Hakkari'de bayram sabahı
Gün çok erken başlıyor burada.
Evden çıktığımda sabahın saat 5’iydi.
Sokakta beni karşılayan şeyin adını düşündüm kısa bir süre ve buldum; evet yoluma çıkan ilk şey huzurdu!
Ömrünün büyük bir kısmını huzursuzluk içinde geçirmiş bu şehir için hissettiğim şeyin adını ararken, ilk anda aklımda bu kelime yoktu, çünkü huzur denilen şey, çok uzun yıllardan beri bu şehrin sokaklarını bir yel gibi yalayıp gitmiş, sivri doruğundan güneşin parlak ışıklarını birer mızrak başı gibi şehrin kalbine doğru usul usul saplamakta olan Sümbül Dağı’nın ardına gizlenmişti.
Şehir Ramazan'ın son gecesinden kalmaydı.
Akşamcıydı.
Trafiğe kapatılmış olan şehrin ana caddesinin sağlı sollu kaldırımlarına akşamdan kurulmuş olan tezgahlarda satılan, yenilip içilen cümle şeyin çöpü caddeye saçılmıştı.
Semaverciler semaverlerini, kuruyemişçiler tezgahlarını, seyyar kebapçılar mangallarını topluyordu.
Belli ki gece uzun sürmüştü.
Onlar bayram sabahı için evlerinin yolunu tutarken ben de bütün şehir ahalisinin birazdan doluşacağı büyük camide bayram namazına gidiyordum.
Oysa gün ağaralı çok olmuştu.
*
Çok erken başlar burada hayat. İki saat önce belediye bütün sokakların çöpünü toplamış, şehri çoktan tertemiz bir bayram sabahına hazırlamış olmalıydı.
Ama camiye gidinceye kadar yolumu ne bir çöp toplayan görevli, ne de bir çöp kamyonu çıktı.
Her tarafa dağılmış sağlı sollu çöp yığınları, kurt girmiş bir koyun sürüsünden artakalan leşlere benziyordu.
*
Seçimden sonra ilk defa geliyorum memleketime.
Daha önce geldiğimde şahit olmuştum.
Belediye Başkanlığına kayyum olarak atanan Vali Yardımcısı Cüneyt Epçim, kısa sürede şehrin çehresini değiştirmiş, şehri hiç alışkın olmadığı yeni bir hayata hazırlamıştı.
Sokakları temizlenmiş, park ve bahçeler açılmış, içme suyu sorununun büyük bir kısmını hallolmuş, kanalizasyonunu çözülmüş, 77 km’lik yolunun 60 km’sini asfaltlanmış, şehir ışıklandırılmış, kaldırımları bir düzene sokulmuş, çevre yolunda bisiklet yolu için güzergah belirlemiş, millet parkı için mekan tedarik edilmiş; şehrin çehresi değişmişti.
Bütün bu değişikliklerle karşılaştığımda, şaşırmış, istenirse yapılabiliyor demiştim.
*
Yerel seçimlerin üzerinden çok bir zaman geçmedi. Birkaç gün önce buraya geldiğimde, yoluma ilk çıkan şey, yine bir ur gibi tekrar şehrin her damarına nüfuz etmeye çalışan sinsi bir kirlilikti.
Şehir hızla tekrar kirleniyordu.
Eğer bir şehrin sokaklarında boş pet şişelerle karşılaşırsanız, bilin ki o şehir iflah olmaz artık.
Şimdi o yaman soruyu sormanın tam zamanıdır bence.
Eğer bir şehri yönetemeyecekseniz, sahiden o şehrin yönetimine neden talip oluyorsunuz?
Her defasında Hakkari gibi şehirlerin yönetimini eline geçirip kısa sürede o şehirleri, orada yaşayan ahali için yaşanılmaz bir yer haline getirmekte bu kadar mahir olan bir anlayış, yine de halktan bir karşılık görüyorsa, ya oranın ahalisi kendi şehrinden nefret ediyor veya çok uzun bir süreden beri umut adını verip halka dağıttıkları yalanla oranın tekmil ahalisi artık tamamen zehirlenmiş demektir.
Tıpkı kadim hikayede olduğu gibi. Orhan Pamuk’tan aktarıyorum:
"Aklı başında genç bir köylü rastlantıyla karşılaştığı bir bilgeden kehanet gibi gözüken bir gerçeği öğrenir. Yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışmıştır, bu sudan içen herkes aklını kaçıracak, delirecek, ipe sapa gelmez laflar etmeye başlayacaktır. Genç köylü bilgeden öğrendiklerini köye yayıp kardeşlerini, dostlarını uyarmaya çalışırsa da kimseyi inandıramaz. Kendi başının ve aklının çaresine bakmak zorunda olduğunu anlayınca köyünü terk eder. Bir süre sonra meraktan köyüne geri döndüğü vakit, bilgenin öngördüğü gibi, bütün köyün sudan içip aklını kaybettiğini görür. Herkesin ipe sapa gelmez bir dille konuştuğu köy hayatına genelde alışmaya çalışır. Ama kahredici olan, şimdi bütün köylülerin kendi dilini ipe sapa gelmez bulması, ona deli muamelesi yapmalarıdır. Bir süre sonra bu öyle dayanılmaz bir hale gelir ki, köyün aklını ve dilini bozan pınardan kendisi de kana kana içer."
Buraya geldiğimde, çok uzun bir süreden beri, bir gerçekmiş gibi sunulan o yalanla zehirlenmiş olan ahaliyi gördüğümde, sorulan her soru karşısında ağzımı açıp bir şeyler söylemeye çalıştığımda kendimi o bilgeden o haberi alan o köylüye benzetiyorum.
Ama her defasında o köyün suyunu içmemeye ahdediyorum.
Çünkü şehrime kıyamıyorum, yine de hala çocukluk anılarımı en saklı yerinde saklayan, her ayrıldığımda arkamdan gelen şehrimin tekmil ahalisinin çok büyük bir yalanla, tümden zehirlendiğini kabul etmiyor, günün birinde onlara gerçeği anlatan o köylünün sözünü dinleyip o zehirli suyu içmekten vazgeçeceklerine inanmak istiyorum.
*
Bayram namazından sonra, aynı sokaktan ölmüşlerimi ziyaret etmek üzere şehrin mezarlığının yolunu tuttuğumda, nedense Selahattin Demirtaş’ın bir internet sitesinde okuduğum, “En çok Mersin Akdeniz belediyesi ile Dersim belediyesini kaybettiğimize üzülüyorum” sözleri geldi aklıma.
Gören duyan da sanki bu iki belediyede daha önce partisi harikalar yaratmış, o iki ilde eşi emsali görülmemiş bir belediyecilik örneği sergilemiş, o iki yeri birer örnek mekan haline getirmiş de, şimdi başka ellere geçince bütün o başarılar berhava olur sanacak.
Oysa ne iyi oldu da kaybettiniz!
Hiç olmasa o iki belediye kurtuldu.
En azından o iki yerin talihi misal Hakkari’ye artık benzemeyecek.
*
Biz ölülerini kendimizden daha çok seven bir milletiz.
En sevdiğim yanımızdır bu.
Önce onların ruhuna birer Fatiha okuduk, sonra dağıldık evlere.
Bayramını kutlamak için girdiğim bütün evlerin içi pırıl, tertemizdi.
Kendi evlerinin içine baktıkları gibi, bir de şehirlerinin içine baksalar, onun için kaygılansalar...
O da olacak ama zaman alacak!