Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu zamana kadar, şükür biz hiç iç savaş yaşamadık.

        İç savaşa benzer, kardeşin kardeşe kıydığı olaylar başımıza gelmedi değil; birçok girişim oldu, 6-7 Eylül’den bir zamanların Maraş Çorum katliamlarına, 6-7-8 Ekim olaylarına kadar iç savaş girişimine benzer birçok hadise yaşadık ama mesela bir zamanlar Amerika’da, İspanya’da, Yunanistan’da, birçok Afrika ülkesinde, şu anda Suriye’de sürmekte olana benzer, yıllarca süren iç savaş Allah’a şükür ki topraklarımızda eksik kaldı.

        Eksik kalması ne büyük nimet!

        Tamamı siyah beyaz, kurak bir rüzgar tarafından savrulan gri tonların egemen olduğu bitmez tükenmez, sonsuz bir zaman aralığında süren eksik, kırık dökük, harabe, cılk yaralar içinde bir hayat düşünün ve o hayatın tam ortasında çaresiz bir halde kalmış kendinizi ve ailenizi...

        Akan her damla gözyaşı kıpkırmızı kandır.

        Düşman kim belli değil..

        O zamana kadar yarattığınız bütün değerler, bütün bir medeniyet gözlerinizin önünde yağmalanıyor, geri kalanı ise sele kapılmış gidiyor.

        Ve siz çaresizsiniz!

        Her şey tıpkı Picasso’nun “Guernica” tablosundaki gibidir.

        Hani bir Nazi subayının “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorması üzerine, sanatkarın “Hayır siz yaptınız,” cevabını verdiği tablo.

        Bir tanım ararsanız eğer, hani hepimizin ta çocukluğunda okuduğu, büyüyünce de çocuklarımıza okutmaya çalıştığımız “Küçük Prens” kitabının yazarı Antoine de Saint-Exupery’nin, “iç savaş bir savaş değildir, insanın kendisiyle savaştığı bir hastalıktır” diye tarif ettiği şey.

        *

        Dışarıdan bir düşman ülkene saldırsa, eline geçirdiğin ilk aletle önüne atılır, memleketini canhıraş bir şekilde savunursun.

        Ya düşman senin içindeyse?

        O zaman içini deşmen lazım!

        Bunu yapamayacağına göre tek yolun var; kaçıp gitmek! O da fırsat bulabilirsen!

        *

        Neredeyse yedi yıldan beri Suriye sınırımızda olan hadise budur.

        Bu yüzden içimizde 4 milyondan fazla Suriyeli muhacir var.

        Ve bu yüzden hala İdlib’den onların yarısı kadarı gelmek istiyor.

        *

        Başımıza böyle bir felaket gelmediği için, onların yaptığı gibi yarattığımız her şeyi arkamızda bırakıp, mataralarımıza su yerine gözyaşlarımızı doldurup gitmedik bir başka memlekete.

        Bir kez başımıza geldi ama büyük bir felakete dönüşmeden yarı yolda durdu.

        Ruslar geliyordu Kafkasya’dan.

        Van Gölü’nün kenarındaki Hemite köyünde yaşayan Yaşar Kemal’in babasına Çukurova yolu göründü mesela.

        Rusların ateşlediği top sesleri Başkale’de duyulduğunda, memleketim Hakkari’nin ahalisi Irak içlerine Dihok, Amediye’ye doğru çoktan yola çıkmıştı bile.

        Anneme, annesi anlatmış:

        “Dağı taşı aşarken, çay nehir geçerken, pancara, börtü böceğe de kıran girmişti sanki kızım, yiyecek hiçbir şey yoktu; o yüzden manda gönünden çarıklarımızı yedik.”

        *

        Hakkarililer Rus korkusundan aşağı doğru kaçarken, Rusya’da bütün dünyada duyulan büyük, canhıraş bir patlama sesi duyuldu. Mujikler ayaklandı, ucu bucağı olmayan köylü toplumu “zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” dedi, zincirlerinden başka kaybedecek bir sürü şeyi olanlar ise, tıpkı Irak’ın içlerine doğru kaçmaya başlayan akrabalarım gibi, o zamana kadar yarattıkları bütün değerleri arkalarında bırakarak İstanbul’un kapılarına dayandı.

        Bir “hiç” olan mujikler bir anda “hep” oldular ve o zamana kadar memleketin kültürüne, sanatına, hayat biçimine yön veren aristokratlar memleketi bırakıp kaçtı.

        Ayak takımı başa geldi, baş takımı muhacir oldu.

        *

        Ve Rusya’da iç savaş bitti. Tam tamına 860 bin aristokrat, zengin Rus’a yol göründü.

        1919 yılının soğuk bir Aralık günü, kafileler halinde İstanbul’a girmeye başladı muhacir Ruslar. İlk gelen kafilenin çoğu üstü başı perişan, sefil, çoğu çocuk ve kadındı.

        Kısa bir süre sonra Karaköy limanına İtalyan gemisi Biron demir attı. Bu gemiden zengin soylular indi, indi, indi... Çar ordusunda görevli yüksek rütbeli subaylar, prensler, kontlar, kontesler, ressamlar, yazarlar, müzisyenler, balerinler, aktörler, aktrisler...

        Soylular ile sıradan halk; zenginlerle fakirler aynı şehirde buluştu. Rus konsolosluğunun bahçesi bir mahşer yerine dönüştü. O mahşeri kalabalık hemen örgütlendi. Bir süre sonra şehirde yemekhaneler, barınma yerleri, hastaneler, okullar inşa edildi. Örgütlenme hızlı oldu. Dayanışma gelişti, bir anda sergiler açıldı sokaklarda, kermesler düzenlendi, balolar tertiplendi, kadınlar el maharetlerini gösterdi. Kazanılar paralar bölüşüldü.

        Galata ve Pera sokakları seyyar satıcı, tamirci, şoför, fotoğrafçı, seyis, hamal, garson, hizmetçi subaylarla doldu taştı.

        Gelenlerin içinde önemli balerinler, ünlü ressamlar, herkesin tanıdığı opera sanatçıları vardı.

        Şehrin sanat hayatı aniden renklendi. “Sevil Berberi” opereti ve “Rasputin” baleleri sahnelendi.

        Ve şimdiki İstiklal Caddesi “Spasiba İstanbul” (Şükran sana İstanbul!) pankartları, afişleriyle süslendi.

        Beyaz Ruslar hallerinden memnundu.

        *

        İstanbul’a bir yığın yenilik getirdiler. O zamana kadar kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı denize girdiği deniz hamamlarından birisini Dimitri Şalikaşvili adlı bir Gürcü subay Florya’da açtı. Buradaki ormanlarda öten fülürye kuşunun adını telaffuz edemeyen Ruslar oraya “Florya” adını taktı. Bu plaja önce şehri işgal etmiş olan işgalci askerler ve aileleri koştu. Sonra zenginler gitmeye başladı. Böylece şehirde kadınlarla erkeklerin birlikte denize girdiği ilk plaj kurulmuş oldu.

        Türkiye’nin ilk plajını Florya’da kuran Şalikaşvili daha sonra Amerika’ya gitti. Burada dünyaya gelen oğlu John Shalikashvili, babasının ölümünden sonra ABD Genelkurmay Başkanı oldu.

        Meyhaneleriyle ünlü pasajın önünde çiçek satan Rus kızları, aynı pasaja “Çiçek Pasajı” adının verilmesine sebep oldu.

        *

        İstanbul’da muhacir olarak yaşayan Beyaz Ruslar çaresizdiler ama işlerini çok iyi biliyorlardı. Beraberinde getirdikleri eşyaları Pera’da ikinci el dükkanlarda satışa çıkardılar.

        Gümüşler, porselenler, masa örtüleri, yatak takımları, St. Petersburg ve Moskova’daki stüdyolarda çekilmiş aile fotoğrafları, porselen paskalya yumurtaları, ipek kurdeleli nişanlar, Romanov kartalı kakmalı enfiye kutuları, Kazak hançerleri, telkâri kolyeler, gümüş çerçeveli ikonalar, antika gece elbiselerinden çekilmiş danteller, her konuda kitaplar ve el yazması parşömenler, Büyük Katarina’nın saray mensuplarının minyatür portreleri...

        Görkemli bir dünyadan yoksul bir dünyaya göçmüş ruhlar gibi, eski ihtişamlı hayatlarının bütün eşyalarını satış tezgahlarının üzerine serdiler.

        Önceki hayatları, ikinci el tezgahlara birer ceset gibi yayıldı.

        Ünlü bir matematik profesörü bir lokantada kasiyerlik yapmaya başladı.

        Etli butlu bir sosyete kadını bir gece kulübünde konsomatrisliğe soyundu.

        Soylu ailelerin kızları göbeklerini açıp pistlerde dans ederek müşteri eğlendirmeye başladı.

        Ünlü Rus ressamları Pera’dan köprüye kadar geçen bütün yollara tezgah kurdu, gelen geçenin resimlerini yapmaya, yaptıkları manzara resimleri gelip geçenlere satmaya başladı.

        Bazıları şehir morgunda ölü yıkama işini buldu, bazıları nane kokulu kürdan, bezden bebek yapıp satmak için uğraştı, hatta bazıları da tersanelerde fare yakalayıp derilerini kürkçülere satmaya çalıştı.

        Pera’da daha sonra “Karpiç” adını alıp yıllar sonra Ankara’ya taşınan “Grand CercleMuskovite” adında ilk Rus lokantasını onlar açtı. Lokantanın kapıcısı, bir zamanlar Çar’ın annesinin komutasında görev yapan ünlü Ataman Alayı’ndan bir Kazak’tı. Müdür, Kievli eski bir fabrikatördü. Mutfak şefi Çarın Kırım’daki Livadia sarayının eski şefiydi. Şef yardımcısı Rusların Kafkas genel valisinin aşçısıydı. Başgarson Moskova’nın en ünlü lokantası Yar’da çalışmıştı. Yardımcısı, İmparatorluk Muhafız taburunda subayıydı. Garsonların tümü Çar ordusunda ünlü subaylardı. Lokantadaki orkestra Glinka, Borodin, Çaykovski, fokstrot, tango ve vals çalıyordu. Vestiyerde Çar 2. Nikola’nın eski muhafızı duruyordu.

        *

        İstanbul’un gece hayatını, sanatsal haritasını, eğence anlayışını, gündelik hayat ritüellerini önemli oranda etkilemiş olan Beyaz Rusların, Cumhuriyet kurulup Lozan’a gidilen süreçte huzurları iyice bozuldu.

        Memleketlerinden kaçmalarına sebep olan Lenin, Mustafa Kemal’in en önemli destekçisi olmuştu. Bolşevikler Türk devrimini desteklemiş, Moskova Ankara’yla ilk diplomatik ilişki kuran başkent olmuştu.

        Bir süre sonra Beyaz Rus mülteci cemaatinin önemli mensupları Rusya’ya döndü, bazıları anında kurşuna dizildi, bazıları da Lenin’in ayaklarına kapandı.

        İstanbul’daki Beyaz Rus cemaati yavaş yavaş küçüldü. Tespih taneleri gibi dünyaya dağılmaya başladılar.

        Çoğunun gitmesi şehrin omuzlarındaki yükü hafifletti ama şehirdeki curcuna ve keşmekeş bitmedi.

        1920’lerde İstanbul’a gelen ünlü polisiye roman yazarı Agatha Christie durumu şöyle tarif etti:

        “Tımarhaneye Haydarpaşa garından daha fazla benzeyen bir şey hayal bile edilemez.”

        *

        O sırada 20 yaşında olan, daha sonrasının dünya çapında meşhur romancısı Vladimir Nabokov’un, Bolşevik ihtilali sırasında Denikin hükümetinde adalet bakanı olan babası da kuru yemiş taşıyan bir gemiye binerek İstanbul’a gelmiş, buradan Pire’ye gitmişti.

        Büyükbabası ihtilalden kaçan bir mülteci olarak İstanbul’da bir süre Pera Palas’ta kalan; şu anda Arjantin’in en önemli yazarlarından birisi olarak kabul edilen, yakın bir zamanda memleketimize gelerek Ahmet Hamdi’nin “Beş Şehir” kitabınınizini sürerek, “Ahmet Hamdi’nin İzinde Beş Şehir” diye bir kitap yazan Alberto Mangul kitabında, oğluyla gelip Pera Palas’ta kalışını şöyle anlatır:

        “Pera Palas otelinin balkonundaki ilk akşamımızda büyükbabamın ufukta bir yangın var sanmasına yol açan aynı günbatımı, onun torunu ve büyük torunu için aynı ihtişamla yanıyordu. Belki de böyle anılar bir kuşaktan diğerine bilinçsizce geçirilebiliyordur, benimle oğlumun balkondan gördüğü de, yıllar önce büyükbabamın gözlerinin önünde meydana gelen şeydi ve biz de şimdi onun yerine hatırlıyorduk.”

        *

        1919 ile 1924 yılları arasında İstanbul’un şehir hayatına muazzam değişimlere yol açan Beyaz Ruslara “haraşo” deniyordu.

        “Haraşo” Rusçada “iyi, güzel” anlamına geliyor. Rusçadan Türkçeye geçen kelime bir yün örgüsü için de kullanılıyor. İstanbul argosunda gelen muhacirler çabucak “haraşolar” adı uygun göründü, tıpkı yıllar sonra Bolşevik Devrimi duvara çarpınca, bu kez bir tür gönüllü sürgünlük gibi memleketimize yeniden gelen bütün Rus kadınlarına “Nataşa” denmesi gibi...

        *

        İç savaştan kaçan her muhacir, gittiği yerde bir iz bırakır.

        İstanbul’un her yerinde hala “haraşoların” izleri var.

        Suriye iç savaşından kaçanların izlerine ise çok sonra rastlayacağız.

        Not: Bu yazıdaki bazı bilgileri Charles King’in yeni çıkan “Pera Palas’ta Geceyarısı” adlı müthiş kitabından aldım.

        Diğer Yazılar