Elif Şafak'ın İngilizce yazması!
İnsan öldükten sonra, beyni tam tamına on dakika otuz sekiz saniye çalışırmış. O yüzden “birisi yanınızda öldüğünde, bir süre onunla konuşun” derler.
Kulak göze benzemez, ruhanidir; hakiki olan her şeyi duyar. Kalbin gözüdür kulak; kulak duymaz olduğunda artık beyin de durmuş demektir.
Mevtanın bundan sonraki yolculuğu bir mezarlıkta biter.
*
Elif Şafak’ın yeni romanı bu mevzua dairdir. Romanın adı “On Dakika Otuz Sekiz Saniye.” Hunharca öldürülüp bir çöplüğe atılan bir fahişe anlatılır romanda. Öldürüldüğü andan, beyninin tamamen durduğu ana kadar, o kısacık sürede yaşadığı bütün hayatı hatırlar roman kahramanı Tekila Leyla...
Aslında yaman soru şudur:
Yahya Kemal’in deyimiyle “dönen olmadığına göre bu seferden” ahirete doğru yolculuğa çıkmış bir kişi yolculuk boyunca neyi hatırlar?
Hepimiz için en kıymetli şey hayat olduğu için aklımıza ilk olarak yaşadıklarımız gelir. Bir felaket karşısında, ölecek gibi olduğumuzda, bayıldığımızda mesela, beylik deyimle bütün hayatımız “bir film şeridi gibi” gözlerimizin önünden geçer.
Bir kez benim başıma geldi, oradan biliyorum.
Talebelik yıllarımda, tıka basa yemek yediğim sıcak bir yaz öğleden sonrası yıkanmak için bir hamama girdim, bir ara içim geçer gibi oldu, dışarı çıkmak için kapıya seğirttim, kapıyı açtım, sonrasında hatırladığım tek şey, yaşadığım bütün anların çok hızlı bir şekilde gözlerimin önünden geçişi oldu.
Demek ki hayatla bağların kopmaya doğru giderken önce Allah’ın adını anarsın, sonra da aklına bütün yaşadıkların gelir.
Hayat doğarken sarıldığımız ilk, ölürken de sarılmak istediğimiz son halattır.
Ölmüş birisinin yüzünde donmuş olan ifade, o sırada, o on dakika otuz sekiz saniyelik kısacık aralıkta kaldığı anın resmiyse eğer, demek bazılarımız mutlu, bazılarımız da kederli gideriz öte dünyaya. Bu da seçimimize bağlı bir şey olmalı. O sırada hatırladıklarımızı kendimiz mi seçeriz yoksa ilahi bir kuvvet her şeyimize hükmederek, milyonlarca anımızdan hangisini hatırlayacağımıza karar verip, bizi kederli mi, yoksa mutlu mu öbürü tarafa yolcu eder bilinmez. Bilmek için de kimse uğraşmasın zaten. Bilinemez.
O yüzden bu tür meseleler sanatın konusu olur.
O yüzden iyi yazarlar bize hayatımızın bilmediğimiz yönlerine dair tuhaf hikayeler anlatıp bizi kendilerine hayran bırakırlar.
*
Okuduğum son kitabın yazarı Elif Şafak böylesi bir yazar mıdır peki? Sondan söyleyeceğimi baştan söyleyerek devam edelim yazıya:
Elif Şafak hiçbir zaman benim yazarım olmadı!
Ama edebiyat yolculuğunun bütün merhalelerini bilirim. Hatta edebiyata bulaşmadan önceki hallerini de bilirim, otuz yıldan beri tanıyorum neredeyse.
Tam yirmi beş yıldan beri de yazıyor.
Hemen hemen bütün romanları yabancı dillere çevrildi. Bugün Orhan Pamuk’tan sonra dışarıda en çok tanınan Türkiyeli yazarıdır. Son yıllarda romanlarını önce İngilizce yazıyor, sonra bir çevirmenle birlikte onu kendi ana diline, Türkçeye tercüme ediyor.
İngilizceyi annesinin sefirliğinden dolayı ikinci dili olarak bellemiş besbelli, vakıf ona. Dolayısıyla iki edebiyat diline sahip bir yazardır.
Ama anadili Türkçeyle olan ilişkisi de ilginçtir. Sürekli sözlük okuduğunu söylüyor. Türkçeyi iyi kullanıyor, inceliklerinin farkında. Uyduruk bir Türkçenin peşinde değil, kıyıda köşede, derinlerde, çoğu unutulmuş güzel, kadim kelimeleri bulup romanlarında mükemmel bir biçimde kullanıyor.
Kimse Türkçesine laf edemez.
Ama son yılarda kitaplarını İngilizce yazıyor!
Ve bu durum da çokça Türkçe okuru tarafından yadırganıyor.
*
Büyük Alman hezarfeni, yazarı, şairi Goethe, iki yüz sene kadar önce “dünya edebiyatı” kavramını ortaya attı. Fars şairi Hafız-ı Şirazi’yi keşfettikten sonra yaptı bunu büyük Alman yazarı. Hafız’ı okudu ve gördü ki, dünya Avrupalı öküzlerin boynuzları üzerinde değil! Onların dışında da müthiş eserler veren, büyük yaratıcılar var dünyanın Kara Avrupası dışında kalan başka yerlerinde... Özellikle bizim yaşadığımız topraklarda, Doğu’da, Acem mülkünde, Anadolu’da, Arap coğrafyasında.
Büyük yazar fikrinin altını doldurmadan öldü. Ancak bugün üniversitelerde bölümler ayrılan karşılaştırmalı edebiyat denilen bir şey varsa, Goethe’nin bulduğu bu kavram sayesinde vardır. Buradan yola çıkan birçok kişi, hangi dilde yazarsan yaz, yazdıkların dünyanın en uç noktasındaki, mesela İzlanda’daki balıkçı için bir şey ifade etmiyorsa o edebiyat değildir.
Ve edebiyat, günümüzde tıpkı uluslararası dolaşıma çıkan diğer mallar gibi artık bir metadır. Müşterisi globaldir, alıcısı dünyanın her tarafına yayılmıştır ve aslında insanlığın hikayeleri ortaktır. Hepimiz aynı hikayeden beslenmişiz, çoğumuzun hayallerini aynı hikayelerin kahramanları süsler. Çocuklarımıza masal anlatırken, ninelerimizin anlattıkları belki önceliklidir ama bugün hemen hemen her çocuk, çok saçma da olsa “Kırmızı Başlıklı Kız”ı, “Kibritçi Kız"ı, “Pinokyu”yu bilir. Biz bu hikayeleri biliyoruz ama misal İsveç’te büyümekte olan bir çocuk da Samet Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ını, “Bir Şeftali Bin Şeftali”sini bilir.
*
Edebiyat eleştirmeni Adam Kirsch’in yakın bir zamanda VakıfBank Yayınları arasından çıkan “Küresel Roman, 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak” adlı hacmi küçük ama kapsamı büyük çalışmasında anlattığı gibi, hepsi kendi ülkesinde, yerel kültürleri içinde yaşarken, eserlerini 21. yüzyılın artık iyice küreselleşmiş toplumuna göre kurgulayan, evrensel okurun taleplerine göre biçimlendiren, böylece romanı yerel sınırların dışına çıkararak evrensel bir meta haline getiren ve Goethe’nin “dünya edebiyatı” ruhunu canlı tutan bizden Orhan Pamuk, Japonya’dan Haruki Murakami, Şili’den Roberto Bolaño, Nijerya’dan Chimamanda Ngozi Adichie, Pakistan’dan Mohsin Hamid, Kanada’dan Margaret Atwood, Fransa’dan Michel Houellebecq ve İtalya’dan Elena Ferrante gibi yazarların tümü, artık yerel kültürlerinin değil, küresel piyasanın bir starıdırlar.
Kendi ülkelerinin dışına çıktılar, edebiyatın sınırlarını genişleterek bütün dünyaya yaydılar.
Her yazarın artık, tıpkı rock yıldızları gibi onları dünyaya pazarlayan birer menajeri var. Bütün ticari ve sanatsal sorunlarıyla ilgilenen birer pazarlama ajansı var!
Edebiyat, özellikle roman artık bütün dünyada parasal karşılığı olan bir maldır. Eskinin o belirli bir kutsiyet atfedilen, reklamı, ilanı yapılmayan kitap, bugün yazarını zengin eden bir metadır.
Ve bu yazarların kitaplarını hangi dilden yazdığı artık hiç önemli değildir. Nasılsa pazarın dili artık bütün dünyada tektir; hangi dilden yazılırsa yazılsın anında belli başlı bütün dünya dillerinde, bütün dünya piyasasında yerini alıyor.
*
Şimdi yukarıda saydığım yazarların kervanına bizde Elif Şafak da katılmak istiyor.
Bence hiçbir sakıncası yok, bir İngiliz’in Türkçe roman yazması beni ne kadar sevindirirse, Elif Şafak’ın da İngilizce yazarak bu yolu kısaltmak istemesi beni o kadar sevindiriyor.
Dostoyevski’nin Rusça yazıyor olması, Yaşar Kemal’in Türkçe yazıyor olması bu iki büyük yaratıcının dünya kültür mirasının nadide iki büyük anıtı olmasına engel değildir mesela.
Dostoyevski sadece Ruslara, Yaşar Kemal sadece Türklere bırakılmayacak kadar kıymetlidir çünkü.
*
Bütün bu laflardan sonra gelelim Elif Şafak’ın yazarlığına. “Benim yazarım değil” demiştim. Ama bu onun başkasının yazarı olmasına engel değil. Belli ki anlattıklarıyla kendini özdeşleştiren yüzbinlerce okur var. Bir karşılığı var, anlattığı hikayelerden etkilenenler var, onu kendine yakın bulanlar var, piyasası var, ürettiği malın pazarda bir yeri var.
Yazdığı onca romanın içinde “Baba ve Piç” ile “Aşk”tan başka aklımda kalan pek bir şeyi yok. Fazla “hesaplı” bir yazar gibi geliyor bana. Yazdıklarının karşılığını çok düşünüyor. Piyasa değerini iyi hesaplıyor. Ona göre karar veriyor. Bence hiçbir sakıncası yok ancak meseleye böyle bakınca da, seçilen temanın derinleşerek bir romana dönüşmesinden çok, eldeki malzemenin pazarlanabilir bir mal haline gelip gelmediği tuzağına düşüyor ki, bu durum da yazdığı her şeyin biraz satıhta kalmasına yol açıyor.
Ama eğer bugün roman artık küresel bir meta haline gelmişse bu durum da sadece onu ve onu seven okurlarını ilgilendiriyor.
*
Elif Şafak’ın son romanından yola çıkarak mezarlıklar üzerine bir şeyler yazmak için oturdum yazıya. Olmadı, bu mevzu bir sonraki yazıya kaldı...