Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Amin Maalouf, birçok kültürün -İslam, Hıristiyan, Arap, Osmanlı, Fransız- sentezinden süzülmüş, Hıristiyan Arap bir yazardır. Anneannesi Türk’tür, dedesi İstanbul’da tahsil görmüş. Ailenin anavatanı Mısır'dır, Süveyş Kanalı krizinden sonra baş gösteren milliyetçilik rüzgarı ailesini Lübnan’a sürdü, 1949 yılında burada dünyaya geldi. Uzun yıllar burada gazetecilik yaptı. 1976 yılında Fransa’ya göçtü. Gazeteciliğin yanı sıra roman yazmaya başladı. Bir süre sonra romancılığı esas işi haline getirdi. Şu anda ünü bütün dünyaya yayılmış, kitapları birçok dünya dillerine çevrilmiş meşhur bir romancıdır.

        Bizde de çok meşhurdur.

        Kitapları baskı üstüne baskı yapıyor.

        Hemen hemen bütün kitapları Türkçeye çevrildi.

        Romanları da, deneme kitapları da...

        *

        Bazı romancılar, aynı zamanda iyi birer deneme yazarıdır. Deneme özel bir türdür, edebiyatta itibarı yüksektir. Montaigne’den beri hemen hemen hiçbir yazar edebiyatın bu türüne kayıtsız kalmadı.

        Hatta Meksikalı yazar Octavio Paz hiç roman yazmadan, deneme kitaplarıyla Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

        *

        Biz Amin Maalouf’un adını önce, herhangi bir romanıyla değil, bir araştırma kitabıyla duyduk. 1980’li yıllarda, Telos yayınlarından Mehmet Ali Kılıçbay’ın çevirisiyle çıkan “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri” kitabıyla... Kitap kısa sürede önemli bir okura ulaştı. Bize o zamana kadar öğretilmiş olan Batılıların resmi bakışının yerine “ötekinin” bakışını sunuyordu kitap, o yüzden de çekiciydi.

        Sonra Esin Talu Çelikkan, Samih Rifat gibi çok iyi çevirmenlerin çevirileriyle peş peşe romanları çıktı. 1997’de çıkan, romanları arasında belki de pek öne çıkmayan “Işık Bahçeleri” romanını İmralı’da mukim Abdullah Öcalan meşhur etti.

        Yazar bu küçük kitabında 3. yy’da yaşamış Manicilik dininin kurucusu Mani’yi anlatıyordu bize. Mani; İsa, Buda ve Zerdüşt’tün düşüncelerini birbirine karıştırmış, yeni bir öğreti ortaya atmıştı. Bütün insanları evrensel, tek bir dinle birleştirmek istiyordu. Mani'ye göre evrenin ve evrendeki bütün varlıkların yapısı iyilik-kötülük (ışık ve karanlık) karşıtlığı üzerine kurulmuştur.

        Maalouf romanında Mani’nin hikayesinden yola çıkarak bugüne “ışık” tutmaya çalışıyordu.

        Roman, İmralı’da bir şekilde Abdullah Öcalan’ın eline geçti, bir avukat görüşmesinde ondan bahsetti ve kitap bir anda “çok satanlar” listesine girdi.

        *

        Amin Maalouf’un romanlarının yanında üç de deneme kitabı var. “Ölümcül Kimlikler”, “Çivisi Çıkmış Dünya” ve yeni çıkan “Uygarlıkların Batışı”...

        Ve ben şahsen, onun denemelerini romanlarından daha çok seviyorum. Belki de romanları, denemelerinin hikayeye dönüşmüş halleridir, o egzotik hikayelerin çoğu bana yabancı olmadığı için, Batıda büyümüş, bu hikayelere yabancı, ilk defa duyan birileri kadar etkilemiyor beni. O yüzden romanlarını, deneme kitapları kadar merakla beklemiyorum.

        “Ölümcül Kimlikler” adlı deneme kitabı bizde 2000 yılında çıktı. Bu yıllar kimlikler bahsinin pek revaçta olduğu yıllardı. O yüzden Maalouf’un “kimlik” meselesine eğilen bu kitabı pek rağbet gördü.

        “İnsanın hangi yönü baskı altındaysa o yönü kimliğidir. Dini baskı altındaysa dini, rengi baskı altındaysa rengi, dili baskı altındaysa dili kimliğidir” saptaması, Kürt meselesiyle ilgili birçok tartışmada şahsen benim çok işime yaradı.

        Atalarının yurdu, ailenin göç ettiği başka memleket, kendisinin gittiği Batı’nın en önemli başkenti Paris, annesinin Mısır’ı, kendisinin Lübnan’ı, Arap uygarlığı, ikinci vatanı Avrupa, cesur evrenselci idealleri... Hepsini iç içe yaşadığı için bu kimlikler bahsinde söz alacak insanların başında geliyordu. El hak, hakkını da verdi, kitabı çok önemli bir boşluğu doldurdu.

        *

        “Yüzü öfkeyle buruşmuş” bir dünyada yaşıyoruz şimdi.

        Kimlikler bahsinden yola çıkarak, çok kültürlülüğün erdemlerinden bahsetme, ötekine tahammülün gerekliliği, farklı olana hoşgörüyle yaklaşma, berikini horlamama, çok kimlikli olmayı zenginlik olarak telakki etme yerine, bütün dünya bir “içe büzüşmeyi” yaşıyor son yıllarda. Tahammül gittikçe tahammül edilemez bir şey haline geliyor. Çok kültürlülük küfür addediliyor, farklı olana tahammülü düşünen yok, kendinden olmayana yaşama hakkı tanınmıyor, yoksullar çoktan unutuldu, kendi inancını her inancın üstünde görme eğilimi yüksek, ideolojisinden bir din yaratanlar çoğalıyor, milliyetçilik sevdiğimiz şarkıların listesinde ilk sırada yer alıyor.

        Varsa yoksa kof bir milliyetçilik ve ucuz bir popülizm...

        Şimdi dünyanın her yerinde milliyetçilik ve popülizm bayrağı dalgalanıyor.

        *

        İşte tam bu ortamda Yapı Kredi Yayınları arasından çıktı Amin Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” kitabı.

        Bu kitap, bütün bu yakıcı meselelere dairdir.

        Gezegenin bütün sakinleri hepimiz tek bir gemideyiz ve gemi kopan büyük bir fırtınada alabora olmak üzere.

        Ortadoğu’da işinin bittiğine bir türlü inanmayan ve “ahlaki inandırıcılığını” çoktan yitirmiş olan Amerika’nın başında kendini alim gören müteahhit, cahil bir emlakçı var, her gün saçmalayıp duruyor. Avrupa Birliği, sınırları ortadan kaldırıp tek devlete dönüşme vaadiyle kurulmuştu; şimdi kendi sınırlarını “ötekilerden” korumak için cebindeki paranın yarısını harcamaya hazır müflis bir tüccar gibi bekliyor. Müslümanlar, özellikle Araplar herkesin kendilerinden nefret ettiğine iyice kanaat getirmiş bir halde büyük bir umutsuzluk deryasında yüzüyorlar. Ve Doğu’da yükselen, silahlanma dahil her alanda birbiriyle rekabet halinde Çin, Hindistan ve Rusya var; atmaca gibi bekliyorlar.

        Gemi dev dalgalarla boğuşuyor. İnsanlık pusulasını yitirmiş, iklim bozulmuş, çevre felaketleri gırla, buzlar eriyor, gıda ürünleri gittikçe azalıyor, sular kirleniyor, büyük büyük yangınlar her gün biraz daha nefes borumuzu tıkıyor, etnik düşmanlıklar büyüyor, milletler çoğalacaklarına her gün küçülüyorlar, parçalanma ve kabileleşme eğilimi her geçen gün güçleniyor, mezhepçilik revaçta, özgürlük artık hayal olmuş, hiçbir yeni fikir üretilmiyor, üretilen fikirler de ötekini alt etmenin aracı olarak kullanılıyor, alimlerin sayısı azalıyor, filozoflar çekip gitti çoktan gezegenimizden, kimsenin sesini kimse duymuyor, herkes can derdine düşmüş, kendine bir düşman bulmuş, o düşmanı ortadan kaldırdığında bütün evrenin o büyük huzura kavuşacağını sanıyor.

        *

        Amil Maalouf’a göre eğer bugün “uygarlıkların gemisi batmak üzereyse” bu “batışın” tarihinin başlangıcı 1967 Arap-İsrail Savaşı’dır. Arapların hiç sevmediği deyimle “altı gün savaşı”nın yaşandığı “Altmış Yedi”den yarım yüzyıl sonra, Arap halkları hala ‘sersemlemiş’ durumdalar, sendeliyorlar, bozgunun yarattığı travmayı aşamıyorlar. Bu bozgun bir mezar taşı gibi göğüslerine bastırmaya ve zihinlerini bulandırmaya devam ediyor.”

        Dünyanın geri kalanının onlara karşı birlik olduğuna, onlara saygı duymadıklarına inanıyorlar. Yazara göre bu çok kaygı verici bir durumdur, zira, “bir mağlup için en kötüsü, bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlup sendromunu üretmektir. Sonunda tüm insanlıktan nefret etme ve kendi kendini yok etme noktasına gelinir.” (s. 80)

        Bu bozgun, Arap dünyasının kimyasını bozdu, İsrail’i de bir cendereye soktu.

        Maalouf’a göre, “Bozgun bazen bir fırsattır, Araplar fırsatı yakalamayı bilemedi. Zafer bazen bir tuzaktır, İsrailliler tuzaktan kaçınmayı bilemedi.”

        Araplar bozgunun, İsrailliler zaferin tuzağına düştüler, iki taraf da kendini kurtaramayınca Ortadoğu’da bugün yaşanan bütün bu felaketlerin tetiği çekildi.

        Ve bu tarihten itibaren trajediler bulaşıcı bir hal aldı. Fay büyük bir gürültüyle kırıldı.

        Tabi ki “Altmış Yedi” tek başına her şeye yol açmadı. Tek başına bu olay her şeyi izah etmeye yetmiyor. Yazara göre 1979 yılı, bir “altüst” veya “büyük dönüşüm” yılıdır.

        Bu yıldan itibaren muhafazakarlık kendini devrimci ilan ederken, ilericiler ve solcular muhafazakarlaştı.

        Muhafazakarlar devrimciliği, devrimciler muhafazakarlığı devraldı.

        *

        1979 yılının Şubat ayında Ayetullah Humeyni İslam devrimini; aynı yılın Mayıs’ında İngiltere’de Margaret Thatcher muhafazakar devrimi yaptı.

        Aralık 1979’da da Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti.

        Her üç olay da yerkürede büyük bir değişime yol açtı. Bayan Thatcher’in fikirleri Amerika’da Ronald Reagan’ı iktidara getirip yeni dönem başlattı; Humeyni’nin hem gelenekçi, hem de isyankar ve katıksız Batı düşmanı İslam görüşü de, bir sürü biçime büründü, bir yığın uzlaşmacı fikri eledi ve zaman içinde bütün dünyaya El Kaide ve İŞİD kılığında yayıldı.

        Afganistan’ın SSCB tarafından işgali ise, sosyalizmin yıkılışının başlangıcını oluşturduğu gibi, çok sonra 11 Eylül’le birlikte bütün dünyaya yayılacak cihatçı bir terör faaliyetinin de başlamasına yol açtı.

        *

        İki muhafazakar devrim, tekmil dünyada “kimlik duygularının” giderek keskinleşmesini sağladı. Bu duygu bütün yerkürenin atmosferini zehirledi.

        Eskiden hümanizm ve enternasyonalizm bayraktarlığı yapan sol çevreler ise, günümüzde kimlik ağırlıklı kavgalarda yer aldılar. Çeşitli etnik, cemaat ve sınıf gibi azınlıkların sözcülüğünü üstlendiler. Hep birlikte kurtuluş için hiçbir öneri getiremez oldular.

        *

        Hal böyle olunca da yaşlı kıta Avrupa’nın demokrasisi “yorgun” düştü. Avrupalılar, karşılarına çıkan her Müslümanı, vücuduna patlayıcı bağlamış birer intihar bombacısı olarak görmeye başladı.

        Öfke büyüdü. Irkçı partiler bu öfkeyle beslendi. Yabancı düşmanlığı aldı başını gitti.

        Bir zamanlar semalarında dolaşan komünizm heyulasının yerine İslam, bir heyula olarak karşılarına dikildi.

        O yüzden gezegenimiz şimdi büyük bir “savrulmanın” içinde.

        Şimdi hep birlikte bir büyük batışa doğru sürükleniyoruz.

        *

        Artık çağımız güvenlik kaygıları çağıdır. Herkes ulusal sınırları içinde, kendi gettosunda kendini korumaya alıyor. Hem kendimiz, hem de sevdiklerimiz için, ne pahasına olursa olsun güvenlik arayışı her şeyden daha önemlidir bizim için.

        Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, özgürlük mü güvenlik mi sorusu karşısında, özgürlük yerine, her tarafı çok iyi korunan bir kalede güvenli bir şekilde tek başına bile olsa yaşamayı tercih edecek milyonlarca insan var.

        Mutlu bir geleceğe artık kimse inanmıyor. Herkes, kendi ülkesinin dışında, başka bir ülkede güvenli bir sığınağın peşinde.

        Pusulamız şaşmış, yönümüz kayıp, öfkeli, mutsuz yığınlarız artık.

        *

        Peki bu büyük fırtınayı atlatmanın yolu var mı?

        Yazar bu soruya tatmin edici bir cevap veremiyor. Ama gemiyi sakin sulara götürecek bir kaptana ihtiyaç duyulduğu da kesin.

        Kuşkusuz o kaptan da, bizi bugüne getiren ortak değerler, farklı coğrafyalarda yarattığımız büyük uygarlıklar, yani insanlığın ortak birikimidir.

        Şimdi her yerde, o muazzam birikimin izlerini arıyor hala umudunu yitirmemiş olanlar.

        Diğer Yazılar