Hatırat okumak!
Haftada iki gün yazı yazmak için, haftada bir iki kitap okumam gerekiyor; elimden geldiğince öyle yapmaya çalışıyorum.
İşi yazı olanı, başkalarının yazdıkları besler. Kimi zaman okudukları içinde bir ses, bir tema, bir tını insanı alıp yeni bir yazıya götürür. Okuduğun kitapta işine yarar bir şeye rastlamazsan bile, kütüphanenin önünde durup kitap adlarını sırtlarından okumak bile bazen bir yazıya ilham verebilir.
Okumak hesapta olmayan sürprizler barındıran heyecanlı bir yolculuktur.
Nasıl bir yolculuğa çıkacağına yolcu karar verir.
Ben kendi adıma yolculuklarımı kitapların temalarına göre ayırıyorum.
Edebiyatın yanında, uzun bir süreden beri daha çok hatırat, biyografi, günlük okuyorum.
*
Hatırat yayınlama geleneği bizde eski bir gelenek değil. Birkaç yıldan beri yaygınlaşmaya başladı bu tür. Popüler hale gelmesini biraz da Mina Urgan’ın, “Bir Dinozorun Anıları” kitabına borçluyuz. 1998’de çıktı kitabın bendeki baskı 39. baskıdır ve aynı yılın tarihini taşıyor.
*
Bizde birey değil, cemaattir mühim olan. “Gemisini kurtaran kaptanı” sevmiyor, aynı anda bir sürü gemiyi kurtaramaya çalışan kaptana değer veriyoruz.
İnşaatı bile toplu seyrediyoruz.
“Ben” kipiyle konuşmak ayıp sayılıyor bizde. “Ben” önemli değil çünkü. O yüzden “ben” yerine “biz” diyor, kendimizi çoğullaştırarak günahı da sevabı da dağıtıyoruz. Bireyselleşememişiz henüz, gruptan ayrılamıyoruz kolay kolay. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” diye korkuyoruz.
Bir de hangi yaşta olursak olalım, o yaş henüz erkendir bizim için. Yaşlandığımızı kabul etmiyoruz. Birisi hatıralarını anlatmaya başlıyorsa, “bu adamın gözü toprağa bakıyor” diye düşünüyoruz. Gözümüzde “hatırat” yaşlanmanın belirtisidir çünkü. Hele birisi hatıratını yazmaya başladıysa bir ayağı çukurdadır bize göre. Şimdiden hatıralarını yazıp kendini emekli etmenin anlamı yok! Daha yapılacak çok politika, daha yönetilecek çok kamu, daha inşa edilecek çok inşaat var. Öyle diye diye, bir ömrü tüketiyoruz.
Ölüp gidince de arkamızda hiçbir şey kalmıyor.
Oğuz Atay bu durumu “Bir Bilim Adamının Romanı”nda müthiş bir paragrafla izah eder. Velut yazara göre, bizler daha arkamızda belge bırakmaya alışmamış bir toplumuz. Günlük tutmak gibi bir alışkanlığımız da yok. Aklımızda ne kaldıysa onu söylüyoruz. Ölüp gidince bundan da yoksun kalıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi bir yana yazmak ayıp olur diye düşünüyoruz herhalde, hele başkaları için düşüncelerimizi de dedikodu olur diye kağıt üzerine geçirmekten çekiniyoruz. Kalıcı bir şeyler bırakmaktan korkar bir halimiz var.
*
Ne zaman bu bahis açılsa bir hatıram nüksediyor, üşenmeden anlatıyorum.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin birinci sınıfında, 1983-84 öğretim yılında, yeni konulmuş olan “İnkılap Tarihi” dersimize, o zamanlar “Dr. Abdullah Cevdet” üzerine doktorasını yeni tamamlamış olan genç bir alim adayı olarak Şükrü Hanioğlu giriyordu.
Yakışıklı, uzun boylu, dudağının kenarında her daim gururlu bir tebessümü hiç eksiltmeyen, günümüzün yaşayan büyük tarihçileri arasında yer alan hocamız, ilk derslerinde birinde bu hatırat bahsini açtı. Hatıratın öneminden bir süre bahsettikten sonra şunları söylediğini hatırlıyorum:
“Arkadaşlar, bir yere bir kağıda, hatta bir kesekağıdına (o zamanlar bakkallar naylon poşet yerine nevalemizi kağıttan yapılan keselere koyarlardı) bir şey yazarsanız, mutlaka altına tarih yazıp saklayın. Yarın ne olacağınız belli olmaz. Ben mühim bir insan değilim diye düşünmeyin, mühim bir şahsiyetin şoförü olursunuz, mühim insan olursunuz, tarihçileri peşinizden koşturmayın. Ben Dr. Abdullah Cevdet’in bir iki mektubunu bulmak için birkaç kez New York’a gitmek zorunda kaldım.”
(Hocanın el çantasını arayan polisin rastladığı eski yazı evraklara “irticai belge” muamelesi yapması bahsine ise hiç girmeyeceğim... Bu memlekette bilim yapmak ha?! Görürsün sen!)
*
Alternatif mi, tamamlayıcı tarih mi desem bilmiyorum ama hatırat okumak, tarih okumaktır biraz da.
Geçmişi bir tarihçiden okumakla bir edebiyatçıdan okumak arasında fark var. Tarihçinin lezzetli bir dil, rakipleriyle aşık atacak bir üslup derdi yoktur, edebiyatçının ise böyle bir derdi var, o yüzden diline, üslubuna özen gösterir.
Tarihçi olgular arasında ayrım yapmaz. Tarihi kendine göre eğip bükemez. Sevdiği ve sevmediği, siyasi fikrine yakın veya uzak gördüğü olgular diye bir ayrım da yapamaz. Elden geldiği kadar belgelere sadık kalır.
Tarih soyuttur. Tarihçi ele aldığı tarihi hadiseyi, kendi bakış açısından yazar. Dolayısıyla yazdığı tarih kendi tarihidir. Tarihçi bize bir hikaye anlatır kendi bakış açısıyla. “Peçevi Tarihi”, “Solakzade Tarihi” gibi, yazdıkları da kendi adıyla anılar. Tarihçi dürüst olmak zorundadır.
Hatırat yazarında ise dürüstlük aranmaz. Hatırat, tarihin kişiler üzerinden başka türlü yazılmasıdır. Ancak orada hakikat yoktur. Hakikat ve dürüstlük üzerine inşa edilmiş bir hatırat ise, yazarını tarihten silebilir. O yüzden herkesin, kendine bile itiraf etmediği sırları hep sır olarak kalır. Onca hatıra kitabı, aradan sırlar ayıklandıktan sonra elde kalanlardır.
*
Mesela Necip Fazıl “Babıali” adlı hatıratında, yukarıda adını andığım için Dr. Abdullah Cevdet’e çok haşin davranır. Ona “Abdüvvullah Cevret” adını takar ve onu “İttihatçılarla bile anlaşamayan, onlara bile sapık ve sapıtık görünen, kendisine göre bir fikir yolu tutturup bu yolda en küstah ve mecnun formüllere bayrak açtıran bir küfür kuduzu” olarak nitelendirir. Okudukça görürsünüz ki, üstat doktoru eline geçirse kıtır kıtır doğrayacak. Ama mesela birçok kişinin, tıpkı kendisinin doktora davrandığı gibi haşin davrandığı Peyami Safa’ya oldukça sevecen yaklaşır.
Peyami Bey o sırada Server Bedi müstear adıyla “Cingöz Recai” adında hafiye romanları yazıyor, onunla geçiniyor. Necip Fazıl da onun evinde kalıyor.
Bir gün üstada sorarlar:
“Nerede kalıyorsun?”
“Peyami’de.”
“O nerede oturuyor.”
“Server Bedi’nin evinde.”
Nadir Nadi ise “Perde Aralığından” adını taşıyan hatıratında Peyami Safa için bir hikaye anlatır ki evlere şenlik. İkinci Cihan Harbi var bütün cephelerde. Hitler Rusya’ya saldırmış, sempatizanları -ki o sırada komünizmi alt edecek diye aralarında Necip Fazıl da var o sempatizanların- heyecandan geceleri uyuyamıyorlar. Ne zaman bir konuşması radyoda yayınlansa hepsi anında aletin başına toplanıyorlar.
Bir gün Cumhuriyet matbaasında Nadir Nadi ile Peyami Safa, Hitler’in ünlü nutuklarından birisini dinliyorlar radyodan. Nadir Bey Almanca biliyor, Peyami Bey tek kelime Almanca bilmiyor. Ama o kadar büyük bir Hitler hayranı ki, Führer konuşurken, sözlerinin gümbürtüsünden oracıkta bayılıyor Peyami Bey, vücudu kaskatı kesiliyor, paniğe kapılan Nadir Bey aceleyle bir doktor çağırmak zorunda kalıyor.
Necip Fazıl’a ise bu kez Mina Urgan iyi davranmıyor hatıratında. Mina Hanım’a göre Necip Fazıl’ı Şeyh Abdülhakim Arvasi’ye götüren şey, fikri buhran, arayış falan değil, dillere destan tikiymiş. Başka yerde rastlamadım ama Mina Hanım’a göre tikine bir çare bulsun diye şeyhin dergahına varan üstat, gerçekten bir süre sonra derman bulur, o yüzden de ona bağlanır.
Can Yücel’e göre ise, Nazım Hikmet olmasa Necip Fazıl komünist olurdu. Bu cenahta kendi ayarında bir şair görünce, öbür cenahta rakipsiz olmayı seçti.
Ya Niyazi Berkes’in “milli şair” Mehmet Emin Yurdakul için yazdıklarına ne demeli?
“Unutulan Yıllar” adlı hatıratında Niyazi Bey, Hasan Ali Yücel’in iş versin diye gönderdiği Siyasal Bilgiler Fakültesinden Emin Erişirgil ona anlatıyor hadiseyi.
Mustafa Kemal bir gün önemli bir zevatla hasbihal halinde. Bacaklarının arasında da sevdiği köpeği var. Bir yandan orada bulunanlarla konuşurken, bir yandan da köpeğinin başını okşuyor. Heyetin içinde yer alan milli şair Mehmet Emin Yurdakul aniden, “Ah paşam, o köpeğin yerinde olmayı ne kadar isterdim” diyor gülümseyerek. Mustafa Kemal çok sinirleniyor, hatta tiksiniyor ve onu derhal oradan gönderiyor.
*
Mehmet Emin Bey 1944 yılında vefat etti. Niyazi Bey, hatıratını ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra yazdı. Dolayısıyla şairin bunu yalanlama şansı hiç olmadı. Bu hadisenin yaşandığı sırada, şairden başka kimlerin orada olduğunu da söylemiyor Niyazi Bey, haliyle bir başkasının bunu doğrulama veya yalanlama şansı da yok.
İftiraysa ne kadar kötü!
Doğruysa bir o kadar kötü...
*
Çoğu hatırat, Mete Tuncay’ın deyimiyle “geçmişi meşrulaştırmak” için yazılır. İyi hoş da başkasını harcamamak şartıyla. Tanıdıklarına şefkatli davranarak, benzer hataları kendinde de görerek...
Geçmişin bütün yükünü yaşamayan birkaç kişiye yüklemek, hakkında konuştukların yaşarken, yazdıklarını yayınlayamamak belki de hatırat denilen türün en büyük handikabıdır.
Yine de seviyorum...
Hatıra okumak bana onların üzerine yazı yazma imkanı veriyor.
O yüzden minnet borçluyum yazılmış olan bütün o hatıraların sahiplerine.