Doğu yolcuları kalmasın!
Marmaris’ten Datça yoluna girdiğinizde, bir tepeyi tırmanmaya başlarsınız önce. Hisarönü Körfezi’ne doğru geçidi aşmadan, zirveye yakın virajlarda seyir terasları var. Bir virajda durup karşıya bakarsanız, Marmaris Körfezi bütün güzelliğiyle karşınıza çıkar.
Solda Marmaris kalesi, marina, oradan Yalancı Boğaz’a kadar yeşillik başlar. Arkası Deniz Kuvvetlerinin elindedir, yemyeşil kalmış, ama sağda İçmeler’den öteye Turunç’a kadar betondan bir dağ...
Buradan bakınca güneşle deniz oyun oynuyor sanki. Sanki birisi ışıkları idare ediyor, birisi de denize biraz daha mavi boya döküyor gibi... O sırada canın nasıl bir renk görmek istiyorsa körfezdeki durgun deniz sana öyle görünüyor.
*
Şu anda benim gördüğümü, bundan tam 169 yıl önce 18 Ekim 1850 Pazartesi günü, dünya edebiyatına “Madam Bovary” gibi hala her devirde aynı heyecanla okunan dev bir eser hediye etmiş olan meşhur Fransız romancı Gustav Flaubert de görmüştü.
Sel Yayıncılık’tan çıkan “Doğuya Yolculuk” adlı seyahatnamesinde o anı şöyle anlatır Flaubert:
“Marmaris Körfezi’ne giriş bana Como Gölü’nü anımsattı. Koyu mavi tonlarda, orta büyüklükte kayalar düzensiz bir şekilde art arda dizilmiş. Deniz çok sakin, liman ağzını geçmek üç saat sürdü. Marmaris’te liman biraz genişliyor. Kent denizin kenarında; geldiğimiz sırada ay doğuyordu. Küçük kalesi yüzünden askeri bir kent olan Marmaris’e güneş battıktan sonra girilmiyor. Geceyi teknede geçiriyoruz.”
Peki Flaubert’in Marmaris’te ne işi vardı? Hangi rüzgar atmıştı onu buraya? Nereden gelmiş, nereye gidiyordu?
Onu da, birçok meslektaşı gibi buraya, Doğu’nun; o gün gibi olmasa da bugün hala güzel olan bu küçük kasabasına aslında “Bin Bir Gece Masalları” getirmişti.
Bu masalların onların muhayyilelerinde yarattığı resim öyle çekici, öyle gizemli, öyle dayanılmazdı ki, onu yerinde görmek isteği o dönemde birçok yazarı, ressamı, sanatçıyı, seyyahı tütsü ve buhur kokan Doğu’ya yollamıştı.
Marmaris Como Gölü*
Şarkiyatçı Galland 1704’te “Bin Bir Gece Masalları”nı birkaç versiyonunu karşılaştırarak Fransızca'ya çevirdi. Kitabın Fransa’da yayınlanması bambaşka bir dünyanın kapılarını açtı birçok yazara. Hem edebiyatın gelişimini etkiledi, hem de o masalın gerçek mekanı olan Doğu’ya dair hayallerini büyüttü insanların.
Zaten 15. yüzyıldan itibaren Doğu’ya dair olan “Şarkiyatçılık” fikri ufak ufak inşa edilmişti. Seyyahların anlatımlarına dayanarak haritalar çizilmiş, seyahatnameler, anı kitapları yazılmıştı.
Doğu tuhaf bir yerdi. Orda “hayvan başlı insan vücutlu” yaratıklar vardı. Keşfedilmesi gereken bir yerdi. Her anlamda bir maden sahasıydı.
O yüzden Fransız Devrimi sonrasında iktidara gelen Napolyon’un Mısır Seferi'ne çıktığında, yanında antropologlar, arkeologlar, dilbilimciler, folklor araştırmacılarından oluşan ikinci bir ordu daha vardı.
Her yönüyle Doğu’yu inceleyeceklerdi.
1789 Fransız Devrimi’nden sonra ülkede radikal değişimler yaşandı. Napolyon Savaşları bir yığın siyasal ve ekonomik çalkantıya yol açtı.
Toplum ağır bir “değerler” bunalımına girdi. Bundan edebiyat çok etkilendi; bu yeni hale “yüzyıl hastalığı” adı verildi.
Özellikle “Bin Bir Gece Masalları”nın etkisinde kalmış, seyahatnamelerden etkilenmiş devrim sonrası edebiyatçı kuşağı kaygılı, uyumsuz, hayalci bir kuşaktı. “Uzak iklimleri” hayal ediyorlardı, egzotik yerleri keşif merakıyla yanıp tutuşuyorlardı.
Uzak iklimler, kokulu, renkli, gizemli yerlerdi.
18. yüzyıl başından ortasına kadar kafileler halinde Doğu seferine çıktı yazarlar.
Chateaubraiand, Lamartine, Gautier, Nerval bunların en ünlüleridir.
Gustav Flaubert de bu yolun en önemli yolcularından birisiydi.
Bir de Pier Loti var tabi. Adı hala Eyüp’te bir tepede yaşayan aslında bir zabit olan Pierre Loti… O gelip gezip, dönüp gördüklerini yazmadı çağdaşları gibi. Tam tersine geldi İstanbul’a yerleşti. Buralı oldu. Diğer oryantalistler gibi anlatmadı, tam tersine oturdu “İstanbul’un aşk olarak dile gelişi” olarak nitelendirilen “Aziyade” adında bir de romanını yazdı.
Avrupa’nın emperyalist politikalarına hizmet eden bir anlayış olarak görülen ve Batı’nın üstünlüğüne, Batı’nın Doğu üzerindeki hakimiyetini meşrulaştırmasına dayanan, Filistin asıllı Amerikalı profesör Edward W. Said’in geliştirdiği “Şarkıyatçılık” söylemi henüz ortalıkta yoktu.
Ona daha çok var.
Ama 1925 yılında Nazım Hikmet, yaratılan Doğu imgesine her şeyden önce Doğu’nun yekpare bir bütünlük oluşturamayacağı savıyla karşı çıktı.
“Pierre Loti” başlıklı şiiri şöyledir:
Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan
şadırvan!
Gümüş tepsilerde rakseden sultan!
Mihrace, padişah,
bin bir yaşında bir şah.
Minarelerde sallanıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!
İste Frenk şairinin gördüğü şark!
İşte
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
Şark’ı!
Lakin
ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir Şark
yoktu,
olmayacak!
Şark
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan olduğu diyar!
Ağzına kadar
buğdayla dolu ambar!
Avrupa’nın ambarı!
Asya!
Amerikan dretnotlarının tel direklerine
senin Çinlilerin
uzun saçlarından
sarı mumlar gibi asıyorlar kendilerini!
Himalayanın
en yüksek
en dik
en karlı tepesinde
Britanya zabitleri cazbant çaldırıyorlar,
kara tırnaklı ayaklarını daldırıyorlar,
Paryaların
beyaz dişli ölülerini attığı Gania!
Anadolu baştan başa
Armistrongun
talim meydanı oldu!
Asya’nın bağrı doldu!
Şark
yutmayacak
artık!
Bıktık be bıktık!
İçinizden biri
can verebilse bile
açlıktan ölen öküzümüze,
burjuvaysa eğer
gözükmesin gözümüze!
Hatta sen
sen Pier Loti!
Sarı muşamba derilerimizden
birbirimize
geçen
tifüsün biti
senden daha yakındır bize
Fransız zabiti!
Fransız zabiti sen
o üzüm gözlü Azadeyi
bir orospudan
daha çabuk unuttun!
Kalbimize diktiğin
Azade’nin taşını
bir tahta hedef gibi topa tuttun!
Bilmeyenler
bilsin:
Sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin!
Şarlatan!
Çürük Fransız kumaşlarını
yüzde beş yüz ihtikarla şarka satan:
Piyer Loti!
Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer!
Maddeden ayrı ruha inansaydım eğer,
Şarkın kurtulduğu gün
senin ruhunu
köprü başında çarmıha gerer
karsısında cigara içerdim!
Ben elimi size verdim,
size verdik bir elimizi
kucaklayın bizi
Avrupa’nın sankulotları!
Sürelim yan yana bindiğimiz al atları!
Menzil yakın
bakın
kurtuluş günü artık sayılı.
Önümüzde şarkın kurtuluş yılı
bize kanlı mendilini sallıyor.
Al atlarımız emperyalizmin göbeğini nallıyor.
Yıllar sonra Nedim Gürsel, Nazım Hikmet’in arkadaşı Abidin Dino’ya bu şiirle artık herkesin bir Türkiye hayranı, Türk dostu olarak kabul ettiği Pierre Loti’ye haksızlık yaptığını, Dino’nun kendisine söylediğini yazdı.
Şiirin yazıldığı tarihlerde “Doğu sorunu” çok yakıcıydı ve kibirli oryantalistlere öfkelenmemek elde değildi.
Nazım Hikmet de genç ve heyecanlı bir Marksis’ti!
*
Şarkiyatçıların gözünde Doğu, sokaklarda raks eden rakkaseler, altından saraylar, eğlencenin bini bin para, hurilerin cirit attığı sokaklar, ihtişam, şatafat, zenginlik... Her şeyi “Bin Bir Gece Masalları” gibi tahayyül eden bütün o seyyahlar, bütün o zabitler, o muharrirler gezip gördükleri her yerde derin bir hayal kırıklığı yaşadılar.
Aradıkları hiçbir şey Doğu’da yoktu. İhtişamın, zenginliğin, rakkaselerin, hurilerin yerinde açlık, sefalet, ölüm ve hastalık vardı. Memleketlerine dönünce yazdıkları seyahatnameler, ön yargılarla dolu olsalar da Doğu halklarının bilinmedik hayatlarına dair ilginç bilgiler sundular kibirli Avrupalılara.
*
Bu geleneğe uyup soluğu Doğu’da alan Flaubert 28 yaşında genç bir yazardır. Daha ünlenmemiş. Onu bütün çağların dev yazarları arasına sokacak olan başeseri “Madam Bovary”i yazması için henüz altı senesi var.
Yazar dostu Maxime Du Camp’la çıkıyorlar yola.
Doğu çağırıyor onları! Gizem, baharat, ipek, altın, tütsü, raks...
Fransa’dan Mısır’a gidiyorlar, dört ayda at sırtında Nil’i geçiyorlar, oradan Suriye topraklarına giriyorlar, oradan da Rodos’a, Rodos’tan Marmaris’e, Aydın, Efes üzerinden İzmir, İzmir’den İstanbul, oradan Yunanistan ve İtalya’da son buluyor yolculuk.
*
Marmaris’e gelişini şöyle anlatıyor büyük romancı:
“18 Ekim 1850 Pazartesi günü yalnızca önü ve arkası güverteli bir tekneyle Rodos’tan Marmaris’e hareket ettik. Ortada sepetler ve safra taşları. Reisimiz mavi gözlü, ön dişleri eksik biri. Kararlı, inatçı, açık yürekli bir hali var. Adamlarından birinin sırtında kolları işlemeli yün ceket, fesinin üstünde fular, kolları sıvalı; vahşi bir hali var. Çirkin miço: Kocaman Tatar kafalı, kirli küçük gözler. Bir yolcu: Yüz hatları düzgün, ak sakallı yaşlı bir adam.”
Marmaris’ten Efes ve İzmir’e doğru yolculukta yollarına önce, “Dağlar arasında büyük bir ova” (muhtemelen Menderes Ovası) çıkıyor, sonra “Birkaç deve”... Yazar develeri görmekten hoşnut olmuyor zira, “develer burada kendi ülkesinde değil.”
Günler sonra İstanbul’a varıyorlar. “Tophane rıhtımında gemiden iniyor, dar Pera Yolu izliyoruz. Justiniano Otel”e yerleşiyorlar.
*
İstanbul’dan annesine mektuplar yazıyor.
Bundan on yıl kadar önce, Flaubert’in doğduğu şehir olan Rouen Üniversitesi, bulduğu her fırsatta Flaubert’in yazarlığı üzerindeki etkisinden bahseden Orhan Pamuk’a bir fahri doktora unvanı verdi. Orhan Pamuk törende yaptığı konuşmada Flaubert’in İstanbul günlerinden şöyle bahsetti:
“İstanbul’dayken Flaubert, annesinin bir mektubundan, bir arkadaşının evlendiğini ve annesinin sıranın ne zaman oğluna geleceğini merak ettiğini öğrenince ona bir cevap yazdı. 15 Aralık 1850 tarihli, “Constantinople”dan yazılmış bu mektubu, yazar olmayı düşlediğim gençlik yıllarında sık sık açıp okur, Türkiye’de, İstanbul’da yazar olarak ayakta kalmanın, yola devam etmenin zorluklarına karşı bu çok özel metinden kuvvet almaya çalışırdım.
İstanbul’da ilk romanımı bitirip yayımlatmaya çalıştığım, annemle yalnız oturduğum 1970’lerin sonunda; Flaubert’in 1850’de bu sözleri yazdığı, günlerce kaldığı Justiniano Oteli’nin Galata’da nerede olduğunu bulmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Tıpkı onun kendisine örnek aldığı “büyük adamları” gibi, ben de Flaubert’i kendime örnek almaya çalışıyordum. Flaubert’in ünlü mektubunda neredeyse içgüdüsel bir rahatlıkla dile getirdiği modernist edebi ahlakın bir ilkesi sıradan burjuva hayatından ve başarıdan uzak durmak ise, diğer ilkesi de bunu başarıyla ve içtenlikle yapan keşiş tabiatlı büyük yazarlara hayranlık duymak, onlarla özdeşleşmektir.”
*
Marmaris Körfezi’ni seyre koyulduğum yerden ayrılırken, bundan 169 sene önce köhne bir tekneyle bu küçük kasabanın limanından memleketimize ayak basmış olan “Madam Bovary”nin yazarını en iyi tanımlayan Orhan Pamuk’un sözleri vardı aklımda:
Gustav Flaubert, “Bir yandan insanlığa sınırsız bir öfke ve kızgınlık duyan, diğer yandan da aynı insanlara derin bir şefkat besleyip onları herkesten iyi anlayan bir yazar”dı.
İstanbul’a gidince ben de, tıpkı Pamuk’un yaptığı gibi kaldığı otelin yerini arayacağım!