Sınırda iki ölü!
Jay Parini’nin Tolstoy’un hayatını anlattığı “Son İstasyon” kitabını okumuştum birkaç sene evvel, bugünlerde de Walter Benjamin’in hayatını anlattığı “Karşılaşmalar”ını bitirdim.
Biyografi yazıyor Parini ancak klasik biyografi değil onun yazdıkları. Büyük yazarların hayatlarından belirli anları, kesitleri alıyor onlardan bir roman yapıyor.
Farklı bir teknik; hem bir roman okuyorsunuz, hem de bir hayat hikayesini...
Siz bakmayın hemen hemen herkesin “hayatım roman” demesine, bir hayattan bir roman olmaz. Hayat ne kadar karmaşık olursa olsun, yazarın kalemini bağlayan hayatın bir gerçeği var. Oysa roman kurgudur, yazarın eli serbest olacak, onu sadece sanatın gerçeği bağlayacak...
*
Walter Benjamin’in ölümü, bana hep Sabahattin Ali’nin ölümünü hatırlatıyor. Fiziki benzerliklerinin ötesinde belki de ikisinin hayatının bir “sınırda” son bulmuş olmasıdır beni bu duyguya sevk eden, belki de ikisinin de yazar olmasıdır. Aynı zamanda ikisinin de faşistlerden kaçmasıdır belki de. Ne bileyim, nedense ikisinin hazin sonu arasında müthiş bir benzerlik kurarım.
Bejamin Alman Nazilerinden kaçıyordu, Sabahattin Ali de bizim Nazilerden...
Benjamin Fransa’dan İspanya’ya, oradan da Portekiz’e geçerek Amerika’ya varmak niyetindeydi. Sabahattin Ali ise Edirne’den Bulgaristan’a geçmek istiyordu.
İkisi de Marksist’ti. Biri bir kapitalist ülkeye sığınacak, öteki bir sosyalist ülkeye kaçacaktı.
İkisi de sosyalist olamayacak kadar rahatına düşkün, devrim uğruna ölmeyi göze almayacak kadar hayata bağlı, zevklerinden ödün vermeyecek kadar onları seven iki insandı.
Aradaki tek fark, Bejamin bir otel odasında ağır derecede morfin alarak canına kıydı, Sabahattin Ali’nin kafasını kalasla parçaladı bir karanlık zebani.
Biri intihar etti, öteki vahşice öldürüldü.
Walter Benjamin’i İspanya sınırındaki Port Bau kasabasının mezarlığına gömdüler, başucunda adı yazılı bir mezar taşı olmadığı için bugün mezarı bilinmiyor.
Sabahattin Ali’nin kafası ezilmiş cesedini bir çoban buldu, devlet el koydu, nereye gömüldüğünü kimseye söylemedi, bugün mezarı nerede bilinmiyor.
*
Bejamin, yaşadığı sürece dünyanın tamir edilebileceğine inanıyordu. Rafine bir düşünürdü. Çok kaliteli bir zihni vardı. İyi mekteplerde okumuş, iyi donanmış, Marksist olduğu halde “proletarya diktatörlüğünde” yaşayamayacak kadar özgürlüğüne düşkündü.
Asja Lacis adında bir Rus aktriste aşık oldu, peşinden Rusya’ya gitti, “siyasi ideallerini paylaşan bir sevgili” arıyordu. Bulduğunu sandı. Kadın ona boş ümitler verip işkence etti. O da bile bile bu işkenceye katlandı. Hatta o rafine fikirlerini, kadının fikirlerine benzesin diye kaba cinsten bir diyalektik fikre yaklaştırmaya çalıştı bir dönem, başarılı olamadı. Bu bile kadını tatmin etmedi, ne yaparsa yapsın “yoldaş Benjamin” olamıyordu.
Rusya’dayken uyduruk bir ansiklopediye “Geothe” maddesini yazdı, kendini akıllı sanan bir yoldaş, “Geothe gibi bir burjuva yazarı bizi ilgilendirmez” diyerek onu azarladı. O da kahrından kaldığı otel odasında günlerce dışarı çıkmayarak Marcel Proust’un “Yitik Zaman”ını Almancaya çevirdi. Dostu Gershom Scholem, Asja Lacis’e aşık olduktan sonraki durumunu anlatmak için, “1918’de tanıdığım Bejamin1928’deki Benjamin’le hiçbir zaman aynı sofraya oturmazdı” dedi.
Nazilerin Fransa’ya girmesi üzerine, İspanya’ya geçmek için birkaç mülteciyle birlikte Pirene dağlarına tırmanmaya başladı. Çantasında Geothe’nin şiirleri vardı. Soluğu kesildiğinde, durup dinlendiğinde çantasından hep aynı kitabı çıkardı, aynı şiirleri okudu.
Yazdıklarıyla “küçük zaferler” elde etti, ama yaşadığı süre boyunca payına hep “büyük yenilgiler” düştü.
Kendisini, “Ben her yol ayrımında ağırlığımı bir ayağımdan diğerine vererek duraksama eğilimindeyim” diye tanımladı.
Tarihin kendisini yüzüstü bıraktığını anladığı bir anda da, gestaponun eline düşmesin diye ağır dozda morfin alarak canına kıydı.
Birçok kişiye göre o Avrupa’nın “zihni”ydi.
Parini’ye göre, “Çağların kahkahasını atan son adamdı.”
*
Sabahattin Ali de Alman tedrisinden geçmişti. Türkiye’ye döndükten sonra öğretmenlik yaptı. Başta tasavvuf ve Nihal Atsız fikrine yakın durdu. Sonra Nazım Hikmet’le tanıştı. Nazım ondaki yazarlık yeteneğini keşfetti. “Kuyucaklı Yusuf”u Nazım’ın refakatinde yazdı. Sonra bir dost meclisinde okuduğu bir şiirde Atatürk’e hakaret etti diye hapishaneye atıldı, bir yıldan fazla yattıktan sonra çıktı, Atatürk’ü öven bir şiir yazdı ama kimse tınmadı, hayatı karartıldı, mimlendi, peşine hafiyeler düştü.
Oysa o sadece kızı ve karısıyla birlikte huzurlu bir hayatın peşindeydi. Sosyalistti sosyalist olmasına ama hep bir burjuva hayatı düşledi. Zengin olmak için olmadık işlere girdi çıktı ama öyle kolay yoldan zengin olunmuyordu.
1940’lara girerken Naziler nasıl Benjamin’i her yerde kovaladıysa aynı tarihlerde polis de Türkiye’de Sabahattin Ali’yi öyle kovaladı.
Memleketten kaçmaya karar verdi, rehber diye yanına ilişen kişi meğer ajanmış, Bulgar sınırında kafasını kalasla parçaladı.
Cesedinin yanında kırık bir pipo, gözlük, dolmakalem ve yırtık bir not defteri bulundu.
*
Sabahattin Ali’den geriye birkaç romanla bir sürü hikaye kaldı.
Kitapları Türkiye’de uzun süre yasaklı kaldı. Sonra basıldı, pek rağbet görmedi. Yakın bir zamanda yazar yeniden keşfedildi, kitapları peş peşe baskılar yaptı. En son ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçtiği için de “miri malı” oldu, şimdi bir sürü yayıncı onun kitaplarından biri sürü para kazanıyor.
Oysa o yaşarken çok yoksul bir hayat yaşadı.
*
Walter Benjamin ise, bir edebiyat eleştirmeniydi ama hiç hikaye ve roman yazmadı.
Geothe, Prost, Kafka’ya dair muazzam metinler bıraktı bize. Tarih kavramını sorguladı, “Pasajları” yazdı, bir de bugün her biri bir sürü düşünce adamına, yazara, romancıya, hikayeciye rehberlik etmiş ve etmekte olan muhteşem yol gösterici makaleler...
Bunlardan birisi “Hikaye anlatıcısı” makalesidir.
Orada şunları söyledi:
“Hikaye dinleyen kişi, hikaye anlatıcısının misafiridir; hikaye okuru bile bu mecliste yerini alır. (....) Ölüm, hikaye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır. Hikayeci, yetkisini ölümden ödünç almıştır.”
*
O halde o “mecliste yerimizi” alalım ve bir Sabahattin Ali’den, bir de Walter Benjamin’den iki hikaye dinleyelim:
*
Konya Cezaevindeyken 1930’ların başında, başgardiyan bir mahkumunun idama götürülüşünü şöyle hikaye eder Sabahattin Ali’ye:
“Bir gece önce savcı müdüre haber verir, müdür de bize, biz de ona göre tertibat alırız. Mesela idamlıkların bulunduğu koğuşlardaki lambalara daha fazla gazyağı koruz, çünkü idamlığı sabah çok erkenden kaldırdığımız için lambaların sabaha kadar yanması lazım. O gece izinli gardiyanların da izinlerini iptal ederim, onlar da niye onları tuttuğumu anlar. Sabah daha şafak sökmeden, jandarmalar koğuşun pencerelerinden tüfeklerini usulca uzatırlar. Biz gardiyanlarla birlikte koğuşun kapısını hızlıca açar, idamlığın üzerine çullanırız. O uyku sersemidir, ne olduğunu anlamaz, hızlıca onu koridora çıkarır, orada giydiririz.
“Ne yapalım, senin kaderin böyle imiş der, yola çıkarırız.”
“Peki diğer mahkumlar bir şey yapmazlar mı?”
“Kımıldayamazlar bile. Başını kaldırana, ‘yat yerine’ diye bağırdık mı, yorganı çeker büzülür. Zaten jandarmalar pencerede bekler dedik ya!..”
“Niçin böyle birden bire üstüne atılırsınız da yavaşça kaldırmazsınız?”
“Ölüme gitmek bu, herif durur mu? Ya başımıza bir testi falan atar, ya koğuştan çıkmak istemez, yahut da evvelden bir şey hazırlamıştır, üstümüze hücum eder!..”
“Akşamdan haber verip tecrit etseniz olmaz mı?”
“O zaman da belki kendini öldürür.”
“Siz herifi götürürken hiç müteessir olmaz mısınız?”
“Oluruz ama ne çare, tecellisi imiş deriz, vasiyeti varsa sorarız, sonra selamlarız.”
*
Bu hikaye de, yazarlık hayatı boyunca hiç hikaye yazmamış olan Walter Banjamin’den:
“Hikayeye göre, uzak bir Hasidik köyünde, birkaç Yahudi bir Şabat akşamı köhne bir handa odun ateşinin yanında bir araya toplanmış. Kim olduğunu kimsenin bilmediği bir kişi dışında hepsi de o yörenin insanlarıymış. Odanın arka tarafındaki gölge bir köşede elleri ve ayakları üzerinde çömelmiş sessizce duran besbelli ki fakir pejmurde bir adammış bu.
Çeşitli konuları tartıştıktan sonra bir dilek hakları olsa ne dileyeceklerini anlatmaya koyulmuşlar. Bir adam para, bir diğeri sadık bir damat dilemiş, bir başkası ise pırıl pırıl alet edevatıyla yepyeni bir marangoz tezgahı hayal etmiş. Herkes sırayla konuşmuş ve konuşmaları bittiğinde bir şey söylememiş olan tek kişi dilenciymiş.
Yöre halkı onu da zorlamış tabi. Ve adam da isteksizce, “Şöyle büyük, önemli bir ülkenin güçlü kralı olmak isterdim. Sonra bir gece sarayımda uyurken bir düşman krallığımı işgal eder, şafak söktüğünde atlıları kaleme girer ama muhafızlarımdan hiçbir dirençle karşılaşmazdı. Derin bir uykudan uyandırılacağım için giyinecek vaktim olmazdı; geceliğimle kaçmak zorunda kalırdım. Dere tepe kaçtıktan gece gündüz ormanları arşınladıktan sonra nihayetinde tam buraya bu acınası hana varır ve tam da şimdi bu köşede çömelmiş halde durabilirdim. Benim dileğim bu,” demiş.
Adamı dinleyen diğerleri kafaları ciddi anlamda karışmış halde etraflarına bakınmış.
“Bunun size ne faydası olurdu?” diye sormuş adamın biri.
Dilenci biraz duraksadıktan sonra:
“En azından bir geceliğim olurdu” demiş.”
*
Walter Benyamin intihar ettiğinde başucunda Goethe’nin bir kitabı, Sabahattin Ali öldürüldüğünde yanında kana bulanmış Puşkin’in Almanca bir şiir kitabı vardı.
Goethe ile Puşkin romantizm akımının en önemli iki temsilcisiydi.
*
Walter Benjamin 20. yüzyılın en büyük entelektüllerinden birisiydi.
Sabahatin Ali ise bir aydındı.
Entelektüel ile aydın ayırımına dair bir yazı ise Çarşamba’ya...