Tekrar tekrar çal, Fazıl Say!
Şu yaşıma geldim, kocamış bir herif oldum çıktım, bu toprakların yetiştirdiği en büyük piyano virtüözü olan Fazıl Say’ı ilk defa sahnede seyrettim.
Bu da benim ayıbım olsun!
Ama Datça Açıkhava Tiyatrosu’ndan çıktığımda, hiçbir yaşın, hiçbir şey için geç kalınmış bir yaş olmadığını yeniden anladım.
Portekizli büyük yazar Saramago elli yaşında yazmaya başladı, yetmişinde Nobel aldı diyerek kendimi teselli ettim.
*
Bizim müziğimiz tellidir abiler!
Bizim turnamız telli... Telgrafın tellerine kuşlar konar bizim ellerde, saçlarından bir tel alır, bin yıl saklarız yârin...
Piyano bize Kaf dağı kadar uzaktır. Semboldür piyano. Hatta o derece semboldür ki, piyano çalarsak eğer doğrudan “muasır medeniyet seviyesine” çıkacağımız sanırız.
O yüzden bütün o uzun yazı hayatı boyunca Çetin Altan, hemen hemen her yazısında köylülerin piyano çalmasından bahsetti durdu. Her fikrin kendine yer bulduğu o tuhaf 60’lı yıllarda büyük usta evlerinde piyano sesi yükselen köy evlerini hayal etti.
Sonuçta piyano naif bir enstrümandır. Sert mizacı yumuşatır.
Ama bizim tetik çeken, kilim dokuyan, zurnanın delikleri üzerinde dans eden parmaklarımız o kadar naifliği kaldırmaz.
Biz sazı döver gibi çalarız. Dövdüğümüz yerden ses çıksın isteriz. Davulu gümbürdetir, mahşeri bir şenlik olsun isteriz eğlencemiz.
Tek başına dinleyen, tek başına yapan, tek başına tefekküre dalan, tek başına uzaklara bakan insanlar değiliz biz. İnşaatı, otobanı bile kalabalık seyrederiz.
Bir şey yapacaksak hep birlikte yapmak isteriz.
Müzik ya neşelendirsin isteriz bizi, ya da efkarlandırsın.
Ya oynatsın bizi isteriz, ya da bir meyhanede kederimize meze olsun!
*
Konserin verileceği tiyatroya giden yolda, yol kadar uzun bir insan kuyruğuyla karşılaşınca düşündüm bunları.
Bu tiyatroda daha önce bir sürü gösteri seyretmiştim, ilk defa bu kadar uzun bir kuyrukla karşılaşıyordum.
“Cep telefonunun tuşuna basmayı bilmeyen” millet, piyanonun tuşlarına dans ettiren piyanisti dinlemeye gidiyordu.
*
Kaz Dağlarından geliyordu Fazıl Say. Orası için bir “marş” bestelemiş, bir gün önce orada kalabalık bir kitleye çalmış, şimdi ikinci kez bize çalacaktı.
Çalmaya başladı.
Yeşil bir yel esti, yeşil bir orman gümbürdedi, yeşil bir su aktı, yeşil bir gök şahitlik etti her şeye, yeşile kesti arkamdaki deniz, yeşil baktı herkes piyanoya. Yeşil ağladı doğa. Üzerimize yaprak döküldü.
Ve ben o yeşilliğin içinde, Kaz Dağlarının tümünü kazsak, toprağı elekten geçirmeden som altın olarak kenara ayırsak, o altından kendimize yeni bir Kaz Dağı yaratsak, şimdiki Kaz Dağlara kadar bize bir faydası olmaz diye düşündüm.
Hiçbir çevrecinin hiçbir sözü, hiç bir aktivistin hiçbir sloganı bu kadar kısa süre zarfında beni bu fikre getiremezdi.
Piyanonun tuşlarından çıkan bir kaç nota bana, “Kaz Dağları, altından daha değerlidir hacı, sen de ona sahip çık” dedirtti.
Ve asıl darbe, “Troya Sonatı”yla indi piyaniste geç kalmışlığıma.
Hikayesini büyük usta Homeros’tan okumuş, filmini Wolfgang Petersen’den seyretmiştim. Şimdi tarih kadar eski olan aynı hikayeyi Fazıl Say’dan dinliyordum. Dansını Anadolu Ateşi'nin mucidi Mustafa Erdoğan'dan izlemiştim.
Edebiyatçının işi biraz daha kolaydır, kelimeleri ardı ardına dizer, beynimizde bir resim oluşur. Sinemacının işi daha da kolaydır, bütün araçlardan yararlanır resimleri gözümüze sokar. Ama müzik öyle mi?
Sadece sen ve kulağın varsınız.
Ruhani olan tek duyu organımız olan kulak... Ve eğer bir şeyi göz yerine kulakla görürsek eğer işte orada her şeyin rengi değişir.
Müziğin gücü de buradan gelir.
Tuşlara bastıkça deniz dalgalandı. Kadırgalar deniz üstünde, yelkenleri şişti... Savaş meydanında Aşil ile Hektor cenge durdu. Hüzünlü kahraman Hektor sendeledi, Aşil’in topuğundan kan aktı sahneye.
Ay ışığının altında tuşlara inip kalkan parmaklar gürze dönüştü... Kalkanlar savunmaya kalktı, kılıç gürze çarptı... Şangırtılarını işittim kılıçların, tuşa inen her parmaktan kıvılcım saçıldı etrafa.
Bir ara piyanodan bağlama sesini duydum. Kös oldu bir ara, bir ara davul oldu gümbürdedi, bir cümbüş sesi sıyırıldı aradan.
Piyano ağlıyor, gülüyor, çığlık atıyor, askerleri uygun adım yürütüyor, kadınları ağlatıyor, savaş meydanından kalkan tozu solduruyordu.
O sırada piyanonun gözü olsa hüngür hüngür ağlar, dili olsa bas bas bağırırdı.
Çalarken bütün vücuduyla hissediyor, vücudunun her yerine yayılan duygu, bütün damarlarına, saç uçlarına kadar geze geze parmak uçlarına varıyor, oradan da bizim en sadık görme organımız olan kulaklarımıza ulaşıyordu.
Yahu bu adam basbayağı piyanoyla şelpe yapıyor!
*
İkinci bölümde Serenat Bağcan çıktı sahneye. Yaptığı besteleri çaldı Fazıl Say, o söyledi. Nazım Hikmet’in, Metin Altınok’un, Ömer Hayyam’ın, Cemal Süreyya’nın, Can Yücel’in, Turgut Uyar’ın, Muhyeddin Abdal’ın şiirleri müzikle hemhal oldu. Şiirin içindeki müzik, piyonunun sesine karıştı, piyano şiir okudu, Serenat Bağcan şarkı söyledi.
Bu şairlerin bizden olanları, Fazıl Say’ın babası Ahmet Say’ın arkadaşlarıydı. Nazım gurbette hasretten öldü, Metin Altınok Sivas’ta ateşe atıldı, Cemal Süreyya “her ölüm erken ölümdür” diye bağıra bağıra gitti erkenden, Can Yücel rakı şişesinde boğuldu, Turgut Uyar bir karanfilin yerçekimine kapıldı...
Çoğu “Bingöl Hikayeleri”nin yazarı babasının meyhane dostuydu. Küçükken annesi babası ayrıldığı için Fazıl Say babasının yanında büyümüş. Babası da geceleri Ankara’da Tavukçu’da bu şairlerle zamana kıydığı için de her defasında giderken yanında oğlunu da götürmüş. Fazıl Say, o uzun geceler boyunca hep o tahta iskemlelerde uyumuş.
Burnunda anason kokusu, kulaklarında şiir... O şiirler zamanla işte bu bestelere dönüşmüş.
*
Küçükken babası top oynamasına bile izin vermemiş. Bunu okuduğumda, “oğlum piyanist olacak” diye onu döven Beethoven’in babası geldi aklıma.
O yüzden Beethoven ile Fazıl Say birbirini iyi bilir. Gerçi Fazıl Say, Beethoven’in muhtemelen adını bile duymadığı bir ülkede, ondan 200 sene sonra dünyaya gelmiş ama olsun... Birisinin dudak-damak yarığı dolayısıyla küçük yaşlarda melodika çalıp dört yaşında piyanoya geçmesi, ötekinin sağır olduğu için piyanoyla savaşından dolayı evlerden kovulması ve bütün zamanların en muhteşem eseri olan 9. Senfoni'yi sağırken bestelemesi, yani ikisinin de birer mucizeyi gerçekleştirmiş olması, babalarının onları döve döve piyanist yapmasıyla izah edilecek bir şey değil. Bunun tek izahı ikisinin de “dışarıyı değil içeriyi duymasıyla” ilgilidir herhalde.
*
Bir zamanlar “laik depresif” bir hastalıktan mustarip olması, Ak Parti ikinci kez tekrar iktidara gelince “ben çekip gidiyorum” demesi, “arabesk yavşaklıktır” diye demeç vermesi, bir ara bir magazin figürü haline gelmesi, inanca hakaret suçlamasıyla 10 ay hapis cezasına çarptırılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la buluşması, kendisine sanattan çok daha ağır bir siyasal yük yüklemiş olan huzursuz laiklerin bunun üzerine ona sinirlenip “senin adın bundan sonra Necip Fazıl Say olsun” demeleri, yani siyasete dair her şey zamanla unutulacak.
Geriye bir tek şey geride kalacak. Yaptığı birbirinden muhteşem eserleri...
Sahiden Beethoven sağcı mıydı, yoksa solcu mu?
9. Senfoni hangi yanımıza iyi geliyor? Yaralarımıza mı, yoksa siyasal fikirlerimize mi? Ruhumuzu mu besliyor, yoksa kinimizi mi?
*
Derler ki, “Yaşlılık yüksek bir dağa tırmanmaya benzer. Yukarı çıktıkça soluğumuz kesilir ama bakış açımız genişler.”
50 Yaşına doğru bir kala Fazıl Say’ın da “bakış açısı” belli ki genişliyor.
Bunun bize ve müziğe o kadar büyük bir faydası var ki...
Her yerde, hepimize için, hep çal Fazıl Say!