Bir el rovelver, bir geyik ve altı okka cesaret!
Kilyos Demirciköy'de, tepenin tam başında, hem yemyeşil ormanlara, hem bazen beyaz dalgalı, bazen mavi durgun Karadeniz’e bakan şirin mi şirin küçük bir kabristan var.
Bir arkadaşımın evi o civarlardadır. Bu yüzden çok sık giderim oralara. Önünden her geçtiğimde, o huzur veren, küçük mezarlığın Türk matbuat tarihinde, çoğu kimsenin bilmediği hazin yerini düşünür, kederlenirim.
Kısa bir süre sonra öldürüleceğini bilen yirmi altı yaşında gencecik bir yazar, bir arkadaşına yazdığı vasiyet-mektupla bu mezarlıkta defnedilmeyi istiyordu ondan.
Ama dileği yerine getirilmedi.
O yüzden o mezarlığın yanından geçerken her defasında o uğursuz hadiseyi düşünür, o cinayete bir kez daha lanet okurum.
*
Vasiyetname gibi mektubun sahibi, 1910 yılında, daha önünde yürünecek dünya kadar yol varken yolu kesilip 26 yaşında, sokak ortasında, alenen katledilen gazeteci yazar Ahmet Samim’di.
Bu mezarlığı çok seviyordu.
*
Öldürüleceğini herkes biliyordu. Köşe bucak ölümden kaçıyordu ama nafile. Ferman buyurmuştu paşalar, gayri öldürülecekti! O yüzden oturdu can yoldaşı Kıbrıslı Şevket’e bir mektup yazdı. Mektup değil de, bir vasiyetname daha çok...
İnsan 26 yaşında vasiyetnamesini yazar mı demeyin, yazdırdılar!
Şöyleydi:
“(....) Demirci Köyü’nde, bir bayır tepesinde, küçük ve garip bir köy kabristanı vardır, istiyorum ki beni oraya defnetsinler. O mezarlığın kenarında gençliğimin en tatlı birkaç şiir ve hülya saatini geçirdim; fikrimin o küçük mezarlıkta olduğu kadar hiçbir yerde o kadar derin bir sükun ve istiğraka daldığını bilemem. Mezarlığın bulunduğu tepeden bütün kırlar, tarlalar, etrafın uzak birer küçük ve yeşil demete benzeyen koruları, ormanları ve nihayet ta ileride Karadeniz’in kah durgun ve mavi, kah beyaz ve öfkeli sonsuzluğu görülür; cenazemin orada kalmasını arzu ediyorum. Bana dindarane bir tevekkül geldi ve ölmeye razı, hazırım. Yalnız ne zaman olacağını bilemiyorum.”
*
Çok bekletmediler.
9 Haziran 1910 günü arkadaşı Fazıl Ahmet’le “Sada-yı Millet” gazetesinden çıktıklarında, insana yaşama sevinci veren bir yaz akşamı iniyordu yavaş yavaş şehre. Merhem gibi bir yel esiyordu dışarıda. Hızlı hızlı yürüyorlardı, bir an önce vapura yetişecek, gazetenin sahibi Ahmet Muhtar Bey’in Kuruçeşme’deki yalısında yazarlara verdiği akşam yemeği yetişeceklerdi.
Bahçekapı’daki poğaça fırınının önünde, burnuna ekmek kokusu geldi. O koku saniyeler sonra kesif bir barut kokusuna dönüştü.
Ahmet Samim, ensesinde bir sızı hissetti, o sırada kol kola yürüdüğü arkadaşının kolunda kısa bir süre asılı kaldı, sonra boş bir çuval gibi yere yığıldı. Fazıl Ahmet dehşet içinde kendini fırının içine attı.
Cinayeti önce “kör bir balıkçı gördü.” Sonra onunla birlikte Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel Vatanım” romanının başkahramanı Şehsuvar Sami...
(Ahmet Ümit, kahramanının daha sonra yaptıklarını görmediği için romanında yazmadı. Ahmet Samim yere yığılırken elindeki evrak çantası yanına düştü. Kargaşada herkes bir yerlere koşuştururken, Şehsuvar Sami çantayı usulca açtı. Bir sürü kağıt içinde, Refik Halit’in yeni yazdığı, okusun diye arkadaşına verdiği, 31 Mart Vakası sırasında isyancı askerlere şerbet dağıttığı için bir süre sonra idam edilen gariban bir şerbetçiyi anlattığı “İsyan Gecesi” adlı hikayesini gizlice çantasından çıkarıp ceketinin iç cebine koydu ve fırının yanındaki dar sokağa saptı. O yüzden; tek nüsha olan ve öldükten sonra evrak çantasında olması gereken hikaye o günden beri kayıptır.)
*
Ahmet Samim’i canından eden bir el rovelverden çıkan barutun yaydığı bir damlacık kara duman büyüdü, büyüdü, yüz yıl içinde bütün memleketin semalarını sardı; o günden bugüne başta Abdi İpekçi, Hrant Dink, Uğur Mumcu ve Musa Anter olmak üzere yüzlerce gazetecinin, yazarın sokak ortasında öldürülmesinin kapısını açtı.
*
Birkaç gün önce Dahiliye Hazırı Talat Bey, Ahmet Samim’i makamına çağırmış, (Hrant Dink’i de çağırmışlardı) muhalif yazılar yazamamaya karşılık kendisine mutasarrıflık teklif etmiş, İstanbul’dan uzaklaştırılmaya çalışmıştı.
Ama o gazeteciydi, yazardı. Sadece yazı yazmak istiyordu, kaymakamlıkta gözü yoktu.
Abdülhamit döneminde de Sultanı eleştirmiş, tahttan indirilmesini istemişti. Şimdi İttihatçılar iktidardaydı, aynı zulmü onlar yapıyordu; örfi idarenin işkence metotlarını ifşa ediyor, Soma-Bandırma şimendifer imtiyazı işinin iç yüzüne dair vesikalar yayınlıyordu.
Nezaretten çıktığında arkadaşı Kıbrıslı Şevket’e vasiyetnamesini bir mektupla bildirmesi gerektiğine iyice kanaat getirmişti artık.
Oturdu yazdı:
“İttihat ve Terakki Cemiyeti idamıma hükmetmiş; idam olunacağım. Bunu yarı resmi surette tebliğ eylediler. Haberiniz olsun. Yalnız arkadaşlarımdan bir şey rica ediyorum. Bana Hasan Fehmi’ye yaptıkları gibi mükellef bir cenaze alayı tertip etmesinler.”
Daha sonra bu korkunç cinayetin “Hüküm Gecesi” adıyla romanını yazan Yakup Kadri, “Ahmet Samim’i öldüren bir damla barut Meclis-i Mebusan’daki kocaman muhalefetin ağzını tıkadı,” dedi.
Ne cenaze alayı görkemli oldu, ne kimse cesaretini toplayıp cinayeti kınadı. Vasiyeti de yerine getirilmedi, arzu ettiği gibi Demirciköy mezarlığına gömülmedi, tabutunun arkasından hiç kimsenin yürümesine izin verilmedi, fes yeri bile boştu, kuru tahtadan ibaretti. Zaten tabutu Hilal Matbaası’nın kapısı polis ve jandarma tarafından tüfek dipçikleriyle kırılarak alınıp götürülmüştü.
Cenaze işlemleri jandarma nezaretinde hızlıca yapıldı, (Musa Anter’in cenazesi gibi!) götürüp Çemberlitaş’taki Sultan Mahmut Türbesi’ne defnedildi.
*
Ahmet Samim, Refik Halit Karay’ın arkadaşıydı. “Bir Ömür Boyunca” isimli hatıratında ondan etraflıca bahseder üstat. Bundan sonra okuyacaklarınız önemli bir kısmı Refik Halit’in anlattıklarındandır.
O dönemde yaşayan yazarlar, bağlı oldukları edebi akıma göre kalem oynatırlardı. Robert Koleji’ni bitirmiş, cevval, korkusuz ve mesleğine ölümüne bağlı Ahmet Samim de “Servet-i Fünun” üslubuna bağlıydı. Misal herkes “Hürriyet geyiği” mi dedi, o öyle demez “Gazal-i Hürriyet” derdi.
Bu başlıkla bir yazı da yazdı.
“Gazal-i Hürriyet” başlıklı bu yazısı idam fermanı yerine geçti.
Şöyle ki:
Dağa çıkmak, eski bir İttihatçı geleneğidir. Geleneği Enver başlattı, Rumeli’nden İstanbul’a çağrılınca dağa çıktı. Ondan bir hafta sonra Resneli Niyazi tuttu dağ yolunu. Niyazi dağa çıkarken yanında 200 kişi vardı, ordunun silahlarını ve devletin kasasından 550 altın alarak çıkmıştı.
Tam birkaç kuzu çevirmişlerdi ki, Sultan Abdülhamit 2. Meşrutiyet’i ilan etti. Dağa çıkanların hepsi birer “hürriyet kahramanı” olarak tıpış tıpış düze indi.
*
Niyazi Bey dağdayken, bir geyik ona yanaştı. Refik Halit’in deyimiyle ona “yaltaklandı.” Bir süre sonra geyik mütemmim cüzi oldu çıktı. Her baskında, eylemde geyik de yerini aldı.
Çok değil 20 gün sonra Abdülhamit, istedikleri hürriyeti onlara verdi. İstibdat rejimi yıkıldı, her yerde hürriyet türküleri söylenmeye başlandı. Yurtsever mücahitlerle birlikte kahraman geyik de İstanbul’a getirildi. Direklerarası’nda Letafet apartmanının bodrum katına kapatıldı. Bir kuruş mukabilinde insanlar seyre gitti, ancak fazla rağbet görmedi. Bir süre sonra ortadan kayboldu, belki de kesildi, eti bir lokantaya satıldı.
İşte bu zavallı geyik o günlerde matbuatta bir “geyik muhabbetine” konu oldu. Ahmet Samim de, ünlü “Gazal-ı Hürriyet” makalesini o günlerde yazdı.
Refik Halit şunları söyler:
“Galiba Ahmet Samim’in geyik hakkındaki makalesi rejimin ilk tenkidi olarak tarihe geçti ve iki yıl sonra bu değerli gencin hayatına mal oldu.”
O günlerden kalma “geyik muhabbeti” deyimini hayatımıza sokan Resneli Niyazi ise, Balkan Savaşları sonucunda memleketi Makedonya da kaybedilince İstanbul’a gitmek istedi. Arnavutluk’un Avlonya limanında çıkan düzmece olduğu söylenen bir kavganın tam ortasına düştü ve “kim vurduya” gitti.
“Ne şehittir ne gazi, hiç yoluna gitti Niyazi” sözü de böylece dilimize girdi.
Resneli Niyazi, bir şekilde Ece Ayhan’ın “Artık Atından İnmeden Sevişmeye Alışmalısın” şiirine de, “Bir talikayla getirirler Niyazi adında bir geyiğin çektiği/Buz tutmuş bir delikanlıdır iyi gözlü dilsiz/Makedonya'da düşünülmeyen” dizeleriyle yerini buldu.
*
Refik Halit’e göre, “neşeli, şakacı, dostlarına bağlı ve bu bağlılıktan dolayı evine karşı azıcık ihmalkar, çok hür kafalı, ciddilikle havailiği sevimli şekilde meczetmiş, gayet sevimli ve yakışıklı bir genç” olan Ahmet Samim’in ölümüne karşı sergilenen kayıtsızlık birçok meslektaşının kanına dokundu. Ama korku dağları bekliyordu. Herkes sinmişti. Arkadaşlarından Refik Halit, Kıbrıslı Şevket, Avukat Celal Sofu ve Halid Göksu, bu “haysiyetsizlik derecesindeki medeni cesaretsizlikten iğrenerek” harekete geçtiler.
Ahmet Samim’in iktidarın bilgisiyle katledildiğini, kendisine gelen kurşunlu, tabancalı tehdit mektuplarını, vasiyetnamesini yayınlamak istediler. Ancak bu işi bir bildiriyle yapsalar cezası idam, neşriyat yoluyla yapsalar ömür boyu kürek cezasıyla kurtulabilirlerdi. Gelin görün ki bu iş için, en az kendileri kadar deli gazete sahibi bir adam lazımdı.
Hemen buldular: İştirakçi Hilmi!
Türkiye’nin tescilli ilk sosyalisti olan Hilmi Bey’in “İştirak” diye bir gazetesi var, başlığın altında iki cümle yazılı; “Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar” ile “Sosyalizm efkarının mürevvicidir.”
*
Refik Halit, Hüseyin Hilmi’ye fikrini söyledi. O günkü gazetenin satışından gelecek paranın tümü onun olacak! Hilmi sosyalisttir sosyalist olmasına ama paraya ölüyor! Hatta herkes gibi para demez, üç r ile cafcaflı söylermiş. Ucunda zindan mı var, boş veeerrr, zindan paradan mühim değildir. Kabul!
*
İştirakçi Hilmi emniyet teşkilatından geliyordu, sivil polislikten... Ümmiydi. Teşkilattan ayrıldıktan sonra Romanya’ya gitmiş, oradan sosyalist olarak dönmüştü. Ancak o sosyalist olduğunda, sosyalizmin ne olduğunu kendisi de dahil bu memlekette pek kimse bilmiyordu. (Hala bilen var mı, bilmiyorum?!)
Hüseyin Hilmi ve arkadaşlarına göre, “eskiden toplumumuz sosyalistti,” zira şeriat düzeninde herkes eşitti ve düzen adildi. Hatta buna dair gazetesinde yazılar bile çıktı.
“Upuzun, dimdik boylu, kadife kalpaklı, kıpkızıl yelekli, haşin, abus çehreli bir kaba adam” olarak portresini çiziyor Refik Halit ve devam ediyor: “Herkese, hepimize ilk gördüğünde 'arkadaş, sen!' diye hitap ediyor ve ikide bir 'cepte metelik kalmadı!' şikâyetiyle iş yapmak, gazete çıkarmak lüzumundan dem vuruyordu."
Derbeder bir insandı. Kırmızı renkli, armalı bir otomobile biniyor, kızıl kıyafetler içinde sabahtan akşama kadar işçilerin olduğu yerlerde dolaşıyor.
Dini bayramlarda bayramını kutlamak isteyenlere, “Arkadaş benim bayramım 1 Mayıs’tır, o zaman gelin,” diyordu. İstanbul’da 1 Mayıs’ın ilk defa kutlandığı 1912 1 Mayıs’ında Hüseyin Hilmi aşka geldi, o kalabalığın içinde Marks’a bir telgraf çekmek gerektiğini söyledi heyecanla. Marks’ın çoktan öldüğü kendisine söylenince de, bir hayli üzüldü.
Cesurdu, gözü pekti, işgal sırasında İngilizlerle arası iyiydi. Bir arkadaşı tutuklandığında yetkililere koşar, yalvarır yakarır, serbest bıraktırmak için her yolu dener, başaramazsa eğer büyük bir cesaretli suçunu üzerine alırdı.
“Yerden selam, yan oturma, ön kavuşturma, 'Allah ömürler versin!', 'zatıâliniz', 'bendeniz' vesaire” gibi şeyler ona büsbütün yabancısıydı” diyor Refik Halit.
“Merhaba” bilir, bir de “eyvallah” derdi.
Henüz 37 yaşındayken cesedini Bozdoğan Kemerinde buldular, ölümü faili meçhul kaldı.
*
“İştirak” gazetesinin özel sayısının mizanpajını Refik Halit yaptı. Sayfanın başına şehit Ahmet Samim’in fotoğrafının yanına mektup şeklindeki vasiyetnamesini yerleştirdi. Geri kalanı, cinayeti kınayan sert yazılarla doldurdu. Cinayet karşısında susan mebuslara, sesini çıkmayan gazetelere verdi veriştirdi.
Gerisini Refik Halit’ten dinleyelim:
“O zamanki teşkilatlı ve gözü açık hükümetin bütün tedbirlerine rağmen İştirak basıldı. Akşam üzeri vapura girdiğim zaman bütün salonlarda herkesin elinde bir İştirak vardı. Halbuki hükümet toplanması ve faillerinin tevkifi için emir vermişti. Nitekim Şevket Bey'le İştirakçi Hilmi Bey tevkif olundu. İştirakçi, 'hepsini ben yazdım, ben bastım, fail yalnız benim!' diye bağırıyordu. Onun bu kaçıncı hapsi, kaçıncı tevkifiydi...”
Bereket Harbiye Nazırı ve Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın vicdanı sızladı, cinayeti tasvip etmediği için bir çözüm bularak işi kapattı.
Birkaç sene sonra Mahmut Şevket Paşa bir suikast sonucu öldürüldü, Refik Halit Karay da Çorum’a sürgüne gönderildi.
*
Refik Halit, adını vermediği Ahmet Samim’in katilinin birkaç sene sonra Enver Paşa tarafından Kağıthane’de kurşuna dizildiğini yazar. Kemal Tahir ise “Kurt Kanunu” romanında, Ahmet Samim’i sonradan Anadolu direnişine katılan İttihatçıların ünlü fedaisi Abdulkadir Bey’in vurduğunu söyler. Tetikçi oydu.
Abdulkadir Bey, Milli Mücadele sırasında bir süre Ankara Valiliği yaptı. Sonra Ziya Hurşit onun da adını verdi, İzmir suikastı ile ilişkilendirildi. Bulgaristan’a kaçmak istedi. Bir süre bir kümeste saklandı. Kıyıköy’de yakalandı, Kırklareli’ne, oradan da Ankara’ya götürüldü.
1 Eylül 1926 tarihinde Ulucanlar Cezaevinde idam edildi.
Kemal Tahir’in tezi basittir:
“Kurtlukta düşmeyeceksin, düşeni yemek kanundur.”
*
Mezarlıklar sadece binlerce mevtanın değil, anlatılmamış milyonlarca hikayenin de mekanıdır.
Böyle bir hikaye de Demirciköy kabristanında yatıyormuş meğer.