (‘Size bunu kim söyledi’) demiş. (...) Odada tek başına yatıyordu. Çenesini bağlamışlardı. Yüzü sapsarıydı.” Ustasının naaşı Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verilirken, çok değil dört yıl sonra yanı başındaki boş alanda kendisi için de bir mezarın kazılacağı o sırada aklına düşmüş müydü bilinmez.
Şimdi mezarını örten mermerin üzerinde ise şu dörtlük yazılıdır:
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
Adı anılınca akla gelen ilk dörtlük... Belki de yazdığı bütün şiirlerin hülasası...
Kim bilir, belki de Araf’ın bir yerinde elini bırakmıştır ustasının. “O bu dünyada hakkını kullandı” diyerek, hayatı boyunca iliklerine kadar özlemini duyduğu Beatrice benzer bir huriyi koluna takıp gitmiştir cennete.
Tıpkı Dante’nin yaptığı gibi!