İki yüz!
“İki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü...”
Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabından aldığım bu iki dizeyi, durmadan öten ağustos böceklerinin bir süre sonra kanıksanan sesinin, denizden esen tatlı bir meltemin uğultusuna karışarak doğanın en güzel bestelerinden birisine dönüştüğü, zamanın durduğu hissi uyandıran uzun bir yaz öğleden sonrasının bir anında not etmiştim defterime; defteri her açtığımda gözüme ilişir.
O devasa destanın içinde sadece bu iki dize...
Anamın yüzü orada, boş boş baktığım bilgisayar ekranında, elime aldığım bir kitabın sayfasında, uzun uzun baktığım kızımın, oğlumun çehresinde, eski fotoğraf albümlerinde, karşıdaki duvarda asılı tabloda, yediğim ekmekte, içtiğim suda...
Baktığım her yerde onun yüzü var!
Dua ediyor bana!
*
Peki ya şehrimin?
İşte orada duruyorum. Zira benim tek bir şehrim yok!
Altmışa yaklaşan ömrümün sadece yirmi yılını doğduğum yerde, Hakkari’de geçirmişim, geride kalanı İstanbul’da geçiyor.
Buna rağmen sorduklarında hala “Hakkariliyim” diyorum, çünkü peşimizden gelen doğduğumuz şehirdir.
Oysa ben artık oralı değilim.
“Şehrimin yüzünü” düşünürken, bir şehirden çok bir çocuk yüzü beliriyor gözlerimde.
Benim gibi; yolu olmayan, modern hayatın hiç bir aleti, hiçbir ürünü uğramamış, sadece bir radyo, kırık eski bir gramofon, bir saç tıraş makinası dışında hiçbir aletin bulunmadığı bir köyde doğan birisinin en büyük şansı, şehre ilk gittiği günü bir daha hiç unutmamasıdır.
Karşına çıkan her şeyin bir kokusu, bir rengi, bir biçimi, bin bir hali vardır şehirde.
Orada bir çocuk, canı ne zaman istese, dilediği kadar şekerleme, lokum yiyebilir.
Asfalt kokar, ışıklar rengarenk, sokaklar temiz, sular musluktan akar, bastığın bir düğme evin içini ışığa boğar.
İlk şehrimde çocukluğum kaldı, ikinci şehrimde o kalan şeyi anlatmama yarayacak bir araç bulma imkanı geçti elime.
İlk şehrim bir masaldır.
İkinci şehrim ise bir roman...
İlk şehrimin yüzü annemin yüzüne benziyor daha çok, ikinci şehrimin yüzü annemin bana ettiği duaya.
*
Bir şairin iki dizesi seher vakti, gün aydınlanıp martı çığlıkları havaya karışmadan önce sana anneni, şehrini, çocukluğunu, kırık eski bir gramofonu, gazyağına batırılarak daha iyi işleyen bir saç tıraş makinesini, üstü kuş işlemeli beyaz patiska beziyle örtülü, içinde küçük adamların, küçük kadınların oturarak bize şarkı türkü söylediğini sandığın bir radyoyu, odanın içinde kaynayan, buhar yerine huzur yayan bir eski zaman semaverini hatırlatıyorsa eğer, evet bunu sadece iki dize yapıyorsa, varın siz düşünün o şairin kudretini...
*
Cumhuriyet, en büyük devrimlerinden birisini şiir alanında yaptı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk şairleri, büyük bir heyecanla eski şiirin muhafazakar geleneklerini fırlatıp bir kenara attı.
Mazi, hüzün, hüsnü aşk, eski bir konakta kaybolan bir hayat, uzaktan duyulan bir ud sesi, mehtap, yıldızlar her şey aniden eskidi.
Artık türkü zamanıydı, marş, destan günüydü. Türkülerde arayacaktık Yemen’i, gideni geleni, orada uzakta, uzağımızın yakınında gidemediğimiz bir köy vardı, o köy bizim köyümüzdü, “yaban”dan geliyorduk hepimiz, bize geçmişini arayan, kök, yön üzerine konuşan insanlar değil, destan yazan, marş söyleyen yeni, modern insanlar lazımdı.
Yahya Kemal değil, Behçet Kemal’in zamanıydı.
“Kökü mazide olan ati” gitti, “Ger dilersiz bulasız şevkü necat/Atatürk’e Atatürk’e esselat!” diye mevlidi bozarak “Atatürk mevlidi” yazan şairler geldi.
Hepsi şairdi şair olmasına da, ne zaman eski bir köy türküsü kulaklarına çalınsa, şairliklerinden utanıyorlardı!
Eski topluma ağıtlar yakan şairlerin yıldızı söndü, şarkın ufuklarından parlayan yeni yıldız, yeni topluma destan yazanların yıldızıydı.
*
1950 yılına gelmeden iki şair sürüden ayrıldı. Nazım Hikmet ile Necip Fazıl... Necip Fazıl başka bir fasıl, mevzubahis Nazım’dır.
Bize “anamızın ve şehrimizin yüzünü” hatırlatan Nazım Hikmet, “ağıtçılar”dan da, “destancılar”dan da değildi; bu ikisinin yaptığından farklı bir şey yaptı. Onun nabzı farklı atıyordu. Farklı bir coşkunun adamıydı. Ama toplum orada değil, o bu coşkudan bihaberdi.
Şehirli bir çocuktu, ressam bir annenin oğluydu. Paşa dayıları vardı, konaklarda büyümüştü. Ama işte çok erken bir yaşta, bütün bu hayatın zıddı “iştirakçı” bir hayatı; bu hayata yabancı, benim gibi köyde doğmuş, hayatında sadece radyo ve eski, kırık bir gramafon görmüş çocuklara yaşatacak bir düş görmeye başladı.
Maviliklere sürmek için hepimizin birer motoru olacaktı!
Fikri Anadolu’da, bedeni İstanbul’daydı. Oysa fikrinin Anadolu’da değil, olsa olsa İstanbul’da karşılığı olabilirdi. Gördüğü şehirli düş gerçekleşse bile ancak İstanbul’da, o da çok küçük bir azınlığın yaşadığı bir muhitte hayat bulabilirdi.
Koptu hayattan, düştü mahpushaneye.
Mahpushane ona ne kazandırdı aşağı yukarı biliyoruz ama onun hapisliğinin bize kazandırdığı şeyin büyüklüğünü, muazzam eseri “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı okumayanlar zinhar bilemez.
“Uğruna hapishaneye düştüğü halkını” mahpushanede tanıdı.
Oturdu onların destanını yazdı; onun destanı dalkavukların yazdığı destana hiç benzemiyordu.
Kahramanları berduş hırsızlar, çarıklı köylüler, bilekleri kelepçede çürümüş yazarlar, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlar”, daha çok birliğine giden, izinli dönen, kaçan, kovalanan askerlerdi.
Haydarpaşa’dan kalkan bir tren geçiyor Anadolu yaylalarından, onun gözü kamera olmuş yurdun her yerini tarıyor trenin peşi sıra. Bazen içinde trenin gözü, bazen penceresinden uçan bir kamera... İçeri düşmeden önce film senaryoları da yazmış ya, sinemayı biliyor, o yüzden şiiri film oluyor, her şeyi vizörden görüyor, zom yapıyor, geniş açıdan görüyor, an yakalıyor, yüze kesiyor, genele düşüyor. Yazdığı kitapta sanatın bütün teknikleri var, serbest şiir var, biyografi var, hikaye var, beste var, aforizmalar var, köy türküleri var, şehir şarkıları var.
İnsani bir hikaye anlatıyor bize Nazım, çoğuldur anlattığı her şey. O zamana kadar yeni şiir anlayışının önerdiği destanın tam aksine, getirilmek istenen tekçi zihniyete bir isyandır onun destanı.
İçinde “sarışın bir kurda benzeyen” Mustafa Kemal de var, ama Atatürk “dalkavukluğu” yok mesela!
Kitabında İstiklal harbinin de alternatif tarihini yazar.
*
Hayatın kendisi bir mucize değildir.
Hayatın bir mucize olduğunu söyleyen, onu kavramamış insandır.
Biz ne kadar istersek isteyelim, tekçi, bizim istediğimiz bir hayat mümkün değildir.
Ne Nazım’ı hapishaneye atanların kafasındaki, ne de Nazım’ın kafasındaki hayat gerçek bir hayattır.
Gerçek olan Nazım’ın sanatındaki hayattır; çeşitli ve çok sıradan...
Şair Nazım işte bu hayata kıymet vermeye çağırıyor bizi...
Şöyle ki;
“Yaşamak şakaya gelmez
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.”
Böyle yaşarsak eğer hayatı, “anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü” hep gözlerimizin önünde olacak.