İki kutsal mekan; Koçanis ve Nehri'de!
Hakkari’nin iki ucunda, sarp dağların arasına gizlenmiş iki korunaklı mekan var; biri Nasturilerin kutsal mekanı Koçanis, diğeri Mehdi Eker’in deyimiyle “Nakşibendi tarikatının Anadolu’ya açılan kapısı” olan Nehri...
*
Yıkıntının üzerinde durdum. Yapı yıkılalı tam yüz yıl olmuş. Demek yüzyıl boyunca bir yere insan eli değmezse, böyle bir hal alıyor! Harabede biten fidanlar boy atmış, zamanla büyümüş, şimdi yaşlı birer ağaçtır hepsi.
Tam karşımda Seyyit Taha’nın türbesi... Onun sağında, yeni restore edilen; 1881’de İran’a başkaldırdığı için derdest edilip oğlu Seyyit Abdülkadir’le birlikte Dersaadet’e götürülen Şeyh Übeydullah’ın Nehri’de kalan oğlu Şeyh Mehmet Sıddık tarafından yaptırılan, bugün Kayme Sarayı olarak bilinen Nehri Ailesinin konağı ki, 1925’teki Şeyh Sait İsyanından sonra kabul edilen Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun gereği; “kapatın”ı “yıkın” olarak anlayan devlet memurları tarafından toplarla yerle bir edildi. Bazı kaynaklarda Şeyh Mehmet Sıddık’ın konağı 1909-1911 tarihleri arasında inşa ettiği yer alsa da kanımca bu bilgi doğru olmasa gerek. Zira Mehmet Sıddık 1908 kışında, bir grup adamıyla birlikte Helane köyüne giderken yaman bir tipiye yakalanmış, müritleri atın yularını serbest bırakmış, yolu bilen sadık hayvan karları yara yara Helane Köyü'nde yoksul bir Hıristiyan köylüsünün evinin kapısına varır gecenin geç bir vakti. Atın kişnemesine uyanan köylü dışarı çıkar, bir de bakar ki atın sırtına adeta yapışmış halde cansız bir beden; cesedi indirir, eve taşır, solgun kandil ışığında donan adamı hemen tanır; ölen Şeyh Mehmet Sıddık’tır.
Mehdi Eker'le Koçanis Kilisesi önünde...*
Üzerinde durduğum harabe Kelat Tekkesinin kalıntılarıydı. Bir diğer adı Kelétan’dı bu binanın.
Altımda bir tarih inim inim inliyordu.
Üzerinde gezindiğimiz harabenin yıkıntıları arasında kalmış sızılı, acılı, hüzünlü bir tarih bir fısıltı gibi can çekişiyordu.
Tam yüzyıldan beri...
*
Hakkari’den sabah çıktık yola, buraya vardığımızda öğlen üzeriydi. Aylar önce sözleşmiştik, Şemdinli’ye varıp Nehri’de Seyyit Taha’nın türbesinde bir Fatiha okuyacaktık.
İki gün önce geldik Hakkari’ye Mehdi Eker ve tarihçi dostumuz Mahmut Akyürekli’yle birlikte. Önceki gece bir aşiret meclisinde, bir dengbéjin divanına diz kırdık. Bir hafız açtı dağarcığını, çözdü heybesinin ağzını, söze asıldı. Sıra dağların arkasında saklanmış yüzlerce hikayeyi aldı saklandığı koyaklardan, yüksek hisarlara oyulmuş kaya kovuklarında üzerine sinmiş tozdan silkeleyip getirdi koydu orta yere. Anlattıkça büyüdü dünya, söz döndü dolaştı İstanbul’un fethi kasidesini, Kıyamet kasidesi kovaladı, kelam gelip Nasturi bahsinde soluklandı.
Mehdi Abi ile Mahmut Abi sordu, ağabeyim Dengbéj Abdülkadir sözün palamarını çözdü, gecemiz uzadı, kelam dolandı odanın içinde, bize ertesi gün için bir gezi haritası çıkardı.
Buradan kalkacağız, Berçelan yaylasına giden yokuşa tırmanacağız, çıktığımız üç bin metrelik yükseklikte, tam karşımızda yer alan Gare dağlarını, Cilo’nun Reşko doruğunu, uzaklardaki Semedari yaylasını kısık gözlerle bir süre seyredip, esen kar havasından bir an önce kurtulmak için geçidin öbür tarafından yokuş aşağı bırakıp kendimizi derin bir vadinin karnına oturmuş Koçanis köyünde bulunan, tekmil Nasturilerin en kutsal mekanlarından birisi olan, ruhani liderleri Mar Şemun’un kilisesini büyük bir hüzünle ziyaret edecek, geldiğimiz yoldan geri dönerek ertesi gün öbür uçta bulunan ikinci ruhani merkez olan Nehri’ye yapacağımız yolculuğun heyecanını yaşayacaktık.
Nehri’ye varınca, Seyyit Taha’nın türbesinde okunan ilk Fatiha’ya kadar bu heyecanımız hiç dinmedi.
Kelétan Tekkesi'nin harabeleri üzerinde... Burada da Kelétan'ın gümrah hali görünüyor...*
Buradan bakınca bir kurşun atımı mesafede bulunan Seyyit Taha’nın türbesinin içinde yer aldığı mezarlığı, buraları görmeden “Eski Zaman Eşkıyaları” kitabımın bir bölümünde anlatmıştım 1991 yılında. Tekmil Oremar mıntıkasının azametli ağası Settar Ağa, yaygın adıyla Sütoyé Oremari, Şeyh Übeydullah’ın kırk müridini kalleşçe bir pusuda katledince, şeyh ağaya ferman çıkarmış, Süto’nun akıllı küçük oğlu Téli, kim bilir kimden duyduğu şeyhin bir sırrını fısıldamıştı babasının kulağına. Eğer öldürdüğü sayıda adamla birlikte gizlice Seyyit Taha’nın türbesine ulaşabilirse eğer, türbenin de içinde yer aldığı mezarlıkta bir ateş yakıp o ateşin şavkında uzun bir süre aç susuz dayanabilirse Şeyh onu mutlaka affeder. Nehri Şeyhlerinin bu sırrını pek kimse bilmez. Onlar için bu mekan Kabe’den sonra ikinci kutsal mekandır. Süto öyle yapar, yirmi gün boyunca ateşin sönmesine izin vermeden bekler, en sonunda Şeyh Übeydullah onu affederek konağına çağırır, yedirir içirir, ona bu sırrı veren kişiyi sorar, oğlu Téli olduğunu anlayınca, Téli’yi hediyelere boğarak baba oğlu düşmanlarını öyle gönderir evlerine.
1964’te Muzaffer İlhan Erdost gitti Nehri’ye, Seyyit Taha’nın türbesinin fotoğraflarını çekti. Elimizdeki ilk malzeme onun çektikleriydi. 1976 yılında da Necip Fazıl Kısakürek gitti oraya. Mürşidi Şeyhi Abdülhakim Arvasi’ye icazet veren zatın izini sürüyordu. Vardı, Şemdinli’nin “çeşmesinden su içti,” böylece “akreplerin ruhunu deşmesinden” kurtulmuş oldu üstat.
Bunların dışında oralara dair her şey gizemli bir örtünün altındaydı.
Zaten kırk yıldan beri amaçsız, pusulasını yitirmiş kör bir çatışmanın tam ortasında yer alıyordu, ta ki yakın bir zamanda Hakkari Valiliği işe el atıp türbeyi ve konağı restore edinceye kadar.
*
Tam bunları düşünürken, dün akşam Dengbéj Abdülkadir’in toplanmış olan kalabalığa söylediği Nehri Tekkesinin yıkılmasını anlatan türküye gitti aklım:
Hey Nériyé wé’t kuré da
Wì eskerì çerxek lé da
Topa ewil tekyayé da
(Şu Nehri bir çukurdadır
Sardı etrafını askerler
İlk top tekkeyi vurdu)
Uzun bir türküdür. Düğünlerde söylenir. Yıkılmış tekkenin kalıntıları arasında Mehdi Abi, Mahmut, Veysel ve diğer arkadaşlarla fotoğraf çektirirken, çoktan binanın tarihini anlatmaya başlamış olan muhtarın sesini duydum bir ara:
“Seyyit Taha’nın amcası Mela Ahmet inşa etmiş bu tekkeyi diyorlar. Hani yeğeni Seyyit Taha’yı Mevlana Halit’e anlatan zat var ya o işte. Çiço adında Nasturi bir usta-mimara yaptırmış. Binayı bitirdikten sonra da ustayı, bir daha benzerini yapmasın diye öldürmüşler. Bina bitince Mela Ahmet karşısına geçmiş seyretmiş hayran hayran yapıyı. Sonra oraya çağırdığı bu işten anlayan herkesten binada bir kusur bulmalarını istemiş. Kusur bulmayanın kellesi gidecek. İçlerinden birisi fırlamış öne, ‘ben bulduğum kusuru anlatabilir miyim efendim’ demiş. Mela ‘ de anlat’ demiş. Anlatmaya başlamış. ‘Bu binada iki kusur var efendim. Birincisi bunu yaptıran zat günün birinde ölecek, ikincisi bu bina da günün birinde her bina gibi yıkılacak.’”
Muhtar hikayeyi anlatırken, harabenin etrafına yakın zamanda inşa edilmiş olan evlere ilişti gözüm. Çoğu kerpiçtendi ve çatılıydı köy evleri. Çatılı olmayan ahırlar ise kesme taşlarla yapılmıştı. Ahırların kesme taşları da üzerinde bulunduğumuz harabeden alınıp götürülmüştü besbelli.
Ta Hindistan’a kadar giderek Şah Gulam Ali Abdullah Ed-Dehlevi’den hilafeti alıp Irak’a getiren Kürt Mevlana Halit’ten Nakşibendiliğin halifeliğini alıp tekmil Kürdistan’a ve Anadolu coğrafyasına yayan; kardeşi Seyyit Salih’ten başka, Sıbgatullah Hızani, Fehim Arvasi, Muhammed Küfrevi, Halife Kuse, Resul Sibki ve Abdüsselam Barzani gibi meşhur halifeleri arkasına dizen, Seyyid Fehim ve Necip Fazıl’ın şeyhi Abdülhakim Arvasi'ye hocalık yapan, günümüzde Nurşin'den Menzil'e, Erzincan'dan Erzurum'a dek Şark'ta faaliyet gösteren Nakşi tekkelerinin çoğunun kurulmasına vesile olan, Alvarlı Efe'den, Esad Erbili'ye kadar silsileleri ondan nisbet eden Nakşibendi Tarikatı Halidiye kolunun ulular ulusu şeyhi Seyyit Taha’nın ünlü tekkesi 7 Mayıs 1916’da Nehriye giren Ruslar tarafından topa tutulup yerle bir edilince; geride kalan taşlarını cahil köylüler alıp ahır yapımında kullandı, harabelerin üzerini zamanla otlar bürüdü, ağaçlar bitti, şimdi geceleri kör baykuşlar ötüyor o harabelerde.
Yeni restore edilmiş Kayme Sarayı önünde...*
Seyyit Taha’nın amcası Seyyit Abdullah, Mevlana Halit’ten Nakşi halifeliğini aldıktan sonra içinde uhde olan bir şeyi şeyhine açıklama karar verir. Ele avuca sığmaz, ilmi deryalar dolusu bir yeğini var, adı Taha, o cevval delikanlıyı şeyhi huzura kabul eder mi acaba? Delikanlı küçük yaşlarda Kuran’ı hatmetmiş, ilim için uzun seyahatlere çıkmış, Hakkari’den başlayarak Süleymaniye, Erbil, Kerkük ve Bağdat gibi merkezlerde medrese eğitimi görmüş... Biraz daha anlatınca farklı bir alimden bahsettiğini anlar Mevlana Halit, “tez bana gönder onu” der Seyyit Abdullah’a.
Genç Taha büyük bir hürmetle azametli şeyhin huzura çıkar. İki kelamdan sonra Mevlana Halit, delikanlıdaki cevheri görür; onu derhal ceddi “Xewsé Bexdayé” diye bilinen Abdülkadir Geylani’nin türbesine gönderir.
Orada istihareye yatacak, gördüğü düşü gelip şeyhine anlatacak!
Uykunun en derin yerinde nur yüzlü Geylani görünür Taha’ya, bir yol gösterir ona, gideceği yer geldiği yer olan Mevlana Halit’in dergahıdır, “ona derhal mürit yazıl” der.
Hiç beklemeden Süleymaniye’ye döner, Mevlana Halit’e bağlanır, müridi olur; bir süre sonra da ondan icazet alarak halifesi olur. Ona bütün bu yolları gösteren amcası Seyyit Abdullah 1813’te vefat edince Nehri’ye gelir, onun postuna oturur.
O tarihten vefat ettiği 1853 yılına kadar, tam 40 yıl boyunca Nehri’de irşad ve medrese tedrisatı faaliyetlerine sürdürür.
Amcasının tekkesinin kapılarını dünyaya açar. Her yerden, kafileler halinde insanlar Nehri’ye akın eder, ona mürit olur. Süleymaniye ve Musul’dan Van’a kadar tekmil bölgenin dini lideri olur.
Böylece Nakşibendi Tarikatı’nın Halidiye kolunu uzak yakın coğrafyaya, özellikle Anadolu’ya yayar.
*
Kelat olarak bilinen Nehri Tekkesini Ruslar, Kayme Sarayı olarak bilinen konağı da Kemalistler yıktı! İkisi de aynı silahla, top kullanarak yaptılar bu işi.
Nehri, 1925 yılına kadar Şemdinan kazasının merkezi idi. Önemli bir nüfusa sahipti. Büyük bir ticari potansiyeli mevcuttu. 1926 yılında yakılıp yıkıldı. Şeyhlerin ikametgah olarak kullandıkları konak yıkıldı. Mıntıka boşaltıldı, köy “memnu mıntıka” ilan edildi. Şeyh Taha'nın ailesi darmadağın edildi, arazilerine el konuldu. Kaza merkezi de Navşar köyüne taşındı. Nehri’nin adı değiştirildi, Bağlar yapıldı.
*
Hakkari’nin iki ucunda, dağlar arasında kalan iki kutsal mekanı gezdik. Koçanis’ta Müslümanların yüzyıllarca beraber yaşadığı Nasturilerin kutsal mabetlerine yaptıklarını, Nehri’de de Hıristiyanların Müslümanların kutsal mabedine yaptığı yıkımı gördük.
Barnabi İncilinin alıp götürüldüğü Koçanis Kilisesi’nde Nasturilerin ruhani lideri Mar Şemun’un ruhu dolaşıyor, Nehri’de ise yıkılan Seyyit Taha’nın amcasının yaptırdığı Kelétan Tekkesi’nin yıkıntıları arasında bir tarih inliyordu.
Nehri Tekkesini Ruslar yıktı, Koçanis Kilisesini Müslüman Kürtler tahrip etti, Nehri şehir merkezini de Kemalistler ortadan kaldırdı.
Nehri’yi ardımızda bırakıp köyden uzaklaşırken kendi kendime “Galiba eskiden bu kadar yoksul değildik!” diye mırıldandım.
Sesimi kimseler duymadı.