Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Galata Köprüsü’nün üzerinde durdum. Sırtım Haliç’e dönük, yüzüm Boğaz’a; yaslandım korkuluklara. Her şey, Orhan Veli’nin “Beni bu güzel havalar mahvetti” dizesini akla getiriyordu.

        Böyle bir havada neler yapılmaz ki?

        “Evkaftan” da istifa edersin, “başında eski alemlerin sarhoşluğu”; ne kapımıza dayanan Korona virüsünü, ne Suriye’yi, ne mültecileri düşünmek istemez, başını alıp “yelkovan kuşlarının peşi sıra” gitmek istersin.

        Önümde deniz, ayaklarımın altında tarih, sol yanımda belediyenin mi olsun, yoksa bakanlığın mi (sahi ne fark eder?) tartışmaları arasında kalan Galata Kulesi, sağ yanımda minareleri bir mızrak başı gibi, çirkin ucube binaların arasından göğe yükselen güzelim İstanbul’un ne yaparsak yapalım bir türlü bozamadığımız o muhteşem silueti!

        *

        Köprü kavramı ne muazzam çağrışımlarla yüklü!

        Memleketimizin bizzat kendisi bir köprü. Asya ile Avrupa arasında... Doğu ile Batı... Bazen köprünün bu yakasında, bazen öte yakasında kalmışlığımız var, bir türlü hangi yakaya mensup olduğumuza karar verememişliğimiz...

        Türkülerimizde ne çok geçer köprü... Ne çok romana konu olmuş... Bir yığın filmi yapılmıştır köprülerin.

        Bazen kavga sebebimiz olur, sıkıştığımızda da “arada kurulması gereken köprüden” dem vururuz.

        *

        İvo Andriç, “Drina Köprüsü” romanında şöyle der:

        “(...) insanoğlu köprü yapmayı Allah'ın meleklerinden öğrenmiştir, bu nedenle, çeşmeden sonra, en büyük sevap, köprü inşa etmek, en büyük günah ise, bir köprüyü yıkmaktır.”

        (Sonradan Sokullu olacak küçük Sokoloviç ırmağın öte yakasından getirilmişti, hayal meyal Vişagradın salı aklında kalmıştı, annesi ırmağın kenarına kadar onu takip etmiş, sala bindirilmiş, ırmak gözyaşı olup annesinin gözlerinden akmış, götürmüşler payitahta, büyüyüp Sokullu Mehmed Paşa, ardından sadrazam olunca, annesinin kendisini takip ettiği yere bir köprü yapmaya karar vermiş, İvo Andriç işte bu köprünün hüzünlü hikayesini anlatır o muazzam romanında...)

        *

        “Köprü insanoğlunun en mühim buluşlarından birisidir. Bir kıyıdan öteki kıyıya kolayca geçmemize yarar. Ama ayağına gitmek koşuluyla” fikrine yakın bir şey söylemişti Özdemir Asaf bir yerlerde...

        *

        Beni köprünün “ayağına getiren” Refik Halit Karay’dı biraz da.

        *

        “Tarih, çok defa iyi niyetle işe başlayıp sonunu pek fena getirenlerin hikayesidir” der üstat.

        Onu tarihi böyle tanımlamaya götüren şey, hatıratında anlattığı onca kanlı, kederli, nahoş hadisenin içinde biraz soluklanıp “tatlı veya havai” bir bahse geçip Galata Köprüsü’nü bize anlatmaya soyunmak ancak aniden yazının içine “acının” kendiliğinden sızdığını görünce kaptırıp gitmişti.

        Kabahat onun değil tarihindir!

        Çünkü tarihte neredeyse bütün büyük felaketlerin sebebi iyi niyettir!

        *

        Ben de onun gibi yapmak istiyorum. Galata Köprüsünden bahsetmek istiyorum ama ille de yazının içine nahoş, acılı şeyler sızacaksa, bundan ben mesul değilim.

        Bütün suç tarihindir!

        *

        Refik Halit’in bize anlattığı köprü, Birinci Cihan Harbi sırasında inşa edilen değil, ondan çok önce 1845’te Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırılan köprüdür.

        1830’lara kadar Osmanlı, İstanbul ile Galata arasında bir köprü yapmaya ihtiyaç duymamış. Sultan Topkapı’da oturuyor, Beyoğlu henüz inşa edilmemiş, Galata da “gavuristan” olarak biliniyor ve Müslüman ahalinin burada pek işi yok!

        Şu andaki Galata Köprüsü’nün atası olan ilk köprünün açıldığı gün, ahali üç gün üç gece beleş karşıya gidip gelmiş, sonra 5 para “müruriye” alınmaya başlanmış.

        Refik Halit, işte bu köprüye “eski köprü” diyor. Ondan sonra köprü üç defa yenilendi.

        Şu andakinin yapımına ben de yakından tanıklık ettim.

        *

        1988 yılında Galata’da leb-i derya ama derme çatma, kapısı bacası kırık, her yerinden soğuk üfleyen harabe bir evde yaşıyorduk arkadaşım Yılmaz Erdoğan’la birlikte. Kazık çakıyorlardı denize o sırada. O kazıklar aylarca bizim beynimize çakıldı. Tren yolu yakınında evi olanlar bilir (Bostancı’da böyle bir deneyimimiz de var bizim), önce gürültü kan getirir burnundan, sonra alışırsın, bize de öyle oldu.

        İstanbul aylarca o kazıkların sesini dinledi.

        *

        “Köprü altı çocuğu” deyimi kötü çağrışımlarla doludur. Ama köprü altı muhabbeti öyle değil.

        Çocuklardık, umut doluyduk, memleketi kurtaracaktık, o yüzden köprü altında toplanıp “türkü yarıştırıyor, kavram güreştiriyor, kelimeleri soykırıma uğratarak, tartıştığımızı” sanıyorduk. Üstümüzden araçlar, altımızdan su akıyor, insanlar geçiyordu, biz de bütün yoksulluğumuzu yanımıza almış, kimsesizliğimize biraz şiir, biraz edebiyat, çokça siyaset katık ederek akşamın geç saatlerine kadar orada oturuyorduk.

        İşte o akşamların dağılma anını Yılmaz Erdoğan, “Köprü altı, Ve’ler Vesaire’ler” adlı hikayesinde şöyle anlatır:

        “Köprü altında önüne bakmadan ilerleyen gece, içki bardaklarını, midye dolmaları, kabuklarını, çiğ börekleri, çiğ köfteleri, çiğ sohbetleri, telefon-adres alışverişlerini, hesap ödemeleri, çıkması önlendikten sonra derin ve anlamsız bir sohbete yol açan kavgaları, türkülü türküssüz kusmaları, turistlerle konuşurken heba edilen türkçeleri, ingilizceleri, almancaları ve artık kapatıyoruz kovulmalarını birbirine düğümleyip bitişine kavuşuyordu.

        Hüznün şiire an yakıştığı ve ölümün en yüreklice selamlandığı zamandı.”

        Yine elde var hüsran; soğuk, kimsesiz bekar evlerimize gidiyorduk.

        *

        Hikayesini kimden okumuştum bilmiyorum, galiba Hıfzı Topuz’dan olacak; Türk siyasal tarihinin ilk gazeteci cinayeti bu köprünün üzerinde işlendi.

        Uğursuz, yapışkan, pis bir yağmurun izi vardı her yerde. 1909 yılı Nisan ayının 6’sıydı, karanlık çoktan inmiş İstanbul’a, Serbesti gazetesinin başmuharriri Hasan Fehmi ile arkadaşı Ertuğrul Şakir Beyoğlu’ndan inmiş, köprüden Eminönü’ne geçmek için hızlı hızlı yürüyorlardı. Arkalarından bir zabit yetişti. Tabancasını çekti, Hasan Fehmi’ye üç el sıktı, yanındaki kişiyi, Hasan Fehmi’nin çalıştığı Serbesti gazetesinin sahibi Süleymaniyeli bir Kürt olan Mevlanzade Rıfat sanmış olacak ki, “Al sen de Mevlan!” dedi ve Ertuğrul Şakir’in belden aşağısına ateş etti. Tetikçi o’saat yarası olup karanlığa karıştı. Köprünün iki tarafında da nöbetçiler vardı. Nöbetçiler katili değil, yere yığılan Ertuğrul Şakir’i alıp karakola götürdüler.

        Köprü üzerinde bu cinayet işlendiğinde İkinci Meşrutiyet ilan edileli henüz sekiz ay olmuştu. Sultan Abdülhamit henüz tahttan indirilmemiş ama Enver, Cemal ve Talat Paşalar çoktan dizginleri ele geçirmişlerdi. Serbesti günleri başlamış ama sadece İttihatçılığa... Bu fikir dışındaki bütün fikirler “vatana ihanet”ti.

        Hasan Fehmi Mekteb-i Sultani’de okumuş, sonra Mülkiye’ye girmiş, ardından Paris'e kaçmış, orada Jön Türk hareketinden etkilenmiş, “meşrutiyetle” birlikte memlekete dönmüş, ittihatçılara ihtiyatlı bakan bir gazeteciydi. Mevlanzade Rıfat’ın gazetesine başmuharrir olduğunda ilk işi Şeyhülislam’ın yolsuzluklarına ittihatçıların nasıl göz yumduğunu yazmak olunca da ölüm fermanını imzalamıştı.

        Cenazesi mahşeri oldu. Tabutunun arkasından 50 binden fazla insan yürüdü.

        Bu cinayet 31 Mart darbesine giden yolu açtı.

        Öldürülen ilk gazeteci olduğu için de, katledildiği 6 Nisan günü memleketimizde “Öldürülen Gazeteciler Günü” olarak anılıyor şimdi de.

        *

        Bir martı sürüsü uçtu başımın üzerinden. Birisi pike yaptı denize. Sağ yanımda, belli ki benden saatler önce buraya gelip oltasını salmış adam çekti oltayı, ucunda birkaç küçük balık vardı. Çocuk gibi sevindi adam, göz göze geldik, gülümsedi.

        Aklım, artık çok eskilerden kalmış köprü altı muhabbetlerimizde hala...

        “o eski heyecan ölür

        an gelir biter muhabbet

        çalgılar susar heves kalmaz

        şatârâbân ölür”

        dedi o zamanlardan kalma Atilla İlhan’ın sesi. Ses onunki miydi, Ahmet Kaya’nınki mi karar veremedim.

        Mehmed Uzun’un “Kader Kuyusu” romanının kahramanı Celadet Bedirhan, bundan sonraki hayatında adını bir yürek yarası gibi hamaylının içinde taşıdığı Çerkez kızı Canan ile bu köprü üzerinde karşılaştığında, Refik Halit Karay’a henüz Çorum’a giden menfa yolu görünmemişti.

        Onun anlattığı ahşap ve enkaz yığını köprünün korkulukları demirdenmiş ama pek eğreti takılmış olduğundan fazla abanmaya gelmezdi.

        (Benim abandığım korkuluklar sağlamdır üstat, tedirgin olmana gerek yok!)

        Sülün Osman’ın köprüyü sattığı adamlara benzer 40 kişi kayıklarda balık tutanları seyretmek için korkuluklara güvenerek dayanmış onlara. Ama heyhat, her korkuluk güvenli değildir; (siyaset korkulukları özellikle) çökmüş korkuluk, hepsi aynı anda denize yuvarlanmış.

        Onlardan 20’si yüzme bilmediği için boğulmuş.

        Ve işin bize özgü yanına geliyorum işte. Gazetelerin Sultan’dan gerçekten de korktukları yıllardı. Bu hadise matbuatta hiçbir habere konu olmadı.

        Ama şu oldu.

        O sırada Mınakyan Tiyatrosu’nda “Kızıl Köprü Cinayeti” diye bir oyun vardı. O piyeste köprüden bahsediliyordu bir sahnede. Sansür hemen harekete geçti, o sahneyi oyundan çıkarttırdı.

        Neden mi? Seyirciler sahnede görüp, köprü faciasını hatırlamasınlar diye!

        *

        Refik Halit’ten devamla... Köprü sabaha karşı açılır ya o zamandan beri... Eski zamanlarda açıldığına dair bir işaret yokmuş iki başta da. Bir gece vakti, Şehremini Mazhar Paşa’nın damadı Kemal Bey, yağız beygirli mutantan arabasına kurulmuş arabacısıyla birlikte çakırkeyif bir halde, köprü memurlarının telaşına, el sallamalarına dikkat etmeden son sürat geçerler ve köprünün açıklığından denize uçarlar. Ne arabadan eser kalır, ne içindekilerden.

        Üstat, yine bir gün köprüden geçerken, Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın karışık işlere burnunu sokmakla tanınmış oğlu, Şurayı Devlet azasından Cavit Bey’in bir Arnavut tarafından gözünün önünde öldürülmesine de şahit olmuş, daha bir yığın tuhaf olaylara şahitlikle birlikte.

        *

        Ahşap köprüde çıkan yangınlar yüzünden, yıllar yılı köprü üzerinde tütün ürünlerinin içimi yasaklanmış.

        Ama köprüye bir mukavva kutu serip üzerinde oturmak, bir kartona da “oğlum Nazım Hikmet’in hapishanede çürümesine izin vermeyin, affı için sen de bir imza ver” diye yazıp gelen geçenden imza istemek yasak değil galiba.

        Türkiye’nin ilk kadın ressamı, Yahya Kemal’in endamına şiirler yazdığı Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım, 1950 yılında köprü üzerinde oğlu için imza toplamaya başladığında tam tamına 70 yaşındaydı.

        Gözlerinin feri kaçmıştı artık. Tek isteği, 12 seneden beri zindanda çürümekte olan oğlu Nazım’ı serbest bıraktırmaktı.

        Devlet izin vermiyordu. Nazım bir “vatan haini”ydi, şiir yazmıştı, şiirle seni beni, yetmezmiş gibi bir de vatanı zehirlemişti.

        Celile Hanım, gelip geçenlerden imza dilenirken; derler ki o sırada kudretli bir şair olarak siyasi mahfillerde sözü dinlenen Yahya Kemal de köprüden geçmiş, eski sevgilisini orada oğlu için imza dilenirken görmüş, başını çevirip bakmamış bile, geçip gitmiş.

        Bir yabancı gibi mi, eski bir kalp ağrısı gibi mi, bilinmez!

        *

        Galata Köprüsü’nde korkuluklara dayanmış bu karışık düşünceler içinde İstanbul’u dinliyorum. Her şey Orhan Veli’nin şiirinde tarif ettiği gibidir.

        Her şey, kuşlar, kayıklar, tekneler, gemiler, insanlar hareket halinde. Kimisi balık ekmek satıyor teknelerde, kimisi olta salmış balık bekliyor, kimisi dümen başındadır açılacak denize, kimisi çözülen vapurun halatını topluyor, herkes ekmek derdinde...

        “Bir ben miyim keyif ehli içlerinde” diye geçirdim içimden şairin dizesini ödünç alarak. Sonra, “Bakmayın, gün olur, ben de” bir yazı yazarım belki onlara dair; elime geçecek üç beş kuruştan çok şu anda onu okumakta olanların beğenisini beklerim, olur da içlerinden beğenen olursa, çocuk gibi sevinirim ben de...

        Yazar başka ne bekler ki yazdığı bir yazıdan?

        Diğer Yazılar