Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Rüyalarını süsleyen bir şehre ilk defa ayak basmak, denizin tuzlu olduğunu ilk defa fark etmek gibidir.

        Damağında, dimağında bir dünya tat, bir o kadar şaşkınlık bırakır.

        Kapıldığın his o şehir, o deniz kadar büyülüdür. Geniş geniş soluk alırsın, nefesine bir kuvvet gelir... Görüş alanındaki her şey, “önce bana bak” diye birbiriyle yarışır. Bir süre sonra görüntülerin tümü iç içe geçer, şekiller seslere karışır, göz bir şeyi görmez olur, her şeyi kulaklarınla görürsün, şehir gümbürder, gümbürtüsü başına vurur.

        “Başımda kavak yelleri” diye tarif etmek mümkün bu duyguyu. Ayakların hafifler, kokuları ayırt edersin bir anda, o sırada birisi sana bir yumruk atsa, sarılıp öpmek istersin. Bastığın yeri görmez, içinden gelen tek şey neşeli bir şarkı söylemektir.

        *

        1983 yılının bir Haziran günü, tarihi Bostancı Köprüsü üzerinde durduğumda bu duygular içindeydim.

        O sırada nerede durduğumu bilmiyordum. Yüzüm denize dönük, köprünün altından akan kirli su, sağ yanımda otobüslerin son durak olarak kullandığı meydan, arkamdaki tren istasyonu, buradan görünen iskele hiçbiri hakkında hiçbir fikrim yoktu.

        Meğerse bu şehri Anadolu’ya ve başka başka memleketlere bağlayan bir köprünün üzerindeymişim; nereden bileyim, o sırada başıma vurmuş şehirle meşguldüm ben.

        *

        Aradan 36 yıl geçti. Her fırsat bulduğumda mutlaka uğrarım Bostancı’ya. Ne de olsa İstanbul’daki ilk semtimdir. Buradan başladım şehri tanımaya. Belki de bu şehri bu kadar sevmeme sebep orasıdır. Bu yazının fikri aklıma düşünce kalktım gittim tekrar oraya.

        Köprü oradaydı, başka da hiçbir şey yoktu orada.

        Zaman her şeyi değiştirmiş veya alıp götürmüştü muhayyilemizin bile ulaşamayacağı uzak bir yere.

        Zaman ve mekana dair daha önce kurulmuş milyonlarca cümleden farklı bir cümle kurayım derken, “galiba zaman, mekana giydirilmiş bir kılıftır” sözü geldi aklıma.

        Bu fikrimi; hayatının büyük bir kısmı savaş yıllarında geçtiği için, o devirde savaşlar da zaferler de davulla duyurulduğu için kendisini “davul devri çocuğu” olarak nitelendiren Refik Halit Karay’ın 11 Ekim 1952 tarihli “Bostancı ve Ötesi” başlıklı yazısı üzerinden giderek anlatmaya çalışayım.

        Ama ondan önce asıl adı “Bostancıbaşı Köprüsü” olan, İstanbul’a yerleşmek üzere geldiğim ilk gün, Kasaplar Çarşısı’nda gideceğim adrese varmadan önce üzerinde durup uzaktan denizi seyrettiğim köprüyü anlatmalıyım biraz.

        İslam Ansiklopedisi rehberimiz olsun...

        *

        Bostancı Deresi, Osmanlı idaresi sırasında şehrin sınırını teşkil ediyor, Anadolu’ya uzanan en önemli sefer ve kervan yolu bu noktadan başlıyormuş. “Bostancıbaşı Köprüsü” 1523’te bu dere üzerinde inşa edilmiş. 1709’da taşkın ve su baskını neticesinde yıkılınca, daha sonra sadrazamlığa yükselen Bostancı Hacı Halil Ağa köprüyü yeniden ve daha güzel olarak tekrar yaptırmış.

        Giderken İstanbul bu köprüde bitiyor, gelirken bu köprüyle İstanbul’a giriliyordu. 19. yüzyılın ortalarına kadar bu şehri uzak diyarlara bu köprü bağlıyordu. Anadolu’dan İstanbul’a gelenler bu köprünün girişinde durdurulur, gerekli kontroller yapıldıktan sonra “Mürur Tezkeresi” sorulur -ki o tezkere bir iç pasaport görevini görüyor, o zamanlar Osmanlı tebaası olsa bile hiç kimse bu tezkere olmadan payıtahta giremiyor- tezkeresi olmayan geri çevriliyor, olanlar ise şehre salınıyordu. Köprünün çıkışında, devletin payıtahtının giriş çıkışları Bostancıbaşı’nın kontrolünde olduğundan burada bir de Bostancı Derbendi, yani karakol varmış ki, 83 yazında ben oradayken o sene yıkılmış, yola kurban gitmişti... Karakolun yanında bir çeşme ve bir de namazgah varmış... (Ah o çeşme... Oradan oraya sürdüler. En sonunda nereye koyacaklarına karar veremediler, şimdi iyice küçülmüş meydanda öyle abuk sabuk bir yerde hüzünlü hüzünlü duruyor. Çeşmenin kitabesinde köprünün adı Cisr-i Derbent olarak geçiyormuş.)

        Namazgahın yanında gölgelik yapsınlar diye vakti zamanında ağaç fidanları dikilmiş ki zamanla koca koca çınarlara dönüştüler; ben oradayken istasyonun arkasına düşen o büyük ağaçların altında çok güzel bir kahve vardı. Adına “Kargalı Kahve” diyorlardı. Şairlerin, ediplerin buluşma yeriydi. Can Yücel ile Cemal Süreya’yı ne çok görmüşüm bu tahta iskemleli kahvede. Bazen tek başına oturan Haldun Taner’i mesela, önünde defter, elinde kalem... Başkalarını da... Postane binası da o kahveye yakındı.

        *

        Ben yazıya Bostancı’nın 1983’teki hali anlatarak başladım ya, Refik Halid Karay da, 1952’de yazdığı yazıya çocukluğunun Bostancısını anlatarak başlıyor.

        Büyük usta 1888 doğumlu olduğuna göre herhalde anlattığı tarih 1900’lerin başı falan olmalı...

        O tarihlerde, Bostancı Köprüsü'nü geçmeden beri tarafta, ufacık istasyon ile binanın önünün iki kalın sütunun süslediği, “kapının önünde göğüs bağır açık, gayet eski püskü, havı dökülmüş elbiselerle çok yaşlı, hemen hemen ak saçlı, bir türlü ‘zaptiye’ halini bırakmamış jandarmaların oturup uyukladığı” karakolu (ki 1952’de de tamir görmüş haliyle karakol görevini yapıyormuş) dışında bu semtte başka bina yokmuş.

        Ben köprüyü geçerek Kasaplar Çarşısı’ndaki Vedat Günyol’un evine gitmiştim. Çarşının solunda apartmanlar, altında bakkal dükkanları falan vardı. O bakkallardan birisini Nuri Bey işletiyordu. Nuri Ertem güzel bir abimizdi. Bir eski İstanbul beyefendisiydi. Çelebiydi. Saçları ak aktı. Yavaş konuşuyordu. Eski yazıya vakıftı. Ve bir de Ahmet Rasim aşığıydı. Her cümlenin içinde mutlaka üstadın adını geçiriyordu. Tutamamış kendini, 1920’lerin gazete ve dergilerini Resim Perşembe’yi, Resimli Ay’ı, Cumhuriyet’i, Akşam’ı taramış, Ahmet Rasim’in kıyıda köşede kalmış yazılarını bulup sadeleştirmiş, Vedat Hoca’nın editörlüğünde bir kitap hazırlıyordu ben onu tanıdığımda. Çok geçmedi kitap aynı sene “Anılar ve Söyleşiler” adıyla Çağdaş Yayınları arasından çıktı. Kitabın tek kusuru Ahmet Rasim’in dilinin fazlasıyla “sadeleştirilmiş” olmasıdır ya neyse...

        Kasaplar Çarşısı’nın sağında kasap dükkanları vardı, üst kat büyükçe bir lokantaydı, Et Lokantası... Sahiden lokantaların da çeşidi mi vardı, benim bildiğim lokanta lokantaydı, neyse lokanta denize bakıyordu, geniş bir kumsal ve plaja... O plajın doldurularak bugünkü geniş alanın yaratılması çok sonraya rastlayacak...

        Refik Halid Karay’ın yazısından öğrendiğimize göre, Bakkal Nuri Ertem’in dükkanının bulunduğu, Vedat Günyol’un oturduğu apartmanların yerinde vaktiyle beş tane ahşap köşk varmış. Hatta bir tanesinde ressam Halil Paşa oturuyormuş; köşk karşısındaki çam tahtasından kurulmuş iki deniz hamamına bakarmış; nitekim ressam bu hamamların tablolarını da yapmış. O köşkler 1952’de de duruyormuş.

        Sahi deniz hamamı demişken...

        Deniz hamamları, İstanbul ahalisinin hayatına 19.yy’ın ikinci yarısında girmiş. Denize girmenin faydalı olduğuna dair Avrupa’da yapılan yayınlar memlekette de okununca hamamların yapımına başlanmış. 1867’de İstanbul’da 62 adet deniz hamamının varlığını kaydeder tarihçiler. Erkeklerin ayrı, kadınların ayrı... Erkekler peştemal veya iç donu ile, kadınlar denizlik denen özel bir çiçekli basmayla veya baştan aşağı vücudu kapatan bu iş için ayrılmış bir gecelikle denize girerlerdi.

        Ahlaka mugayir bir vukuat oluşmasın diye de çevresinde daima zaptiyeler dolaşırdı.

        *

        Refik Halid Karay anlatıyor:

        Bostancı, sadece deniz hamamları için gidilen bir yerdi; Erenköy ve civarı hanımları, çoluk çocuk, ikindi üstü, yaysız muhacir arabalarına dolarak taşlı sopalı köy yollarından buraya inerler, deniz banyosu yaparlardı. Ama saatle, en yüzgeci bile yirmi dakikadan fazla suda kalmamak şartıyla!

        Yaşlı hanımlar peştemalle, tazeleri muşamba cinsi ince bir kumaştan yapılmış çok kapalı, pantolonları diz kapağından aşağı komik mayolarla –bunlara ‘deniz elbisesi’ denirdi, ‘mayo’ kelimesini bilmezdik- denize girerlerdi. Saçlarını da yine muşambadan, etrafı ferbalalı takkeler yahut kapüşonlar örter, ıslanmaktan korurdu.

        O zaman uzun saç makbul olduğundan kurutması güçtü.” (Memleket Yazıları-15, s.52)

        *

        1983’te Bostancıya geldiğimde, sahil yolu Bostancı’da biterdi. Kartal, Pendik’e giden sahil yolu yapılmamış, deniz doldurulup geniş parklar, eğlence yerleri, nikah daireleri inşa edilmemişti. (Sahi denize doldurduklarında deniz nereye gidiyor acaba?)

        *

        Çarşamba günü köprünün üzerinde durdum. Allah’ım, bir tarihin üzerinde duruyordum. Bu köprünün İstanbul tarihindeki önemi hakkında kimse bir şey biliyor muydu acaba bu semtte? İyice küçülmüş, büzülmüş meydanda, yaşı geçkin ayakkabı boyacısına yaklaştım; köprünün tarihi hakkında bilgisi vardı! Cemal Süreya’nın meşhur ettiği Hatay Meyhanesi’nin emektar garsonuna sordum, o da biliyordu. Daha gençten birisine sormaya cesaret edemedim.

        Benim “Kargalı Kahvem” olmuş “İstasyon Çay Bahçesi”... Üzeri örtülmüş, bir kıraathane olmuş. Tarihi İstasyon binasının kapısı kilitli, artık banliyö treni buradan geçmiyor, hızlı tren devri şimdi... Bu istasyonda hiç kimse inip binmeyince de esnaf uzun süre boynu bükük kalmış.

        Kasaplar Çarşı’sında bir ciğerciden başka hiçbir kasap yoktu. Bütün dükkanlar meyhane olmuş. Vedat Günyol’un oturduğu, Nuri Ertem’in bakkal dükkanının altında bulunduğu apartmanlar yıkılmış, büyük büyük bir rezindas inşa ediyorlar...

        (Tam iki yüz yıldan beri durmadan inşaat yapıyoruz! Ve bir türlü inşa olmuyoruz!)

        *

        Bu kez eskiden plaj olan yerde durup karşıdan baktım köprüye. 1987’de ortalarında bu kadar uzun köprü boşuna arsa işgal ediyor demiş olacaklar ki iki gözünü kör etmişler. Nasılsa artık altından su akmıyor diye iki gözünü kapatıp oradan elde ettikleri araziye dükkan açmışlar. Neyse ki birileri yapılan tarih katliamının erken farkına varmış, köprünün kör olan iki gözünü tekrar açmış ama bu kez o muazzam köprü o hırgürün içinde ufalmış da ufalmış, kaybolmuş...

        Eskiden beri İstanbul’un belediye sınırı tam bu köprünün ortasından geçermiş. Motorlu vasıtaların çoğalması ile bu tarihi köprüde tahripler başlamış, kamyonların çarpması sonucu önce iki uçtaki babalar devrilmiş, arkasından 1970’e doğru da yine bir kamyon tarafından kitabe köşkü ile bitişiğindeki korkuluklar bütünüyle yıkılmış. 1976 yılında korkuluklar ve kitabe köşkü aslına tamamen uygun biçimde olmasa da yeniden yapılmış.

        Köprünün deniz tarafında bulunan namazgahın kıble taşı da yine arazi kazanmak için kırk yıldır durduğu son yerinden sökülüp geriye alınmış. 1983’te de burada büyük bir göbek yapılarak çeşme ve namazgah taşı bunun ortasına konulmuş. Ancak 1988 yazında bunlar yeniden sökülmüşler ve çeşme, yüzü denize dönük olarak göze hoş görünmeyen bir biçimde yerleştirilmiş, 1938’den beri en azından beş altı defa yeri değiştirilen namazgah taşı ise ilerideki bir ağacın dibine atılmış.

        Musluğu açtım çeşmenin, şükür suyu akıyordu!

        *

        Köprünün fotoğrafını çekerken, İslam Ansiklopedisi’nde karşıma çıkan Evliya Çelebi’nin anlattığı, bu köprünü ayaklarında vuku bulmuş bir hadiseye gitti aklım.

        Evliya’nın anlattığı hadise 1651’de geçiyor. Sadrazam Melek Ahmed Paşa devri... Anadolu’da ayaklanan Celalilerin isyanı Kara Abdullah Paşa tarafından bastırılır. Esir alınanlar İstanbul’a getirilirken tam Bostancıbaşı Köprüsü’nün önünde geldiklerinde, sadrazamdan asilerin derhal idam edilmesi emri gelir. Fakat Abdullah Paşa’nın adamlarının vicdanı asilerin tümünün idam edilmesine el vermez. Serbest bıraktıkları bazı esirler çevredeki bostanların içine saklanır, birçoğu da kıyafetleri değiştirilerek serbest bırakılır.

        Hadiseyi bizzat şahit olan, vuku bulan her ilginç hadisede olduğu gibi, tesadüfen bakın ki tam o sırada orada bulunan Evliya Çelebi de serdara rica ederek altı kişiyi azat ettirir. Fakat ayaklanmanın elebaşlarından Dasnik Emirze ile Hanifi Halife ve kırk kadar adamları köprünün ayakları dibinde idam edilerek kelleleri İstanbul’a götürülür, gövdeleri ise köprübaşında gömülür.

        “Yakın zamana kadar oralarda birtakım mezar taşları vardı, oradan araya atılıyordu” dedi her halinden semtin tarihini çok iyi bilen ayakkabı boyacısı.

        Boyunları vurulan asilerin mezar taşları olmalı...

        *

        Başımda kavak yelleri, bu şehre yerleşmek üzere geldiğimde, bundan tam 36 yılı önce üzerinde durup uzaktan denizi seyrettiğim köprünün bu kadar mühim bir köprü olduğunu nereden bilebilirdim ki?

        Hem bilsem ne fark ederdi ki? Başına bütün bunlar gelmeyecek miydi?

        Köksüzlük... Ne fena şey!

        Diğer Yazılar