Tiyatro!
Tiyatro, Antik Yunan'dan beri mühim bir sanattır. Sanatların içinde şahtır, padişahtır. Kimse kolay kolay dil uzatamaz ona. Ayrıcalıklıdır, dokunulmazlığı vardır!
*
Birinci Cihan Harbi’nden önceki dönemi, “güvenliğin altın çağı” olarak nitelendirip savaşla birlikte ortaya çıkan yıkıcılığa ve acımasızlığa daha fazla dayanamayıp karısıyla birlikte 1942'de bu berbat dünyayı savaşanlara ve daha fazla kan dökmek isteyen diktatörlere bırakıp kendi iradesiyle hayatına son veren yazar Stefan Zweig, “Bir Avrupalının Anıları” alt başlığını koyduğu müthiş eseri “Dünün Dünyası”nda kendi çocukluğunun Viyana’sını anlatırken, “Ortalama bir Viyanalı sabah gazetelerde ilk önce, ne parlamento ne de dünya haberlerine bakar, göz attığı ilk şey, tiyatro programları olurdu” der. Çünkü Viyana halkı için Devlet Tiyatrosu’nun sahnesi bir “mikrokozmos, toplumun kendini seyrettiği bir ayna”ydı.
Tiyatro o derece mühimdi ki, “Seyirci giyinmeyi, oturup kalkmayı, konuşmayı, söylenmesi söylenmemesi gereken lafları saray oyuncularından öğrenirdi” diye yazar.
Hatta büyük usta işi biraz daha ileri götürür, “Viyana’da zenginlerden birisi, hatta başbakan bile yanından geçse kimse istifini bozmaz ama bir saray tiyatrosu aktörünü, sokak satıcısından faytoncusuna kadar herkes tanırdı,” der.
*
Bu durum sadece 20. yy başına özgü bir durum değildi. Ondan önceki çağlarda da tiyatro önemliydi. Bakın Anadolu’ya; depremlere, sel felaketlerine, savaşın kıyıcılığına, insanın kazmasına dayanan binalar arasında sadece tiyatro binaları var. Bergama’da başlayıp bir hilal çizerek Aspendos’a kadar, vakti zamanında belirli aralıklarla yedi tiyatronun bulunduğunu, bir tiyatroda başlayan temsilin ertesi gün başka birisine gittiğini, böylece turnenin yedince gecesinde Aspendos’a ulaştıklarını anlatır tarihçiler.
Böyle bir tiyatro mirası üzerinde oturuyoruz biz de.
*
Shakespeare gibi bütün zamanların en büyük yazarını, kendi devrinden başlayarak bugüne kadar hep yazarların piri yapan şey yazdığı sonelerden çok, başta “Hamlet” olmak üzere, her çağda zamana kafa tutan çok mühim tiyatro eserleridir.
Hatta tarih boyunca birçok yazar, şiirde, denemede, daha sonra romanda başaramadığını tiyatroda başarmaya çalışmış, çoğu bu alanda istedikleri yere varmışlar da.
O yüzden tiyatro çoğu zaman yazarın can suyudur.
Çünkü çok dolaysız bir anlatım imkanı verir yazara. Misal romancı okurunu kurgulamaz, kime yazdığını, birisinin okuyup okumayacağı bilmez, her şeyden önce kendine yazar romancı... Ama oyun yazarı kime yazdığını bal gibi bilir, oyunu sahnelendiğinde söylemek istediği şeyi aradaki perde kalkar kalkmaz seyircinin gözüne ve kulağına sokacağının farkındadır.
*
Bazı tiyatro oyunları, misal Samuel Beckett’in “Godot’u Beklerken” oyunu, yazıldığı ve sahnelendiği andan itibaren sadece edebiyat dünyasını değil, düşünce dünyasını da derinden etkiledi. Oyunda şu sahne, çağımızın “bekleyen insanlarına”, entelektüellere yol gösterdi adeta.
Oyunda iki kişi konuşuyor.
“Mutlu musun dostum?”
“Evet mutluyum, ya sen?”
“Ben de..”
(Kısa bir sessizlikten sonra iki kahraman koro halinde...)
“İkimiz de mutluyuz.”
(Yine kısa bir sessizlik olur. Kahramanlardan biri...)
“Peki ya bundan sonra ne bok yiyeceğiz?”
(Diğeri cevap verir)
“Oturup Godot’yu bekleyeceğiz.”
*
Entelektüeller “Godot”yu bekleye dursun, bizde de Tanzimat’tan beri tiyatronun mühim bir kitle iletişim aracı olduğu hep bilindi. Yeni bir “yaşama alışkanlığını” empoze etmek isteyen modernistler hep bu araca başvurdu. Cumhuriyet, Halkevleri aracılığıyla en ücra köye tiyatroyu götürmeye kalkıştı. Çünkü tiyatro “aydınlanmanın” en önemli aracıydı. Devrimler bu araç yardımıyla tanıtılacaktı. Yeni kültür, yeni siyaset anlayışı, yeni seküler din, hasıla yeni olan her şeyi tiyatro benimsetecekti.
Okullarda “müsamere” adını altında tiyatroya önem verildi.
İttihatçılardan beslenen Kemalistler, Kemalistlerden beslenen solcu gruplar da “devrime giden yolu” döşeme görevini ağırlıklı olarak tiyatroya verdiler. Kemalistler halkı aydınlatır da Maocular karanlıkta mı bırakır? Onlar da, her köyün girişinde mızraklara geçirilmiş imam ve ağanın kellelerinin arasından geçerek varılan köy meydanının sahne olarak kullanıldığı seyirlik oyun hayalleri kurdular. Devrim Anadolu’ya tiyatroyla gelecekti. Önce köy meydanında bir oyun sergilenecek, sonra bu oyun büyük bir bilinçlenmeye, bilinçlenme de devrime dönüşecekti. Tıpkı Orhan Pamuk’un “Kar” romanındaki gibi... Sergilenen oyun aslında bir askeri darbenin provasıdır ana hikayede!
Diğer sol devrimci grupların bakışı da farklı değildir. Onlar da her sıkıştıklarında, halka ulaşmakta sıkıntı çektiklerini düşündükleri anda tiyatroya başvurdular. Her sol fraksiyonun ayrı bir yerde sahnelenen ayrı bir “müsameresi” vardı. Ağa ve imamı baş çelişki haline getirip öğretmenin önderliğinde sömürü düzenine son veren oyunlar, kısa bir süre sonra “ellerini toprağa dayayıp ağır ağır doğrulan” halkımızın yapacağı işçi-köyle devriminin provaları haline getirildi bir dönem.
*
Ancak gelin görün ki, çok eskiden beri halkımızın dilinde “tiyatro” kelimesi pek muteber bir kelime değildi.
Halkımıza göre “tiyatro yapmak” al takke ver külah bir şeydi! “Dansöz oynatmak”, “katakulli çevirmek” demekti tiyatro.
O yüzden bütün abrakadabra işlere “bunların hepsi tiyatro” dedi.
Tiyatro halka göre yalan bir şeydi.
Hem yalan, hem de günahtı.
Biraz da bundan olsa gerek, muhafazakarlar tiyatro işine pek bulaşmadı. Onlar sol gruplar kadar tiyatroya büyük bir kutsiyet atfetmediler ama tamamen yüz de çevirmediler. Onların arasında başta Necip Fazıl, Tarık Buğra gibi büyük yazarları saymazsak, iyi oyun yazarları, iyi aktörler pek ortalığa çıkmadı. Yaptıkları birçok gösteri çok didaktik kaldı. En son Sincan’da sergilenen böyle bir “müsamere” 28 Şubat askeri darbesinin gerekçesi yapıldı.
*
Bir de kendimizi bildik bileli hayatımızı kuşatan bazı tiyatro adamları ve kadınları vardır evrenimizde. Kendilerinden çok şey öğrenmişizdir.
Tiyatro oyuncularının sanat ömrü, sinema oyuncularına göre daha uzundur. Bir kez adın tiyatro sanatçısına çıktı mı artık o tahttan kolay kolay inemezsin. Tiyatro oyuncusu şarap gibidir, durdukça yıllanır. Bir süre sonra kendini önder, seyircisini müritleri sanmaya başlar. Onların hiç değişmeyen aynı ses tonu, aynı teatral duruşları, havaları hayatımıza o kadar sirayet etmiş ki, onu oradan söküp atmak artık imkansızdır. Hala bazen rüyalarımda gençliğimde çok seyrettiğim Genco Erkal’in “akrep gibisin kardeşim” demesiyle uyanır, Rutkay Aziz gibi sevmediklerimi azarlarım!
O derece yani!
*
Tiyatronun öyle sanıldığı gibi pek “matah” bir iş olmadığını ilk söyleyen kişi sanırım Atilla İlhan’dır. Bu fikrinden dolayı da hemen damgayı yedi, çoğu kişi “yazdığı oyunları kimse repertuara almıyor diye zırvalıyor” dedi. O da sustu.
En son 2000’li yılların başında Perihan Mağden tiyatroya “dil” uzattı, yazdığı “Tiyatrofobia” başlıklı yazısı bomba gibi patladı. Anında herkes üstüne çullandı. Ölümlerden ölüm beğen denildi. Seksist bir dille kadına etmediklerini bırakmadılar. Misal Cihan Ünal her gün boks yaptığını, budan sonra kum torbası yerine olsa “o kadını” kullanmaktan çekinmeyeceğini söyledi. Başkaları da bir sürü şey söyledi.
Bir daha da kimse haddini aşıp tiyatroya tek bir laf etmedi.
*
Solcular onu hep çok etkili bir ideolojik dönüştürme aracı olarak gördü ve kullandı, sağcılar da onlara özenerek, bu alanda onların ulaştığı düzeye çıkmak için çırpınıp durdu.
O yüzden belediyelere bağlı şehir tiyatroları ile devlet tiyatroları her defasında siyasal iktidarları en çok uğraştıran iki kurum olageldi.
Kimse de şu ana kadar bu meseleye kalıcı bir çözüm bulmuş değil.
*
İBB Kültür Daire Başkanlığı Necip Fâzıl’ın “Reis Bey”, Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş” ve İskender Pala’nın “Aşk Bir Zamanlar” isimli oyunlarını Şehir Tiyatroları’nın 2019-2020 mevsimi repertuarından çıkarmış olmasını biraz da bu gözle değerlendirmek gerekir.