Anadolu'da İslam'ın ilk izi Knidos'ta!
İlk defa altı yedi sene önce gittim oraya. Giderken, buraya dair Halikarnas Balıkçısı’ndan okuduğum bölük pürçük bilgi kırıntıları vardı aklımda bir köşesinde.
Anadolu topraklarının Ege’yle buluştuğu en uç noktadır burası… Datça Yarımadası'nın en ucunda, Tekir Burnu’nda, Knidos adında bir antik şehir…
Hakkında bildiğim yegane şey, burasının MÖ 4.yy’da çok önemli bir kültür sanat ve eğlence merkezi olduğu… Bir çeşit, o günün Amsterdam’ı falan… Afrodit heykelinin de bir zamanlar burada bulunduğu…
Burada yapılan Afrodit heykelinin İmparator Theodosius’un emriyle Bizans’a götürülüp Lausus Sarayı’na konulduğu… Saray bir yangında kül olunca da Afrodit’in de yandığı… Yapılan taklidinin Knidos sikkelerine bastırıldığı… Şu anda Vatikan ve Münih Müzeleri’nde bulunan Knidos Afroditleri heykellerinin de o sikkelerden kopya edildiğini ise çok sonra öğrendim.
Zaten burayı aklıma düşüren de Halikarnas Balıkçısı’nın yazdıklarıydı.
Sonra yaz mevsimi boyunca çoluk çocuk her sene Datça’ya gelince mutlaka bir kez gittim Knidos’a…
En son 2017 yılının 19 Ağustos’unda arkadaşım tarihçi Mahmut Akyürekli’yle gittim.
Kentin en yüksek noktasına çıktık.
Yüzümü denize döndüm, kollarımı açtım. Sol kolum Akdeniz’in, sağ kolum Ege’nin sularına daldı adeta.
İki deniz sevişiyordu köpüre köpüre.
Hani Homeros’a göre Afrodit’i doğuran o köpükler var ya, onlar hala oradaydı… Hani Halikarnas Balıkçısı’nın Cebelitarık'tan geldiğini söylediği o coşkun dalgalar var ya, işte o dalgalar muntazam hareketlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi.
*
Burayla ilk karşılaşmasını Halikarnas Balıkçısı şöyle anlatır:
“Oraya ilk vardığım ve gözlerimi çevremde gezdirdiğim zaman şaşkınlığım büyüktü. Fakat, şaşkınlığım ne denli büyük olursa olsun, oranın güzelliği daha büyüktü.
Knidos yıkıktır, ıssızdır, yakınlarında ne bir köy, ne de bir insan vardır. Fakat yaşayan bir kentten daha canlı; daha anlamlı ve derindir. Çağ çağı siler, zaman zamanı söndürür. Ama burada çağların silemeyeceği, zamanların söndüremeyeceği bir güzellik var. Burası harabe değil cennet yıkıntısı...”
O “cennet yıkıntısı”nın içinde gezerken Mahmut aniden durdu. Ben bir edebiyat delisi, o bir tarihçi olarak dolaşıyordu harabelerin arasında.
Benim aklımda yine Balıkçı’nın sözleri vardı:
“Şimdi harabenin çatlak duvarlarının, kulelerinin, çökmüş surlarının, devrilmiş sütunlarının üzerinde güzellik gururunun, yalnızlığın ışığı parlıyor. Kalabalık ev yıkıntıları arasından, bembeyaz yollar ağararak yokuş yukarı süzülüyorlar.”
Ama biz yokuş aşağı iniyorduk artık.
Mahmut, bir yıkıntının arasında galiba bir anda bir define buldu!
Çığlık çığlığa beni çağırdı.. Bir taşın üzerine abanmış, eliyle üzerine sinmiş tozu toprağı siliyordu.
Aklım hala Balıkçı’nın yazdıklarındaydı:
“Mahmut, biliyor musun, Sultan Abdülmecit Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırırken, buradaki bütün düzgün mermerleri gemilerle buradan taşıyıp İstanbul’a götürmüş. Halikarnas Balıkçısı böyle söyler.”
Sanırım Mahmut beni duymadı, o bulduğu taşın üzerindeki yazıyla ilgiliydi. Bense Balıkçı’nın söylediklerini düşünüyordum:
“Halikarnas Balıkçısı der ki, ‘Burada ne Hayyam'ın kumrusu, ne de Firdevsi'nin baykuşuyla örümceği var! Ancak bembeyaz bir Knidos, geniş bir özgürlük ve derin bir sessizlik var...”
Ağzımdan çıkan Hayyam, Firdevsi isimlerini duyunca Mahmut kafasını kaldırdı. Üzerine eğildiği taşı gösterdi bana.
“Halikarnas Balıkçısı öyle diyor da bu taşın üzerindeki yazılar Arapça… Bu yıkıntıların arasında Arapça yazının ne işi olabilir ki?”
Benim de ilgimi çekti, Balıkçı’yı bıraktım, taşın üzerine kazılmış Arapça yazılara baktım.
Mahmut anlatmaya başladı:
“Eski yazıyı bilirim, ama bu benim bildiğim yazıya benzemiyor. Harfler değişik, daha kadim bir döneme işaret ediyorlar gibi.”
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da cep telefonuyla taşın fotoğraflarını çekiyordu.
“Bu neyin işareti ki?” diye sordum.
“Bilmiyorum ama bu düşündüğüm şeyse galiba ben bir belge buldum. Anadolu’da İslam’ın ilk izleriyle ilgili somut bir belge.”
“Daha eskiye dair somut belge yok mu?”
“Yok. Biliyorsun, İslam tarihçileri daha çok rivayete dayalı nakli şeyler yazmışlar. İstanbul’u fethetmek için ordular gelmiş, donanma buralardan geçmiş ama onlara dair elimizde maddi, somut bir belge yok. Bu bir belge kardeşim, biz şu anda bir tarihe tanıklık ediyoruz.”
Onun bilimsel heyecanı ne yazık ki bana geçmedi. Aklım hala o harabelerin içine gezinen gizemli ruhlardaydı.
*
O günden sonra arada bir sordum Mahmut’a, “ne yaptın o belgeleri” diye?
Fotoğrafları kadim Arapçayı okuyabilen birkaç kişiye göstermiş. Bazılarına da göndermiş, gönderdiklerinde birisi de yazar Müfit Yüksel...
Taşın üzerinde bulduğu ve bir kitabe olduğunu düşündüğü yazıları birkaç kişi okumuş ve şöyle bir hikaye çıkmış ortaya.
Fotoğrafları gösterdiği klasik Arap tarihçileri ve paleograflar kitabenin Hicri 71-78 yıllarına ait bir Mescit kitabesi olduğunu tespit etmişler; taşın üzerindeki “...Melik Yezit Bin. Ebu Süfyan” ibaresini de okumuşlar.
Bu da Anadolu’da Müslümanların fütuhat ve yerleşim macerasını bu tarihlere kadar geriye götürüyor.
Sahabe döneminde Müslüman denizciler buraya gelmiş... Burada bir bazilikayı muhtemelen mescide çevirmişler.
Mescidin Ege denizinde meydana gelen yıkıcı bir deprem sonucu yıkıldığı tahmin ediliyor. Duvarlar, taşlarının dağılma şekli bizi böyle bir sonuca götürüyor.
Knidos kenti, muhtemelen o tarihlerde Müslüman denizciler tarafından Ege ve İstanbul’a yapılan seferlerde menzil kuvvetleri karargahı ve ikmal üssü olarak kullanılmış.
Kitabede, mescidin H.78’de inşa edildiği veya bazilikadan mescide dönüştürülmüş olduğu muhtemel ancak yıkılış tarihi hakkında kesin bir malumat yok.
Hiçbir Ortaçağ klasik İslam kaynağında da bu mescide dair bir bilgi yok. Bizans kaynaklarında da hakeza...
Knidos harabelerinin limana hakim tepesinde inşa edilmiş, Kap Krio’nun (Deve Boynu) kuzey yamacındaki antik kent harabelerinin ortasında yer alan bölgeye karadan ulaşım bugün bile çok zordur.
Harabelerin yakınında yerleşim yeri yoktur.
Gözden ırak, deniz dışında ulaşımın mümkün olmadığı, ıssız bir bölgede yer alması bu eserin alıntı ve nakli tekrarlarla bilgi aktaran klasik kaynak ve devrin seyyahlarının gözünden kaçmasına sebep olmuş olabilir.
Bu buluş Anadolu’daki İslam varlığı (yerleşim) ve fütuhatının tarihi değiştirdiği gibi, İslam donanmasının kısa zamanda ne kadar tekâmül ettiğini, keza sahabe döneminde fütuhatın eriştiği menzilleri göstermesi açısından da oldukça önemlidir.
Kısaca kitabenin çözümlenmesinden sonra Hz. Ömer ve Osman dönemi de dahil sahabe devrine ait tarih okumalar yeniden gözden geçirilecektir.
Kitabe H.18 ile 78 arasında Akdeniz ve Ege’ye uzanan İslam Donaması ve fütuhatının ilk yazılı belgesi olduğu için de oldukça kıymetlidir.
Bugüne kadar H.250 yılından önce Anadolu’nun Akdeniz sahilleri ve Ege’de elimize geçmiş yazılı maddi bir kaynağa tesadüf edilmemiş, kitabe adı geçen bölgelerin bilinenden nerdeyse 250 yıl önce İslam’la tanıştığını ortaya koymaktadır.
Kitabede adı geçen sahabeden Yezid B.Ebu Süfyan’ın H.18-19’da vefat ettiği bilinmektedir. Buna rağmen kitabede isminin Melik olarak yer alması onun zamanında başlayan denizcilik faaliyetlerini refere ettiği kanaatini oluşturmakla beraber aynı isim ve künyeye sahip başka bir Yezid’in de olması muhtemeldir.
Yezit Bin. Ebu Süfyan, anneden üvey Muaviye’nin ağabeyi ve Hz. Peygamberin vahi katiplerindendir. Yezid’in Hz Ömer zamanında ilk seferlerini Akdeniz’in Suriye ve Lübnan sahillerine yaptığı bilinmektedir.
Bu dönemde başlayan denizcilik hareketi kısa zamanda bir hayli yol almış, keşif kolları ve öncü birlikler olarak bu antik kente gelen Müslüman denizciler bölgede üs kurmuş, arada geçen 59-60 yıllık dönemde (H.18 -78) sayıları bir mescit cemaati oluşturacak seviyeye ulaşmış demektir.
Kitabenin bulunması İslam Denizciliği üzerinde yeni çalışmaların başlaması gerektiğine de işaret eder. Keza bu kitabe ile İslam tarihinde yeni bir sayfa açılacağını düşünülmektedir.
Erken dönem Müslüman denizcilerin hedefinde İstanbul hep birinci sıradadır. Akdeniz’den Ege’ye yapılan seferler İstanbul merkezlidir. Bunun için de bir çok ikmal üssüne ihtiyaç vardır. Bu kitabe, Suriye sahillerinden İstanbul’a kadar birkaç deniz ikmal ve menzil üssünün daha olabileceği fikrini akla getirmektedir.
*
Mahmut Akyürekli’nin bana anlattığı hikayenin buraya kadar gelen kısmı, ciddi bir tarihçinin titizliğiyle geldi. Bütün bu bilgilere ulaştıktan sonra Mahmut Akyürekli, bulduğu belgeden emin bir şekilde, belgenin varlığını Facebook sayfasında bir süre önce ilan etti.
Ama büyük bir sürprizle karşılaştı.
Meğerse Mahmut Akyürekli’nin neredeyse iki yıldan beri üzerinde çalıştığı belge çoktan bir makaleye konu olmuş bile.
Gerisini Akyürekli şöyle anlatıyor:
“Bulduğum belgenin fotoğraflarını, güvendiğim birkaç uzmanın yanında, 22 Ağustos 2017 tarihinde okumaya katkı sunsun diye Müfit Yüksel’e de maille gönderdim.
Müfit Yüksel, bana sormadan bu bilgi veya belgeyi muhtemelen Mehmet Tütüncü’yle paylaşmış, Tütüncü de, benim Müfit’e anlattığım yere gitmiş, yeni fotoğraflar çekmiş ve 26 Mayıs 2018’de kendi buluşuymuş gibi bir gazeteye haber yaptırmış. Bir de “Academia edu” de, alelacele, derleme, kifayetsiz bir de makale yayınlamış.
Benim bunlardan hiç haberim yok.
Müfit Yüksel’i, Mart 2019’da telefona aradım, kendisine yeni fotoğraflar gönderdiğimi ve ne yaptığını sordum. Bana kırk dereden su getirdikten sonra, 6 Nisan 2019 günü, kabahatini örtmek için kitabeyi benim bulduğumu bir twit'le paylaştığını söyledi.
Tütüncü’nün bu konuda bir makale yayınladığını Prof. Dr. Selahattin Özçelik’ten öğrendim. Tütüncü’nün bu bilgileri kendisinden aldığını ise Yüksel kabul etmiyor.
Ben şimdi derdimi kime anlatacağım?”
“Valla bilmiyorum ki,” dedim, “şahidin olarak ancak bir yazı yazabilirim.”
*
Her açıdan ilginç bir hikaye. Böyle bir kitabenin Knidos’ta bulunması ilginç. Ona bir tarihçinin tesadüf etmiş olması ilginç. Doğruluğunu teyit etmek için yapılan çalışma ilginç. Hikayenin çalınarak başka birisinin eline geçmesi çok daha ilginç.
Belki de başkaları da rastlamıştır o kitabeye ancak kitabenin değerini anlayıp neredeyse 19 ay boyunca üzerinde çalışan tarihçi arkadaşım Mahmut Akyürekli’dir.
Kitabenin bulunuşuna bizzat şahitlik yaptığım için, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilir.
Ha, kitabenin kimin tarafından bulunduğu bence şu anda o kadar önemli değil artık, önemli olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bir an önce bu bilgiler ışığında bahsedilen bölgede ciddi bir kazı çalışması başlatıp o mescidi ortaya çıkarmasıdır.
Kim bilir toprağın altında daha neler var…