Kaptan-ı Derya!
14 yaşına yeni girmiş çok sevimli bir çocuk olan Ali, sevimliliğine bir o kadar şirinlik katarak annesine sokuldu. Kendini bildi bileli annesi her daim az biraz sinirliydi; o yüzden bu muziplik... Güçlü kuvvetli bir kadındı Ayşe Hanım ama, Kurban Bayramı dört, Şeker Bayramı bir gün hariç bütün sene oruç tuttuğu için sinirli haline bir çare bulamıyordu.
Ali;
“Anne yirmi kuruş verir misin?” dedi.
“Ne yapacaksın?” diye sordu annesi.
“Kuş alacağım” dedi.
Annesi kuşağının arasında bir kese çıkardı, içinden yirmi kuruş sayıp oğlunun avucuna koydu.
Ali koşarak evden çıktı, doğru iskeleye gitti. Tekirdağ’dan kalkacak olan vapur son yolcularını alıyordu. Aceleyle on kuruşa bir bilet aldı, beş kuruşa az biraz yiyecek, cebinde kalan beş kuruşla da bindi İstanbul vapuruna.
Sirkeci’de vapurdan indi. İstanbul’a ilk gelişiydi. Şehir üstüne üstüne geldi. Galata Köprüsüne yürüdü. Köprünün girişinde nöbetçiye benzer bir adam onu durdurdu. Geçiş ücretliydi. Cebindeki parayla ücreti ödedi ve aynı adama Kasımpaşa’nın yolunu sordu. Adam gösterdi.
Denize olan tutkusu nereden geliyordu o da bilmiyordu. Belki de dayısındandı. Dayısı Bahriyeli Mehmet Paşa bir kez Tekirdağ’daki evlerini ziyaret etmiş, o da dayısına denizi ne kadar sevdiğini anlatmış, onun gibi bahriyeli olmak istediğini söylemiş, bunun üzerine dayısı da annesine, “Verin Ali’yi götüreyim, nasıl olsa asker olacak. Nefer olmasın, zabit olsun. Onu mektebe yazdırayım” demişti de annesi küplere binmiş, ağabeyine, “Çocuğumu kaçırmaya mı geldin Mehmet” diyerek azarlamıştı onu.
Ama Ali yapmak istediğini çoktan kafasına koymuştu.
Dayı yeğen kavuştuklarında, Ali’nin elinden tutan Mehmet Paşa onu Heybeli’deki Bahriye Mektebine götürüp bıraktı.
Gece eve gelmeyen Ali evde büyük bir infiale yol açtı. Babası derhal tellal çıkardı, sokaklarda tellal bağıradursun, üzüntüden annesinin iki kulağı o gece sağır oldu. Bir hafta sonra Ali’den haber geldi. Ali emin ellerde İstanbul’da bahriye mektebinde talebedir.
Ali artık sadece tatillerde eve gidebiliyordu.
Annesi daha fazla hasretine dayanamadı, babası nesi var nesi yok sattı, anne oğul beraber yaşasın diye Tekirdağ’dan gelip İstanbul Unkapanı’nda bir ev satın aldı.
Mektebin en güzel talebesidir Ali. Uzun boylu, mavi gözlü, yakışıklı, sarışındır. Lakabı Alyanak Ali’dir.
Ali vaktinden evvel mektebi bitirdi, mülazım çıktı.
Deme ki iyi talebeydi.
Güverteye ayrıldı.
Bir süre sonrada Haliç’te Feth-i Bülent gemisinde ikinci kaptan oldu.
Dayısı Mehmet Paşa, Ayşe adında, daha önce kısa süren bir evlilik yapmış bir gelin adayı buldu, onu evlendirdi.
Düğünden sonra Bahriye Nazırı Ayaksız Rauf Paşa’ya yaver oldu. Resim yapıyordu. Yazısı da çok güzeldi. O yüzden Şehzade Abdülmecit Efendi’nin hüsn-ü hat hocalığını da yapmaya başladı.
Sonra Sultan Abdülhamit’in yaveri oldu. Hünkara takdim edilmek üzere altın yaldızla bir harita yaptı, bu hünerinden dolayı kolağası rütbesine sahip olmadan sağ kolağası oldu.
İngilizcesini geliştirsin diye Hünkar onu İngiltere’ye yolladı. Bir yıl kadar Londra’da kaldı. Memlekete dönünce de, Haseki’deki Paşmakçı Tekkesinde Şeyh Baba Efendi’ye mürit oldu. Sonra o deniz senin, bu ada benim gemi kaptanı olarak denizleri ve uzak ülkeleri dolaştı durdu.
Günün birinde kendini Ertuğrul Gemisi’nin kaptanı buldu.
*
Ertuğrul Firkateyni1890’ların başında Japonya, dünyayı merak ediyor, değişik ülkelerle ilişki geliştirmek için ha bire bir yerlere heyet gönderiyor. Kalabalık bir diplomat heyeti dünyayı dolaşırken İstanbul’a da geldi, Hünkar’a İmparator’un hürmetlerinin yanında hediyelerini getirdi. Hünkar, İmparator’un bu nezaketini karşılıksız bırakamazdı. Bir heyet, hem bir mektubunu, hem de hediyeleri alıp bir iadeyi ziyarette bulunacaktı. Zaten birçok alanda memlekete birçok yenilik getirmiş olan Hünkar, denizciliğe de meraklıdır. Mektepten yeni mezun olmuş veya büyük denizlerle henüz tanışmamış olan bahriyelilerimiz de bu vesileyle görgülerini artıracak, kabiliyetlerini sınayacaklardı.
Bu iş için Ertuğrul Firkateyni münasip görüldü.
Tekne büyük, gemi gösterişli ancak içi kof, çürümüştü.
Çarkçıbaşı Salih Bey, “kazanlar iki defa yama görmüş, açık denizlere çıkamaz” diye rapor verdi. Hatta mütehassıs İngiliz makinisti Harti, “bu gemiyle Japonya’ya gitmeye kalkışmak deliliktir” dedi. Yelkencibaşı İsmail Bey, “yelkenlerin yamalıdır, şiddetli rüzgarla dayanamaz” dedi. Bir tek Direkçibaşı Hasan Bey, “direkler sağlamdır” dediği için mükafatlandırıldı, binbaşı yapıldı.
Gemiye devrin ağzı laf yapan, dil bilen seçkin bahriyelileri alındı. Osman Paşa geminin komutanı, Ali Bey de kaptanı olarak görevlendirildi.
Makinist İngiliz Harti son bir defa, “Ali Bey bu gemiyle okyanusa açılmak doğru değil, üç çocuğun var, gitme” dedi. Miralay Ali Bey “Vazife vazifedir, Hünkar’ın emridir, nasıl gitmem” cevabını verdi.
Bu şartlarda, o zamanın Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hüseyin Paşa, “namus-ı padişah” diyerek gemiye hareket emrini verdi.
Gemide 56’sı zabit, çeşitli gemilerden seçilmiş mürettebat ve o yıl Bahriye Mektebi’ni bitiren genç teğmenlerin tamamı olmak üzere toplam 609 yolcu vardı.
Ali Kaptan, bu göreve atanmadan önce sakalsızdı. Nazır emir verdi, büyük kaptanlara benzesin diye sakal bırakmasını istedi. Sefere çıktığında sarı, kıvırcık, ipek gibi sakalları vardı.
Karısıyla vedalaşmadan önce çocuklarını sevdi, okşadı.
Geride bıraktığı evi Sultan Selim’deydi. Oradan Haliç tabak gibi görünüyordu.
*
Ertuğrul firkateyni Gemi kumandanı Osman Paşa (ortada) ve gemideki diğer subaylar...14 Temmuz 1889 günü öğlen üzeri Ertuğrul Gemisi Kasımpaşa’da Divanhane önünde halatları çözdü. O civarı gören bütün ahali pencerelere, yüksek duvarlara çıkmış, gemiyi seyrediyordu. Bütün askerler güvertedeydi. Mızıkalar, “Ey Gaziler” marşını çalıyordu. Yelkenleri açılmamış gemi çarkını işleterek gidiyordu. Her tarafı bayraklarla donatılmıştı. Ahali köprüye çıkmış, deniz kenarına toplanmış gemiye el sallıyor, bir yandan da hep birlikte aynı türküyü söylüyordu:
“Üç direkli firkateyndir gemimiz
Kimimiz bekarız, evlidir kimimiz
Gayret edin çocuklar, Caponyadır yolumuz
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul’a”
Gemi Sarayburnu’na varınca, sağa kıvrıldı, bir süre sonra küçüldü, küçüldü, gözden kayboldu.
*
Ertuğrul Gemisi Süveyş Kanalı’ndan çıkmadan orta direk çanaklıktan kırıldı. Bir ay havuzda kaldı, bazıları gitmeyelim dedi, ama tamir oldu, yola çıktı.
Ali Kaptan, o günlerden itibaren İstanbul’da bıraktığı karısına mektuplar yazmaya başladı. Mektuplar Divanhane’ye geldi, emir erleri evlerine götürdü. Ali Kaptan’dan gelen her mektup evde yüksek sesle okundu, hasret gözyaşları döküldü.
Ali Kaptan’ın gemisi Süveyş Kanalından geçerek Singapur yolunu tuttu. Ardından Aden, Bombay, Kolombo, Singapur, Saygun, Hong Kong ve Yokohama Limanı... Uğradıkları her limanda Müslümanlar akın akın sahillere koştu, Halife’nin gemisini görmek için büyük izdihamlar yaşandı.
Tam on bir ay boyunca denizde çalkalandılar ve 1890 yılının Haziran ayında Japonya’ya vardılar.
Miralay Ali Bey her limanda karısına bir mektup yazdı.
O mektuplardan otuz iki tanesi bugüne kaldı.
O mektuplardan birisinde, Ertuğrul Gemisiyle ilgili şunları yazdı:
“Karaya çıktığım vakit arkama dönüp bakmak istemiyorum. İngiliz, Fransız, Japon gemilerinin yanında bizimki ekmekçi sepeti gibi kalıyor.”
*
13 Haziran’da heyet başkanı Osman Paşa, İmparator Meiji ile görüştü. Sultan Abdülhamit’in gönderdiği kendi el yazısı mektubunu ve madalyayı taktim etti.
Heyetin bundan sonraki Japonya günleri oldukça hareketlidir. Ali Bey oradan karısına yazdığı bir mektupta, “Allah’ım bu beynimde mahsur bıraktığın 12 bin mili, yakın zamanda yürütecek senden başkası değildir!” diyor, karısına olan özlemini anlatıyor, bir an önce memlekete dönme isteğini dillendiriyordu.
O sırada Yokohama’da kolera baş gösterdi. Hastalık Ertuğrul’a da sirayet etti. Gemi personelinden 37 kişi koleraya yakalandı, 13 kişi vefat etti.
Yaşadıkları sıkıntıyı 12 Temmuz 1890 tarihli bir başka mektupta şöyle dile getirdi Ali Kaptan:
“Saçma olsa da ruhumda ve gönlümde bir sıkıntı var. Biz kendi dileklerimiz gerçekleşsin istesek de Allah’ın dediği olacak ve bizim buna darılmaya hakkımız yok!”
Gemiciler arasında huzursuzluk baş gösterdi. Kendilerine tahsis edilen bütçe de azalınca bir an önce memlekete dönmek için herkes sabırsızlandı.
Ancak okyanusta tayfun zamanı yaklaşıyordu. Kazadan kurtulan geminin imamının çok sonra babasına anlattığına göre Miralay Ali Bey, geminin komutanı Osman Paşa’yı uyardı, “Havayı beğenmiyorum kumandanım, gitmeyelim” dedi fakat komutan kararını vermişti, yola çıkacaklardı.
Gemi rotasını memlekete çevirdiğinde hazan mevsimi çoktan başlamış, takvimler Eylül’ün 15’i gösteriyordu. Yola çıkmadan önce karısına bir mektup daha yazdı Miralay Ali.
Sanki yaklaşmakta olan felaketi önceden sezmiş gibiydi: “...Birçok saksılar aldım Ayşe! Çok çok çiçekler yetiştiresin. Ama bizler gittikçe soluyoruz.”
16 Eylül 1890 Salı günü gemi şimdiye kadar binlerce denizciye mezar olmuş Ayıdeniz mıntıkasına girdi, batıya doğru yol almaya devam etti. Pis bir hava vardı, sanki rüzgar değil uğursuzluk esiyordu. Gök kapalı, bulutlar alçak, pustan göz gözü görmüyor, rüzgar kamçı gibi sert vuruyordu. Ertuğrul dağ gibi dalgaların arasında bocalanıyordu. Fırtına kopmuştu, dalgalar gemiyi almış, gemi büyük büyük dalgaların üzerinde küçük bir karpuz kabuğu gibi sallanıyor, bir yandan da bilinmeyen bir yöne doğru hızlıca sürükleniyordu.
Geminin Kaptanı Miralay Ali Bey demir atıp gemiyi sabitlemek istedi. Ancak dalgalar aman vermedi. Emir eri Hasan’a sadece törenlerde giydiği elbisesini getirmesini istedi. Hasan sırmalı kıyafetini getirdi, yalpalayarak aceleyle giydi. Giydiği kıyafetin kefeni olduğunu o da biliyordu ya, yine de herkese moral vermek istiyordu.
Ölüme değil, törene gidiyordu!
Gece saat dokuzda, gemi büyük bir gürültüyle Funakora kayalıklarına bindirdi ve anında ikiye ayrıldı.
Miralay Ali Bey emir eri Hasan’a atlamasını istedi, er emrini yerine getirdi. Gecedir, deniz kabardıkça kabarmış, dalgalar ağzını açmış, her şeyi yutmaya hazır birer canavar gibi.. Miralay Ali Kaptan sırmalı tören kıyafetleri içinde herkesi denize atlamaya teşvik etti durmadan. Yanında, şimdiye kadar ondan hiç ayrılmamış olan Laz uşağı Recep var. Ali Bey, Recep’e de atla emrini verdi. Ancak Recep mukadderini kaptana bağlamıştı, emri dinlemedi, adeta ona yapıştı. Yıllar önce, kirin pasın içinde bulduğu Recep’i maiyetine almış, bir daha da yanından ayırmamıştı.
Sarıdeniz’in duygusuz, deli dalgaları, kaderleri çok uzun yıllar öncesinde birbirine bağlanmış bu iki kahramanı aynı anda tek vücutmuş gibi yuttu.
Doymak bilmez deniz, İmparator Meiji’nin Sultan Abdülhamit’e gönderdiği değerli hediyeler, Ali Kaptan’ın karısına aldığı çiçek saksılarıyla birlikte 540 levendi dibine doğru hızlıca çekti.
Tarih 16 Eylül 1890, saat 21.30’du.
Ancak Ertuğrul’un batışı, resmen 21 Eylül 1890 günü, yani 129 sene önce dün ilan edildi.
*
42 yaşındaki kocası “balıklara yem oldu” diye henüz otuzuna varmamış Ayşe Hanım, o günden itibaren 82 yıllık uzun hayatı boyunca bir daha balık yemedi, vapura binmedi, denizi gördüğünde düşmanını görmüş gibi başını çevirdi.
*
Miralay Ali Bey’in kazadan yaralı kurtulan emir eri Hasan, gelişinden bir ay sonra Beyazıt Meydanında, karısının aşığı bir Bahriye neferi tarafından vurularak öldürüldü.
*
Şu dizeler şair Can Yücel’indir:
“İşte tam ordadır ölüm
Limanın girişinde dikilmiş yosundan bir kayaya
Batmış donanmasını bekler Kaptanı Derya..”
Kaptan-ı Derya Miralay Ali Bey, Hasan Ali Yücel’in anne tarafından dedesi, oğlu Can Yücel’in de büyük büyük babasıydı.
Not: Bu yazı için, İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Hasan Ali Yücel’in “Geçtiğim Günlerden” ile “Ertuğrul Süvarisi Ali Bey’den Ayşe Hanım’a Mektuplar” kitaplarından yararlandım.