Bakanın komünist, şair oğlu!
Şair Can Yücel’in yattığı Datça Mezarlığı, kasabaya girmeden önce, yüksek bir tepenin üzerindedir. Şairin mezarı da mezarlığın en yüksek noktasında...
Sırtını mezara verip karşıya bakarsan, Kara İncir’in oralardan başlayıp kasabanın içine kadar geniş bir kavis çizerek uzanan Akdeniz bütün güzelliğiyle karşına çıkar.
*
Mezarın başında durdum. Önce ruhuna bir Fatiha okudum. Elimle kırlaşmış sakalımı sıvazlarken, nedense aklıma “Akdeniz yaraşıyor sana” dizesi geldi, aynı şiirdeki son dizeyi bozarak, “Şair, yaraşıyorsun sen Akdeniz’e” dedim.
Yanımdaki Seyit Kaptan, “Bir şey mi dedin abi?” dedi.
“Öfkesi gecelerin beyiydi” dedim. Hiçbir şey anlamadı, ama uzatmadı Seyit Kaptan, sustu.
“Hadi, bir de evini görelim” dedim, Eski Datça’nın yolunu tuttuk.
*
Can Yücel, “Benim öfkem gecelerin beyidir” diye başlayan ve belki de külliyatı içinde en güzel şiirlerinden birisi olan “Kayıtlı” şiirinde “bir dünya kötülükten” uzun uzun bahseder ve dönemin Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) kaydını yaptırmakla bitirir şiirini.
Murat Belge, “Şairaneden Şiirsele, Türkiye’de Modern Şiir” adlı kitabında anlatıyor. Can Yücel’le çok iyi arkadaştılar. 1960’ların başında, Ankara’da Murat Belge’nin dayısı Yakup Kadri’nin evinde tanışmışlar. O günden itibaren birlikte sömürüsüz bir dünyanın, sosyalist bir Türkiye’nin hayalini kurmuşlar. Hatta Ömer Laçiner ile Murat Belge’nin 1970’lerde kurup bugüne getirdiği, Türkiye’nin en önemli fikir dergilerinden birisi olan “Birikim”in isim babası da Can Yücel’dir. “Otokritik”ten yola çıkarak “özeleştiri” kavramını da Türkçeye o hediye etmiştir.
Birikim’in ilk yayınlandığı günden bugüne herkes, her şey değişti, Türkiye’ye sosyalizmin gelemeyeceğini, devrimin bir “ihtimal” dahi olmadığını en inançlı komünistler bile anladı ama Can Yücel bu inancını ölünceye kadar hiç kaybetmedi.
1990’ların ortalarında yeni çıkan Radikal Gazetesi’ne yazılar yazdığı ve Bilgi Üniversitesi’nde ders vermeye başladığı için arkadaşı Murat Belge’yi “döneklikle” itham eden bir şiir yazıp “Öküz” dergisinde yayınladı.
“Dönmeyenler” başlıklı, o şiire hiç benzemeyen şiir şöyleydi:
öyle keyifli yazıyorum ki
bu adamlar hem üniversitede var
hem gastede yazar
hem de bozarlar
asaf savaş sakat
ve belgeli murat
bu murat belgeli murat
çok ingilizce bilir
ama hel'sinkiyle güvey girer
bu özel üniversite randevucuları
aydın doğan solcuları
dünyaya birşey öğreteceklerini
sanırlar
ekonomi ekonomi diye
kendilerini unuttukları gibi
bizleri de unuturlar
bu adamların listesi
asaf savaş sakat
belgeli murat
ekonomist mete tuncer
turker alkan, fisun özbilgen
başlangıç celal
laçiner'i sayıyorum
adları lazım değil esasında
kendileri lazımlık
(Hayatın ironisine bakın ki, arkadaşları Aydın Doğan’ın gazetesinde yazıyor, bir özel üniversitelerde ders veriyor diye onlara “lazımlık” diye hakaret eden Can Yücel’in kitaplarını şimdi Türkiye’nin en büyük bankasının kurduğu bir yayınevi yayınlıyor.)
İçkiye olan esaretinin acısını arkadaşlarından çıkaran, o yüzden kesif bir kıskançlığın ürünü gibi duran yukarıya aldığım şiir yüzünden Can Yücel öldüğünde Murat Belge küstü ona. Yine de kitabında arkadaşının hakkını teslim ediyor Belge:
“Can iyi bir şair, ama aynı zamanda ya da öncelikle eşi benzeri az bulunur bir insandı. Olağanüstü parlak bir zekası, olağanüstü bir entelektüel kıvraklığı ve enerjisi vardı. İyi okumuştu, çok konuda sağlam bir bilgi sahibiydi.”
Murat Belge’ye göre Can Yücel “kararlı” bir komünistti. Komünist olmak, onun için bir varoluş sorunuydu, “kaslarıyla, sinirleriyle, kıkırdaklarıyla komünistti.”
Stalin’e bile toz kondurmazdı. Sosyalistlerin “Sovyetçi-Çinci” diye ayrılmalarına kızar, iki tarafı da ne haklı, ne haksız bulurdu.
Bu ülkelerde komünizmin insanların başına getirdiği felaketleri bilen bir insandı ama “bunları dillendirmek bize düşmez” derdi. Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgali sırasında bir gün Galata Köprüsü'nde karşılaşmışlar Murat Belge’yle, “Bu Sovyetler işimizi çok güçleştiriyor” demiş.
Bütün bunlara rağmen komünizme toz kondurmazdı.
*
Ama bir komünist için çok ağır bir “bagaj” taşıyordu sırtında. Bir kere Bakan oğluydu. Maarif Vekili olan Babası Hasan Ali Yücel, kurulu düzenin en önemli aktörlerinden birisiydi. “Bu ülkenin baş düşmanı komünizmdir” diyen bir ideolojinin en önemli militanıydı. Burjuva devriminin en önemli girişimi olan “aydınlanmanın” Türkiye’deki öncüsüydü. Bakan’ın komünist oğlu, eğer devrim olacaksa, önce babasını tutuklamalı, onu yargılayıp hapse atmalı, ardından da idam etmeliydi. Ama bunu babasına yapamazdı. Çünkü onu herkesten çok seviyordu. Ona başkaldırma öfkesiyle doluydu ama aynı zamanda “Ben hayatta en çok babamı sevdim” şiirini yazacak kadar da ona “derin bir sevgi” besliyordu.
Babasını şöyle anlatır:
“Tabi bir de babam vardı. O yıllarda müfettiş, Anadolu’yu dolaşır. Arada bir gelir. Tam otururuz masaya, çat kapı bir polis gelir. ‘Dolmabahçe’den çağrılıyorsunuz’ derdi. Kalkar gider. Saat ikide, üçte çakırkeyif bir halde gelir. Beni uyandırır, öper öper, ondan sonra da sızardı.”
Aynı röportajda babasının bir de Atatürk’le anısını anlatır:
“Atatürk sormuş ‘sıfır nedir?’ diye. Sonra herkes bir şeyler söylemiş. Atatürk olmadı, molmadı, bilmiyorsun diye terslemiş. Babam bakmış pabuç pahalı. Ne dese, felsefi bir cevap verse, hani sıfır altının başladığı yer dese, yine olmayacak. Atatürk mutlaka bir kulp takacak. Babam da ‘Efendim sıfır, sizin karşınızda biziz’ demiş. Atlatmış vaziyeti.”
Hatıratına yazdığı önsüzde bir hatıra daha nakleder babasından...
Hasan Ali Maarif vekiliyken bir gün Afyon’dan dönüyorlarmış. Bakanlara o zamanlar özel vagonlar tahsis ediliyor. Gecenin geç bir vaktinde tren bir kasabada durur. Kasabanın ileri gelenleri ille de bakanı görecekler. Uyandırırlar Hasan Ali’yi, uyku sersemi, ahlaya poflaya kalkar, nasılsa pencereden onları selamlayacak diye gömleğini giyer, kravatını bağlar, üstüne ceketini giyer, pantolonsuz, donla pencereye çıkar el sallar istasyondaki ahaliye. O sırada bir grup işgüzar ille elini öpecekler bakanın diye vagona hücum ederler, Hasan Ali altı kaval üstü şeşhane apar topar kompartımana kaçar.
Babası Hasan Ali Yücel, Murat Belge’nin deyimiyle bir alemdi... Oğluyla senli benliydi ama ağır bir otoriteydi. Yine Belge’ye göre “müsteşarını evde donla karşılayan bir bakan. Metresiyle aynı apartmanda oturan bir adam”dı.
Ama dünya edebiyatının bütün önemli klasiklerinin Türkçeye çevrilmesini de ona borçluyuz.
*
Bu düşünceler içinde Seyit Kaptan’la, hiç kimseye yerini ve sokağını sormadan kolayca vardık şairin Eski Datça’daki evine. Sokak hınca hınç doluydu. Kapının önünde bir yığın insan durmadan selfi çekiyordu. Kapının üzerine, bu yoğun ilgiden olsa gerek, “Burası bir müze ev değil, lütfen girmeyin” diye bir uyarı levhası asılmıştı.
Bir anda kapının gerisinde, ağzının kenarı sigaradan sararmış bembeyaz sakalları, pejmürde kılığıyla şair canlandı gözümün önünde. (“Pejmurde” kelimesi bu cümlede doğru yerdedir!)
Aklım onunla ilk tanıştığım güne gitti.
İstanbul’da geldiğim ilk yıllarda, Vedat Günyol’la gittiğimiz Bostancı’daki Hatay Lokantası’nda aynı sofrada bulunmuştum. Masada ondan başka Cemal Süreya da vardı. Vedat Günyol’a, “Seni neden seviyorum Vedat biliyor musun? Çünkü sevdiklerimiz ortak” dedi Can Yücel. Bunun üzerine Vedat Günyol yüksek sesle, “Danton” dedi, o “Marat” dedi. Vedat Günyol, “Saint-Just” dedi, o “Lenin” diye bağırdı. Lenin adını beklemeyen Vedat Günyol, “sittir et onu” dedi, herkes kahkahayı bastı.
Bir ara laf döndü dolaştı Peyami Safa’ya geldi. Ben de “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu yeni okumuş, çok etkilenmiş bir yeniyetme olarak, “Peyami Safa’yı yabana atmamak lazım” demiş bulundum. Can Yücel elindeki rakı kadehini masaya bıraktı, dik dik bana bakarak, “Evet delikanlı haklısın, onu yabana değil, aslanlara atmak lazım” dedi.
Yine herkes güldü, ben çok utandım.
*
Seyit, yirmi yıldan beri Datça’da kaptanlık yapıyor. Teknesine birçok kez Can Yücel’i de almış. Aklından hiç çıkmıyor. Teknenin bir köşesine oturur, içmeye başlardı, gezi bitinceye kadar! Sonra birisi koluna girer, indirirdi.
Bu sokaklarda gezerken, tekneye gelirken şair, şimdi evinin önüne gelip selfi çekenlere benzer bir çok kişi onu gördüklerinde yolunu değiştiriyormuş o zamanlar.
Şair değil, sarhoş sarhoş dolaşan bir meczuptu onların gözünde çünkü.
“Yıllar önce mezarını neden kırdılar biliyor musun abi?” dedi bana Kaptan.
Cevap vermemi beklemeden, “Bazı dangalaklar içinde mirası var sanmışlar,” dedi.
“Mermerden lahidin üzerine, ‘Ne kadar yalansız yaşarsak, o kadar iyi’ dizesidir yazmışlar gördün mü Kaptan!”
“Gördüm abi?”
“Bütün mirası o dize olsa, yedi sülalesine yeter! Kimse çalamaz” dedim.