Yol
Artık kullanılmayan eski bir yol kadar bana hüzün veren çok az şey vardır.
Vakti zamanında o yoldan gelip geçmişim, sonra araya her şeye kıyan zaman denilen öğütücü girmiş, o yol artık işlevini yitirmiş, yeni yol yapılırken orada kenarda kalmış, hemen yanındaki geniş asfalt bir nehir gibi akıyor, eski yol ise ölü bir yılan gibi yatıyor orada.
Böylesi eski yollarla karşılaştığımda geçmemişsem bile, sanki daha önce oradan geçmişim gibi gelir bana.
Çocukluğumda ya bir kamyonun kasasında, ya yakın bir zamanda bir arabanın içinde, ya da yürüyerek geçmişim oradan vakti zamanında belki de...
Oradan bir yere varmak için giderken veya vardığım yerden eve dönerken... bilmiyorum!
*
“Bu yol nereye gider?” sıradan, basit bir sorudur aslında.
Belki cevabı da öyle...
Ama aslında “yol bir yere gitmez”, giden yol değil yolcudur çünkü.
“yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yol yoluyla gidebilir yare
yoldan çıkabilir apansız
ve ömür bitebilir yoldan önce
ama yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir”
(Yılmaz Erdoğan)
*
Bütün yolcular, hep yolda kaybetmişlerdir aradıklarını, daha çok da kendilerini. Bazı yollar eve çıkar, bazı yollar evden çıkarır, bazı yollar evinden eder.
Neye karar vereceğini yolcu bilir.
Ama yolcu dediğimiz kim ki?
“(...)
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiç bir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela”
(Yılmaz Erdoğan)
Benim tanıdığım bütün sürgünler, hayatları boyunca hep günün birinde dönüş yolunun hayalini kurdular ama çok azı geri döndü o yoldan. Dönenler de, bir süre sonra ilk başta ikinci, şimdiki asıl yurtlarına geri döndüler.
“Gittiği yolu” sevmediler evet ama onları götüren yoldan geldikleri yere geri getirecek “dönüş yolunu” da sevmediler.
Artık yeni yurduna alışmış olan sürgün, ayrıldığı yurduna onu geri götürecek yolculuğu değil, o yoluculuğun hayalini seven kişidir bence.
*
Görmeden, uzak bir dağ başında parlayan ırak bir ışık beni götürdü yol kavramına hayatımda ilk kez.
Çocukluğumda, uzak dağ başındaki Mavigöl Yaylasında, ay doğmadan önce ortalığa düşen zifiri karanlık gecelerde, yataklara erken bir saatte girerdik. Genellikle soğuk olurdu, yaz olduğu halde havanın buza kestiği gecelerde oturmak akıl karı değil, bir de ne kadar otursan o kadar fanus yanacak, az biraz da gazyağından tasarruf olsun diye annelerimiz bizi yataklara sokar, yorganın üzerine bir de kilim, çul atar, sıcacık yataklarda, köpeklerle kurtların karşılıklı havlayıp ulumalarını dinler, karakıl çadırın örgü boşluklarından milyonlarca yıldızın yanıp sönmesini seyrederek uykuya dalardık.
Böylesi gecelerde, gündüz gözüyle en uzak ufukta yer alan, bazen sisten pustan, mor ışıktan göze görünmeyen ırak dağlarda yanan bir ışık gözüme çarpardı.
Bir yanıp bir sönen gezgin bir ışık...
O ışığın gözüme göründüğü günden itibaren onun sırrını kimseyle paylaşmamış, o ışığın neyin nesi olduğunu bilen birisine sorarsam eğer bütün tılsımının kaybolacağını bildiğimden, hem onun esrarını muhafaza etmek, hem de o esrardan kendime çıkardığım oyunu sürdürmek için o yanıp sönen şeyin neyin nesi olduğunu kimseye sormazdım.
Işık her gece gelmezdi de.
Arada bir... Bazen günlerce kaybolur, sonra aniden ortaya çıkar, bazen de çoğalır, birbirini kovalayan iki ışığa dönüşür, birlikte görünüp kaybolurlardı.
Biraz daha büyüyünce merakım daha da arttı. Günün birinde geceleri tam yattığım yerde gözümün hizasında bana görünen o uzak dağdaki ışığın neyin nesi olduğunu sordum bir büyüğüme.
Güldü.
“Oradan yol geçiyor,” dedi.
“Ne yolu?” diye sordum merakla...
“Gördüğün şey araba ışığıdır.”
“Arabaların ışıkları mı var?”
“Var tabi... Geceleri o ışığın aydınlığında yol alıyorlar.”
“Peki neden yanıp sönüyorlar?” diye sordum aynı merakla.
“Çünkü orada çok viraj var. Arabalar virajları dönünce ışığı kayboluyor, o yüzden...”
Gözlerimi kısarak baktım...
Tam seçemediğim virajlı yolu muhayyilemde canlandırmaya çalıştım.
O güne kadar hiç görmediğim, dolayısıyla hiçbir şeye benzetemediğim arabaların geçtiği yol imgesi düştü içime.
İkisine de bir biçim vermeye çalıştım. Araba dedikleri şey nasıl bir şey olmalı? Yol nasıl bir yoldu? Bizi buraya getiren yoldan farkı olmalıydı mutlaka?
Araba yolunu görmek, o günden sonra bir özlem oldu oturdu içime.
Ama çok uzaklardaydı, benden çok uzakta.
Beni bu dağ başı yaylasına yukarı doğru giden dik bir yol getirmişti.
Oysa çok sonra öğrendim; yolların büyük bir kısmı yataydı.
*
Aklıma, Wiliam Faulkner’in ölümsüz eseri “Döşeğimde Ölürken”de yer alan o paragraf geldi bunları yazarken:
"Tanrı yolları yolculuk için yaptı: İşte ondan dolayı yolları yeryüzüne yatay yerleştirdi. Bir şeyin durmadan kımıldamasını isterse uzunlamasına yapar o şeyi, yol, at ya da araba gibi, ama bir şeyin konduğu gibi durmasını dilerse onu da dikey yapar, ağaç ya da insan gibi."
“Konduğu gibiydi” hayatımda ilk yol kavramıyla karşılaştığım o serin yaz yaylasına giden yol, “ağaç gibi, insan gibi...”
*
Sonra hayatımın en zor bilmecesini sordu bir gün bana çoktan bütün yoların vardığı Allah’a giden uzun bir yolculuğa çıkmış olan rahmetli Güner Abim..
Bir adam cennete gitmek üzere çıkmış yola. Dere tepe kat etmiş, ova dağ aşmış yolu kısaltmış ve bir yere varmış ki yolu çatallaşmış. Tam çatalın ortasında birbirinin ikizi iki kardeş nöbetçi var. Yollardan birisi cennete, öteki cehenneme gidiyor. Nöbetçinin birisi yalancı, öteki doğrucu... Hangisinin doğrucu, hangisinin yalancı olduğunu bilmiyor adam. Şimdi yolcu onlara öyle bir soru soracak ki, doğrucu da olsa, yalancı da olsa verdiği cevapla cennetin yolunu gösterecek adama.
Doğru soru nedir acaba?
Siz doğru soruyu düşünürken Oruç Aruoba’nın şu sözünü de aklınızın bir köşesinde bulunsun:
“Yol iki yer arası değildir; yer iki yol arasıdır.”
*
Terk edilmiş, artık kullanılmayan bir yol gördüğümde bir yalnızlık çöker içime.
Terkedilmiş olan benmişim gibi gelir bana.
Bir nehir gibi akan işlek, pırıl pırıl asfalt yolun kenarında eski yol, ölü bir yılan gibi yatar orada.
Öldüren sanki benmişim gibi.