Yeni Zelanda'ya derken Manisa'ya bile gidememek!
Bir toplantıda, bir dost meclisinde, bir cenaze töreninde birkaç Türk münevveri bir araya gelmeye görsün; söz, muhabbet neye dair olursa olsun, laf döner dolaşır, bir sürü mevzu tüketildikten sonra her şeyin sonunda mutlaka sıra o soruya gelir:
“Ne olacak bu memleketin hali?”
Bazen da lafa direk buradan girilir.
Ta Tanzimat’tan beri bu soruyu o kadar çok kişi sordu, sorunun cevabını o kadar çok kişi merak etti ki hiç kimse herkesi tatmin eden doğru dürüst bir cevap bulamadığı için de soru kuşaktan kuşağa aktarıldı, babadan oğula geçti, üzerine romanlar yazıldı, şiirler söylendi, hikaye edildi, tiyatro oldu oynandı, şarkı oldu söylendi ama hiç bir zaman tazeliğinden hiçbir şey yitirmeden bugüne kadar geldi.
Bu sorunun sorulduğu her mecliste, bir kişinin bulduğu cevabı bir diğeri beğenmediği için, kıyasıya tartışmalar çıktı, bir sürü kalp-kafa kırıldı ama son kertede mutlaka birisi çıktı, en az o soru kadar meşhur ikinci cümleyi kurdu.
“Buralarda durulmaz mirim, çekip gitmek lazım...”
Bu “çekip gitme” lafı bu hırgürün içinde en yatıştırıcı olanıdır.
Çünkü bu konuda nenedense hemen hemen herkes hemfikirdir ama tartışmasız mutabakata rağmen şu ana kadar hiç kimse gönüllü bir şekilde, temelli “çekip gitmemiştir.”
Kuşkusuz gidenler olmuş ama bir süre sonra memleket özlemi her şeye baskın gelmiş, bir yolunu bulup geri dönmüşlerdir.
(Çok taze bir örnek var. 2015 yılında milletvekili seçimleri yenilenince bir şair çıktı, “Erdoğan bu sefer de seçimlerde birinci çıkarsa memleketi terk edip Avrupa’ya yerleşeceğim” dedi. O sırada zaten Avrupa’daydı.1 Kasım seçimlerinde AK Parti tekrar birinci çıktı. Şair yurda dönmedi. Fena bir kış hüküm sürüyordu gurbet ellerde, iki ay sonra şair, “buralarda durulmaz, çok soğuk” dedi, kös kös sıcak memleketine geri döndü.)
Yine de “çekip gitme” fikri modernleşme tarihimiz boyunca her dönemde en parlak fikir olarak entelektüel muhitlerde varlığını hep muhafaza etti.
*
Tarihimizde en meşhur “çekip gitme” hikayesi 1898’de yaşandı.
Hem de son günlerde, bir terör saldırısı dolayısıyla adını çok andığımız bir ülkeye, Yeni Zelanda’ya gitmek üzere...
O zamanlar bu ülkenin adını hemen hemen hiç kimse duymamıştı.
Çok kişi yazdı ama güncelliğinden dolayı bir de benden dinleyin istiyorum.
*
Servet-i Fünun edebiyatı, Abdülhamit idaresi altında doğmuş, büyümüş ve ölmüş bir edebiyattır. Koyu bir baskıyı her yere yayan rejim, politik konuları yasaklamıştı. O yüzden bu edebi akımın temsilcileri de melankolik temaları öne çıkaran eserler veriyordu.
Bu derginin bütün yazarları muhayyel bir “yeşil yurt” özlemi içindeydiler. Bu yer somut bir yer değil, bir ütopyaydı. Derginin ağır topları Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit, bir çıkış yolu ararken bir gün birlikte Dr. Esat’ı ziyaret ederler. Muhabbet önce “ne olacak bu memleketin hali” sorusuyla başlar. Sonra sohbet koyulaşınca hiçbir çıkış yolu bulunmaz, en sonunda “buralarda yaşanmaz, çekip gitmek lazım” fikrine gelirler. Fikir, derginin diğer yazarları Mehmet Rauf ve Hüseyin Kazım Kadri’ye de çekici gelir.
İş gidilecek yeri bulmaktır.
Başlangıçta nereye gideceklerini hiç birisi bilmiyordu.
Çok sonra ünlü “Eylül” romanını yazacak olan Mehmet Rauf, İstanbul Tarabya’da elçilik gemilerinde irtibat subaylığı yapıyordu. Denizcidir diye Tevfik Fikret ondan bir yer bulmasını istedi. Yalnız “Onları umumi hayattan çıkaracak, dünya ile bağlarını gevşeterek çözecek bir yer” olmasına dikkat edecekti.
Mehmet Rauf kolları sıvadı. İngiliz Donanmasına bağlı Imogene gemisinin kaptanı Bain, ona Yeni Zelanda denilen bir ülkenin göçmen kabul ettiğini, aradıkları yerin tam orası olduğunu söyledi ve birtakım broşürler verdi.
O sırada 31 yaşında olan ve Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yapan grubun karizmatik lideri Tevfik Fikret henüz Aşiyan’a taşınmamış, babasının Aksaray’daki konağında kalıyor. Dört kafadar bu evde toplandılar. Mehmet Rauf broşürleri Türkçeye tercüme etti.
Yeni Zelanda herkesin aklına yattı.
*
23 yaşındaki Mehmet Rauf irtibat subayı; 24 yaşındaki Hüseyin Cahit Vefa Lisesi’nde öğretmen; 28 yaşındaki Hüseyin Kazım Kadri Maliye Nazırlığında memur; göz doktoru olan ve daha sonra Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Hasan Esat Işık’ın babası Dr. Esat ise 33 yaşındadır.
Hepsinin ortak özelliği Servet-i Fünun Dergisi’nde yazıyor olmalarıdır. Hepsi Abdülhamit’e karşı ve bir an önce Meşrutiyet ilan edilsin istiyorlar.
Melankolinin, bunalımın edebiyatını yapıyorlar. Eserlerinde karamsarlık ve içe kapanıklık ana temadır. Hepsi de ölümüne birbirine bağlı, sıkı dostlardır. Grubun içinde kendini Marksist olarak tanımlayan Hüseyin Cahit’e göre onları bir araya getiren sihirli kelime “ülkü”ydü; “Yüce bir sanat ülküsü, yurt ülküsü!”
Katmerli bir baskı hüküm sürüyor her yerde. Abdülhamit’in hafiyeleri kimseye göz açtırmıyor.
Hüseyin Cahit anılarında, “Hafiyelerle, sansürcülerle, sürgünler ve baskılarla çevrili bu yaşam içinde vicdanca rahat bir dakika geçirmek pek zordu” diye durumu tarif eder.
Mehmet Rauf, “Yeşil Yurt Hikayesi” başlıklı yazısında, “Her gün menfur tecelliyatına şahit olduğumuz saray şenaatleri bizi zehirliyor, artık burada yaşamayı imkansız hale getiriyordu” derken; Hüseyin Kazım Kadri hatırlarında, “Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: Bu memleketten hicret etmek!” diyor.
Hüseyin Cahit’in kafasında ise gidilecek yere eşleriyle birlikte gitmek, sosyalist bir komün kurmak, mülkiyetsiz bir cemaat halinde yaşamak vardır.
Münevverler padişah giderse karanlık dönemin son bulacağına inanıyor ama padişahın da gideceği yok. Eğer padişah gitmeyecekse o halde onlar “yeşillik bir yere” gidecekler!
*
Ancak o zamanki adıyla “Nuvelzelanda”ya gitmek masraflı bir iş, her şeyden evvel yol parası lazım.
Ona da çare bulurlar. Dr. Esat’ın ailesinin Ankara’da bir çiftliği var, babası çiftliği satacak, yol parası yapacaklar.
Herkes Ankara’dan gelecek müjdeli haberi beklerken, grubun arasında bir de tartışma çıkar. Bu arada grubun lideri Tevfik Fikret, bütün planını bizzat kendisinin çizdiği Rumelihisarı’nda, adı “kuş yuvası” anlamına gelen “Aşiyan” köşküne taşınır, tartışmalar burada sürer.
Tevfik Fikret bir yandan gidilecek yerde inşa edecekleri mekanın projesini kafasında tasarlarken, bir yandan da gidecekleri yere “temelli gidip dönmeyelim” der.
Hüseyin Cahit bu fikre karşı çıkar, “Abdülhamit giderse, biz de dönelim” der.
Münakaşa günlerce sürer.
*
Hüseyin Cahit, Yeni Zelanda’da yerleşecekleri yeri o kadar benimser ki, hemen hemen her ayrıntısını kafasında canlandırır ve oturur ünlü “Hayatı-ı Muhayyel” hikayesini yazar.
“Bu şimdiki alemlerden pek uzaklara gitmiştik; mazi ile aramızda ebedi fırtınalarla cenkleşen büyük denizler vardı” cümlesiyle başlayan uzun hikayenin özeti şu şekildedir:
“Köy, ‘sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında’ ormanın içindedir. Köyün önünde büyük bir ağacın altında akşamları toplanılıp oturulur ve bu yeri geliştirmek için hayaller kurulur. Köy, tartışmalardan sonra imar edilir. Köşkler büyük ve süslü değil; yetecek kadar küçük, kışın fırtınalarına dayanacak kadar kuvvetli, fakat zarif, sevimli ve sadedir. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük salon, çocuklar için birer küçük oda, birer yatak odası vardır. Köyün ortasında ortak bir bina vardır. Burası, herkesi alacak kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir kütüphaneden oluşmaktadır. Sabah, akşam bütün aileler bu sofranın etrafında birleşir, samimiyet içinde neşeli yemekler yenir. Hizmetçi bulunmaz, herkes birbirine nöbetle hizmet eder. Yemekten sonra balkonda kahveler içilir, sohbete devam edilir, sonra biraz piyano çalınır, biraz şiir okunur. Burada herkes iş bölümüne katılır. Bilinmeyen işler öğrenilir. Çiftçilik, hayvancılık en sevilen işler olur. Para kazanma, ziynet ve gösteriş meraklılığı olmaz, çocuklar parayı bilmezler. Mecbur olunduğu kadar bir miktarda para bulundurulur, onu da köyde bu işe memur kişi harcar. Bunun için insanlar, kendilerini harap edecek kadar çalışmaya gerek duymazlar. Tarlada çift sürerken bile öküzler bir ağacın gölgesinde dinlendirerek otların üzerine uzanır, felsefi bir tartışma, bir şiir mecmuası ya da bir roman okunur ya da bir çoban hayvanlarını otlatırken yağlı boya resim yapar. Böyle bir hayat sürdürülürken kendi dışlarındaki hayatı da hepten ihmal etmezler, süreli yayınlarla dış dünyadaki haberleri takip ederler. Posta geceleri bir tatil gecesidir. O gece piyano çalınmaz, türkü söylenmez, oyun oynanmaz, hep kütüphane salonunda toplanılır. Kadınlar, iş sepetlerini yanlarına alarak çocukların çoraplarını, fanilalarını ördükleri, çamaşırlarını diktikleri, çocuklar resimli kitapların başında gürültüsüz oynaştıkları sırada kütüphaneyi dolduran o huzur içinde derin bir tartışma başlar; sessizlik ya gazetelerin, yeni kitapların hışırtısıyla ya da bir kelimeyle biter; sonra yine tartışma devam ederdi.
Haftada bir gün tatildi. Tatil zamanları genelde kır gezintilerine çıkılırdı. Adanın her noktası çok güzeldir. Her yerin bir ismi vardır. Sırayla her hafta bir yere gidilir, üç dört saat süren uzak mesire yerleri de vardı. O gün akşama kadar orada oyunlar oynanır, sürekli yeşil duran çimenler üzerinde sohbetler edilir. Köy, gittikçe güzelleşir, arazide yollar gittikçe açılır, her taraf düzeltilir. Köşklerin etrafında güzel birer çiçek bahçesi oluşturulur.
Çocuklara küçükken birer ağaç verilmiştir. Onlar, bu ağaçlarla büyür.
Bu sevdalı hayatın son ödülü de güneşli bir sonbahar günü sevgililerin beraberce, güzel gençlik zamanlardaki gibi kucak kucağa ölümüdür. Sevgililer, yan yana aynı taşın altına genelde birlikte oturdukları yalnız kestanenin dibine gömülürler. Etraflarına mor menekşeler dikilir.
Makber, köyün bütün âşıkları için uğurlu bir yerdir. Akşamları genç âşıklar bu mezarı ziyarete gelirler buradaki menekşelerden birbirlerine demetler hediye ederler…”
*
Bekledikleri iyi haber gelmez, Ankara’daki konak satılmaz.
Zaten Tevfik Fikret de çıkan küçük bir tartışmada sinirlenmiş, “Yeşil Yurt” fikrinden kısmen vazgeçmiştir.
Ama fikir tamamen henüz rafa kalkmamıştır.
Çünkü Hüseyin Kazım Kadri’nin ailesine ait Manisa-Sarıçam’da geniş arazileri var. Madem Yeni Zelanda’ya gitmek masraflı iş, madem Yeni Zelanda çok uzak, onlar da daha az masraflı, daha yakın bir yere kaçabilirler.
Manisa Sarıçam’a!
“Yeşil Yurt” çiftliğini burada kurmak için gereken parayı da Hüseyin Kazım Kadri bulacak.
*
Yeniden bir heyecan sarar herkesi, Tevfik Fikret kurşun kalemi alır eline, burada inşa edecekleri binanın planını projesini çizmeye başlar.
Kadri hatıratında şunları söyler:
“Ortada ortak ve düzayak büyük bir salon. Burası hem oturma hem yemek odası ödevini görecekti. İki kenarda iki katlı birer kanat yatak odaları olacaktı. Fikret salonumuzu nasıl döşeyeceğini bile kararlaştırmıştı.”
Hüseyin Cahit yeri görmek için görevlendirilir. Ancak o zamanlar İstanbul’dan çıkmak da yasak! Kaçak yollardan şehirden çıkar, macera bir yolculukla Sarıçam’a varır, araziyi görür, beğenir, bir hafta sonra buraya aşık olmuş bir halde geri döner. Arkadaşlarına anlata anlata bitiremez.
Her şey tıpkı “Hayat-ı Muhayyel” hikayesinde anlattığı gibidir. Değişen sadece mekandır.
Ha Yeni Zelanda, ha Manisa Sarıçam, hayal her yerde hayaldir!
*
Hüseyin Cahit, gittiği köyün her açıdan bol bol fotoğraflarını çekmişti. Tevfik Fikret o fotoğraflara saatlerce, uzun uzun bakar, inceler. Hikayenin gerisini H. Kazım Kadri hatıratında şöyle anlatır:
“Fikret, bu köyün yanında çam ağaçlarıyla muhat bir tepecik olduğunu gördü ve bir an için ‘Yeşil Yurd’u burada kurabileceğini düşündü. Üstada karşı müşkül bir mevkide idik. Onun hayalatına vücut vermek ve buna taraftar görünmek kabil değildi; çünkü tahayyül ettiği tarz-ı hayata biz mani olacaktık. Bir hayli günler düşündü ve neticede bu hülyadan da vazgeçti.”
Tevfik Fikret 1901 yılında Aşiyan’da inzivaya çekildi.
Aşiyan’da yaşıyorsan, Yeni Zelanda ne ki! Hele Manisa Sarıçam’ın sözü bile edilmez!
Hüseyin Cahit Yalçın, hayalleriyle oynadı diye Fevfik Fikret’e küstü, dergide yazı yazmayı bıraktı.
Aradan yüz yirmi sene geçti, münevverlerimiz Yeni Zelanda’ya gidemedi ama camide katledilen elli Müslüman sayesinde Yeni Zelanda bize gelmiş gibi oldu.