Rasim Özdenören'in evinde!
Her Cuma günü, TRT Kurdi’de yayınlanan bir programa katılmak için Ankara’ya gidiyorum. Bir gece kalıp dönüyorum.
Ankara’da kısa süre kalmak iyidir, uzun kalamıyorum; kalınca elim ayağıma dolaşıyor.
Bu vesileyle her gidişimde orada yaşayan dostlarımla görüşüyorum birkaç saatliğine bile olsa.
Bu hafta için Efkan Ala’nın Mehdi Eker’le bana sözü vardı. Bu şehirde en güzel yemek mekanlarını o bilir derler; mektep arkadaşlığımız var Efkan Bey’le, aynı dönemde okuyup mezun olduk İstanbul Siyasal’dan.
Bir Karadeniz lokantasına götürdü bizi.
Yemeğin ortasında Mehdi Abi’nin kardeşi Metin Eker aradı, bir arkadaşıyla Rasim Özdenören’i ziyaret edeceklermiş, “İsterseniz siz de gelin,” dedi.
Bize sordu Mehdi Abi, Allah’ın verdiği iki göz dedik!
Yemeği aceleyle yedik ve kalktık.
Kızılay’dan geçerek arka mahallelerden birisine gittik. Hani bütün evlerin birbirine benzediği tipik Ankara apartmanlarının bulunduğu semtler var ya, onlardan birisine...
Verilen adresteki apartmana girdik. Merdivenlerden yukarı çıkmadık, aşağı doğru indik. Kot farkından olacak iki kat aşağıda, sanırım bir bodrum katının kapısında Rasim Özdenören yüzünde o güzel gülümsemesiyle bizi bekliyordu.
“Lüzumundan fazla ciddiyetle” işi olmayan adamlardan olduğunu biliyordum, belki de bu yüzden mutluluğu, yüzünden böyle taşıyordu yolumuza.
*
Ben ilk defa karşılaşıyorum muhafazakar camiada herkesin “Rasim Abisi” bu değerli edebiyat adamıyla.
Hakkındaki bilgilerim sınırlıdır.
Şunları biliyorum sadece: Ünlü bir hikayecidir. Hikayelerinde Anadolu insanını anlatır. Yerinden çıkmış, modern şehirlerin varoşlarında yaşamaya mahkum olmuş sıradan insanları... Onların acılarını, yalnızlıklarını... Kültür şokunun yazarıdır, kuşatıcı ve derinlemesine iniyor insanın künhüne.
Denemelerinde de hakeza. Çeşitli akımların yüksek çıkan sesleri içinde sesleri kısılmış İslamcı kuşağa yeni bir yön tayin etmeye çalışıyor öteden beri.
Hepsi bu kadar.
*
Kendimi şanslı bir adam addediyorum aslında. İstanbul’a geldiğim 1983’ten beri, o zamanlar bir hayli yaşlı olanlardan başlayarak daha sonra ünlenen bir yığın yazarla, sanatçıyla tanıştım, çoğuyla ahbap, dost oldum ama bakın mesela Rasim Özdenören gibi muhafazakar camiadan çok az yazarla tanıştım, hatta onları yakın zamana kadar merak bile etmediğimi itiraf etmeliyim.
Daha da ileri gideyim, on yıl öncesine kadar, edebiyat ortamıyla çok haşır neşir olduğum halde Rasim Bey’in adını bile bilmiyordum.
Peki bu haksızlığı kim yaptı bana?
Nasıl bir şey şimdiye kadar bu adamı tanımama engel oldu?
Benim bildiğim eskiden böyle değildi. Hatta o derece böyle değildi ki, bugün muhafazakar-İslami çevrelerin çok kıymet verdiği önde gelen yazarların bir çoğunun ilk hikayeleri, şiirleri, ürünleri, seküler-laik kanadın en önemli edebiyat dergisi Varlık’ta yayınlanmış.
Hani olur da, yeni yetme yıllarında; Varlık’ın kurucusu Yaşar Nabi Nayır’ın “Nereye Gidiyoruz” kitabında, “Bugün baldırı çıplak bir bedevinin yolunda gitmek akıl karı mıdır?” cümlesine rastlayıp peygamberine böylesine hakaret eden bir adamın bu ülkenin en önemli edebiyat dergilerinden birisinin sahibi olmasına akıl sır erdiremeyip o öfkeyle onlardan uzaklaşıp kendine yeni bir yol seçmeseydi, belki de Rasim Özdenören de pekala “sol cenahta” yer alabilirdi.
Zaten evine gelmeden önce, yemekte de kendi aramızda bunları konuşmuştuk. Çok az konuşan, ama konuşunca da karşısındakine mutlaka “bir şeyler” söyleyen tanıdığım ender insanlardan birisi olan Efkan Ala, “Solun dinle netameli ilişkisi, bizi ondan uzaklaştırdı, gözümüzde öcü yaptı onu” demiş, ben de solcularımızın “din düşmanlığının” Marksizm’den mülhem bir bilgiden kaynaklanmadığını, Marksizm’in din düşmanlığı demek olmadığını, tam tersine Kemalizm’in “aydınlanma” anlayışının bir tezahürü olduğunu söylemeye çalışmıştım bildiğimce. Zaten Türkiye’de sosyalist solculuk, -“Birikim” çevresi ve o cenahın en akıllı bireyleri olan Troçkistleri dışında tutarsak- Marksizm sosuna batırılmış başka türlü bir Kemalizm’den başka bir şey değildi.
Yoksa Marks’ın da dindar bir dönemi var. Hatta sohbetin ilerleyen saatlerinde Rasim Bey, Marksın bir Yahudi olarak fikrini özgürce yayabilmesi için bir Hıristiyan mezhebine geçtiğini anlattı laf arasında.
Bilincimin duvarlarını yıkıp, dünyanın sadece benim fikrimden ibaret insanlardan müteşekkil olmadığını anladığım günden beri, Allah’ıma şükür ki, ömrümün bu deminde Rasim Bey gibi insanlarla da tanışıyor, onların sohbetlerinden de yeni şeyler öğreniyor, ufkumu genişletmeye çalışıyorum.
Bir ideolojinin esiri olmamak ne rahat bir şeymiş!
*
Evinin adresini ararken, Mehdi Abi’nin onun hakkında daha önce bana söylediği sözler vardı aklımda:
“Rasim Özdenören, büyük bir edebiyatçıdır, çok iyi bir yazardır. Tek bir romanı var, daha çok hikayeciliği ve denemeleriyle bilinir. Onun ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ kitabı muazzamdır. Dostoyevski ile Faulkner’ın karışımıdır bana göre. Müslüman olması, hakkının gasp edilmesini getirdi. Laik cenahta olsaydı, kim bilir şimdi nasıl el üstünde tutuluyordu.”
*
Rasim Bey’in evi, daha girişinden kendini ele verdi. Bir memur evine girmiştik. Ayakkabıların kapının dışında çıkartılıp içeri taşındığı, bütün eşyanın birkaç yıl önce değil, yıllar öncesinden alındığı, büyük bir titizlikle korunduğu, her gün temizlenip paklandığı, iyi bakıldığı ama yine de zamanın kıyıcılığına direnmekte güçlük çektiği izlenimi veren, salondaki kitapları dışarı çıkarırsanız, “evkafta memur” yoksulu birisinin evi gibi bir ev...
Evin en gösterişli eşyası duvarları çepeçevre saran kitaplar... Evi zengin gösteren de bu kapaklı dolapların içinde yer alan kitaplardır zaten.
Derdi vardı Rasim Özdenören’in, kendisi bu derdi şöyle formüle etmişti:
“Derdi olan insan okur. Derdi olmayan insan da okuyarak dert sahibi olur.”
Şimdi bu evde, bu kitapların arasında, kendisine benzer bizim gibi insanların derdine çareler aramaya çalışıyor 80 yaşına hiç aldırmadan.
*
Ben sağdaki üçlü kanepeye, Efkan Bey’le Mehdi Bey pencerenin önündeki tekli koltuklara, Metin Bey’le arkadaşı karşımdaki üçlü kanepeye oturduk.
Rasim Bey hepimizi görecek şekilde, tam karşımızda oturuyordu.
Sarı, yüzü eprimiş, yanlarında dirsek izi belli, ne yüksek ne alçak berjer bir koltuğa oturdu.
Önünde, hani çoğumuzun balkonlarında kendine yer bulan metal ayaklı formika masalar var ya, o masalardan biri... Masanın üzerinde bir yığın kitap, yığının içinde “Türk Ceza Hukuku”nun adını oturduğum yerden seçiyorum. İki yana yığılmış kitapların yanında önünde bir not defteri, birkaç kalem... Bilgisayar yok... Elle mi yazıyor bilmiyorum. Tam çaprazımda belki de sadece haberleri -o da bazen- dinlemek için açılan bir televizyon.. Ha televizyon yeni, onu söyleyeyim...
Refikası çay getirdi salona, hal hatırımızı sordu, Metin Bey hizmet etti biz misafirlere. Sonra tatlı geldi, ardından da meyve...
Ve Rasim Özdenören anlatmaya başladı.
*
Bir süre önce Habertürk’te Veyis Ateş’in “Büyük Sorular” programında seyretmiştim. Veyis ona, “İnsanların artık ruhen birbiriyle haberleşmediğinden” şikayet ettiğini sormuş, o da soruya cevap verirken “araya mikrofon girdikten sonra sohbetin niteliği değişti, sohbet yapaylaştı, şöyle evde ayaklarını uzatarak, çay eşliğinde konuştuğun gibi konuşamıyorsun buralarda” demişti.
Şimdi aramızda ne mikrofon, ne de ekran vardı.
O yüzden anlattıklarının çoğunu yazamayacağım. Biz bize muhabbet ediyorduk işte. Daha doğrusu o anlatıyor, biz de dinliyorduk.
*
Bazı insanlar sohbete uzun başlar, dinlerken bu mevzunun sonu gelmez sanırsın ama işi kelime kuyumculuğuysa o kişinin, bir süre sonra dağarcığından öyle kelimeler çıkardığını görürsünüz ki, siz anlatsanız belki saatlerce sürecek aynı mevzu birkaç cümleyle yoğunlaşarak kazır beyninize.
Bunları ben de düşünüyorum, ama benim derdim bunları böyle ifade edemem. Kudretli yazarlık da burada devreye girer işte. Herkesin her gün kullandığı kelimelerle farklı bir şeyi ifade edebilme becerisidir yazarlık.
Kelimeler erbabına şefkatli davranır, yolunu kolaylaştırır, kısaltır. Kelimeler erbabıyla aranızda, seni ondan ayıran tılsımlı seslere dönüşür.
O anlatırken, bir yerlerde okuduğum, “Kimse olduğu gibi görmek istemez seni, herkes kendi icat ettiği gibi bakar sana,” sözü aklımda dolaşıyordu ki, “İslam coğrafyasının en büyük meselesi, herkesin bir başkasını kendine benzetmeye çalışmasıdır,” dedi. Bize dünyada olup bitenlerin geniş bir analizini yapıyordu. Marks’tan başlamıştı, “Ondan önce bütün filozoflar insanın belinden yukarısıyla ilgilendiler, yani beyniyle, Marks ilk defa belden aşağı inerek mideyle ilgilendi,” dedi. Ben boş bulundum;
“İnsan ne yiyorsa odur, sözü onundur sanırım” dedim.
“Evet, bütün mesele mideden başlar,” dedi, söz filozofun kökeninden hareketle Yahudilik bahsine geldi.
“Biz sanıyoruz ki, Yahudiler İsrail devletinden ibarettir. Oysa İsrail devletini kuranlar, Yahudilerin daha çok tutunamamış, bir baltaya sap olamamış unsurları. Diğerleri bütün dünyaya hükmediyorlar. Yahudi demek sinema, edebiyat, medya, felsefe, sanat, banka, ticaret, gıda, teknoloji, sanayi demek... Bütün su başlarını onlar tutmuş. Yahudilerle kavga ettiğinizde bütün bunlarla kavgaya hazır olmalısınız.”
*
Sohbet koyulaşıyor, benim vaktim gittikçe azalıyordu. Biraz sonra söz edebiyata gelecekti besbelli.
Mehdi abi, Rasim Bey’in aynı zamanda müthiş bir hatıra adamı olduğunu söylemişti. Bir yığın edebiyatçının anısını, sırrını gezdiriyordu ceplerinde. Onları anlatmaya başlasa, sabahı etmemiz gerekiyor burada.
Ama işte benim payıma düşen kısmı bu kadarmış. İstemeden kalktık hep birlikte.
Kapıda bizi uğurlarken, karşıladığı gibi aynı sevecenlikle uğurladı bizi. Mehdi Abi’yi, Efkan Ala’yı daha önceden tanıyordu. Biz ise ilk defa karşılaştık, Hakkarili olduğumu biliyordu mesela. Belli ki sevmişti bizi.
Yine Veyis’in programından bir sözü kalmıştı aklımda:
“İnsanı sevmeyen Tanrıyı sevemez!”