Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Her yaşlı insanın ölümü bir kütüphaneninyanması demektir.”

        Bundan yirmi yıl kadar önce, bir İsveç yolculuğu sırasında, Stockholm uçağında Hıfzı Topuz’dan duymuştum bu sözü.

        O sırada “Kayıp Diwan” kitabımı yazıyordum. Sohbet sırasında yaptığım işin mahiyetini anlatınca Hıfzı Bey bana yukarıya aldığım sözün sahibi Amadou Hampaté Ba’dan bahsetmeye başladı. Maliliydi, yazardı, etnograftı Hampaté Ba... Ülkesi, Afrika kıtasının ortasında yer alır, denizle kıyısı yoktur. Afrika edebiyatı ve kültürü denince ilk akla gelen isimdir. Sözlü kültür ve sözlü edebiyat alimidir.

        Hıfzı Bey sorunca anlattım ona kitabımın konusunu. Temel bir sorudan yola çıkıyordum:

        Yazısı yasaklanmış, dolayısıyla bütünüyle yazılı kültür ürünlerinden yoksun kalmış bir toplum nasıl olmuş da toplumsal hafızasını bugüne kadar diri tutabilmiş, onu muhafaza etmeyi başarmıştı?

        O yıllarda bu konuda ulaşabildiğim her şeyi okuyordum. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş, sözün gücü, sözün hikmeti... Her şey beni alıp Kürt dengbéjlerine götürmüştü.

        Dengbéjler; duyduğu her şeyi belleğine kaydedip onu kah makamla, kah sözle başkalarına aktaranyaşlı insanlardı.

        Sorumun cevabı, kitabımı yazarken yavaş yavaş kağıt üzerinde belirginleşmeye başladı.

        Yaşlı dengbéjler, o toplumun bütün sözlü ürünlerini hafızalarına alarak, gece meclislerinde de hafızalarının dağarcığını açıp başkalarına aktararak toplumsal hafızayı diri tutuyorlardı.

        Demek ki bir tür kültür aktarıcılarıydı onlar; belki de birer sözlü kültür havarisi demek daha isabetli!

        Hıfzı Bey’in söylediği söz, kitabımın da ana fikrini oluşturuyordu zaten. Hiç tereddüt etmeden Hempaté Ba’nın bu sözünü kitabıma epigraf olarak aldım.

        *

        “Kayıp Diwan”ı yazarken ucu bucağı, dibi yüzeyi olmayan bir deryada yüzüyordum sanki. Sözlü kültürle yazılı kültür arasındaki farkın inceliklerini öğreniyor, sözün uçuculuğundan yazının efsunlu kalıcılığına gidiyor, anlatıcı ile yazar arasındaki farkı görüyor, anlatıcının dinleyicilere ihtiyacı olduğunu, buna karşın yazarın yalnızlığa mahkum olduğunu, sadece kendisi için yazdığını, okurunu kurgulayamadığını görüp şaşırıyor, o yaşlı adamların, modern yazarların bugün yaptıklarına benzer, belki de daha zor bir işi tek başlarına üstlenip kendi toplumlarına ne kadar büyük bir hizmet ettiklerini görüp bir kez daha onlara minnet borçlu olduğumuzu hissediyordum.Birbirinden müthiş hikayeleri, karşıma çıktıkça beni yerimden hoplatan anlatıları gördükçe seviniyor, kitabı daha büyük bir şevkle yazıyordum. Toplumsal hafızayı diri tutan yaşlıların, kuşaktan kuşağa aktardıkları hikayeleri kaynağından alıp yazılı kültürle buluşturmak bana nasıl bir güzellik yaşattı, şimdi bu yazıyı yazarken bile tekrar hissediyorum.

        Başka bir yazıda da bahsettiğim, Japon yönetmen İmamora’nın “Narayama Türküsü” filmine de konu olmuş, yaşlılarını alıp dağ başında ölüme terk edenlerin hikayesi mesela... Filmde yaşlı annesini götürüyordu kahraman...Benim doğduğum yerlerde anlatılan hikayede ise oğlan babasını bir telise koyuyor, yüksek bir dağın başına götürüyor, onu bir kayanın kovuğuna yerleştiriyor, tam döneceği sırada babası oğluna telisini unuttuğunu söylüyor, oğlan da, “lafı mı olur baba, geceleri soğuk olur, üzerini örtersin” deyince baba, “olur mu oğlum, lazım olacak sana, sen de benim yaşıma geldiğinde oğlun seni bu telise koyup buraya getirecek” diyor, bunun üzerine suratına bir tokat yiyerek gaflet uykusundan uyanan oğlan babasını sırtına vuruyor, köye geri getiriyor, böylece o gelenek de bozuluyor.

        Bir de bizim köye komşu bir köyde vuku bulmuş bir başka hadiseyi anlatıyorlardı yine yaşlı dengbéjler.

        İki dağın arasında susuz, kurak bir köydü bahse konu olan köy. Çok az tarlası vardı, sakinlerini beslemeye yeterli değildi, sınırlı su da yetmiyordu herkese. Bu yüzden her gün kavga, gürültü çıkıyordu. Kavga çıktığında, kadın-erkek demeden herkes sopasını alıyor, er meydanına atılıyordu. Birbirlerine taşlarla, sopalarla saldırıyor, sopaları taşlara karşı birer kalkan gibi kullanıyorlardı. Kavga bir süre sonra seyirlik bir oyuna dönüşüyordu.

        Kavganın en hararetli anında, köyün beli bükülmüş, artık bastona dayanarak yürümek zorunda kalan ihtiyar erkekleri, ellerinde hiçbir savunma aleti olmadan kavganın tam ortasına atılıyorlardı. Taşlar geliyor, sopalar iniyor, korunmak yerine tam tersine vücutlarını, kafalarını darbelere daha büyük bir iştahla uzatıyor, bir an önce alacakları öldürücü bir darbeyle can vermek istiyorlardı o ihtiyarlar.

        Meğerse o yaşlılar, kavganın ortasına atılarak bir çeşit intihar teşebbüsünde bulunuyorlarmış. Eğer bir darbe gelir de onu bulursa, o da aldığı darbeyle ölürse, darbeyi kimden aldıysa, ölümü halinde, ona vuranın tarlası ölenin oğluna kalırmış.

        Böylesi kavga anlarında can korkusuyla evinden çıkmayıp bir yerlere sinen ihtiyarları, yaşıyorlarsa eğer karıları, “Ne saklanıp duruyorsun ödlek, haydi kalk git kavgaya, öl de oğlun yaşasın” diyerek onları ölüme teşvik ediyorlarmış.

        *

        İhtiyarlara dair, babalara, oğullara dair ne zaman bunlara benzer bir anlatı duysam aklıma hep Dino Buzzati’nin “Moruk Avcıları” hikayesi gelir.

        Bu olağanüstü yazarı tanımama Vedat Günyol vesile olmuştu. Ben Vedat Hoca’yı tanıdığımda 70’li yaşları sürüyordu; saçlarının akı, aklıma ne çok ışık verdi, anlatamam. Kendini ve kendisiyle yaşıt arkadaşlarını “moruk” diye ti'ye alıyordu. Ve yeni tanıdığı herkese Dino Buzzati’yi tavsiye ediyordu. Bu hikayeyi yüksek sesle bana da okutmuştu bir gün Londra’dan dönen arkadaşı Feyyaz Kayaca’nın bulunduğu bir sohbette.

        O gün bugün hiç aklımdan çıkmadı bu hikaye.

        *

        Bir İtalyan’dır Dino Buzzati. Yazarlığının yanında ressamlığı da var. Gerçeküstü temalara bayılıyor. Bütün yazdıklarında Kafkaesk bir hava var. Şaşırtıcı bir yazardır. Birçok hikayesi sersemletmiştir beni. Mesela parmağı kanadığı için hastanenin yakınından geçen, pansuman yaptırmak için hastaneye girip morgta cesedi çıkan adamın hikayesi... Bilemedin, İtalya’nın kuzeyinde çıkan bir salgın hastalık sebebiyle bütün kuzey ahalisinin güneye kaçarken yarattıkları büyük kaos... (Bugünlerde olduğu gibi...)

        Ya muhteşem romanı “Tatar Çölü”ne ne dersiniz? En iyisi ben hiçbir şey demeyeyim, bulup okuyun siz deyin ne diyecekseniz.

        Fakat bütün külliyatı içinde bana en çok dokunan hikayesi “Moruk Avcıları”dır.

        *

        Memleketimizde, korona illeti yüzünden 65 yaş üzerine yaşlılara sokağa çıkma yasağı gelince, televizyonda bir banka oturmuş sohbet eden iki yaşlı adamın üzerine bir apartmanın penceresinden dökülen suyu, koronavirüs taşıyorlar diye yaşlıları sokak ortasında yakalayıp maske takanları, kafalarına kolonya dökerek onları aşağılayanları, horlayanları, kötü davrananları görünce bir anda bu hikaye geldi aklıma tekrar.

        Uzun hikayedir, geniş bir özetini yapmak elzem oldu şimdi size.

        Okuyun; kim ne zaman ihtiyar, ne zaman gençtir, belki bu hikayeden sonra biraz daha netleşir kafanızda.

        *

        Hikayemizin geçtiği tarihlerde 40’lı yaşların ihtiyarlık sayıldığı yıllardır. O yüzden hikayemizin kahramanı Roberto Saggini 46 yaşındadır ve bir kağıt fabrikasında yöneticidir. Yanında genç bir kadınla gecenin saat ikisinde arabasıyla sigara almak için bir tütüncü dükkanı önünde durur.

        Ilık bir Mayıs gecesi, sokaklar ıssızdır.

        Sigarayı alır, arabasına doğru giderken her yer o lanet olası haykırışla çınlar. İki, üç beş, yedi aceleci siluet kararlı adımlarla arabaya doğru yaklaşmaktadırlar, “Haydi yakalayın moruğu!” diye bağırırlar.

        Islığa benzer bu tiz sesi bütün mahalleli tanıyor artık. Bu ıslığı duyar duymaz herkes yorganını başına çekiyor, yakayı ele veren ihtiyar için dua etmeye başlıyordu.

        Karanlık basınca özellikle varoşlarda gençler biraraya geliyor, yaşlı avına çıkıyorlardı. Yakaladıklarını soyuyor, işkence ediyor, üzerine boya sürüyor, sonra da bir direğe veya bir ağaca bağlayıp bırakıyorlardı. Bazen de iş zıvanadan çıkıyor, şafakla birlikte sokaklarda ihtiyar cesetleri toplanıyordu.

        Radyo, gazete ve televizyonlar da gençlerden yanaydı. Onlar övülüyor, cesaretleri göklere çıkartılıyordu. İşin tuhafı, bazı yaşlılar da onlara destek çıkıyordu. Onlar da ihtiyardı, yaşları elli, altmış vardı ama ruhları hala gençti, yeni kuşakların hırslarını ve dertlerini biliyorlardı! Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, gençlere yaranamıyorlardı, gençler kendilerini dünyanın efendisi sayıyor, iktidarı ihtiyarlardan almak istiyorlardı. Sloganları ise şuydu; “Yaşlanmak suçtur”.

        Genellikle genç kadınlarla dolaşan ihtiyarları hedef alıyorlardı. Erkeği bağlayıp dövüyorlar, kadına da her türlü bedensel eziyeti yapıyorlardı.

        Yaklaşıyorlardı. Roberto kısa bir muhakeme yapar. Cellatlarından kurtuluş mümkün değildir.

        Arabaya ulaşamayacağını anlayınca arabadaki kadına, “Silvia, arabayı çalıştır ve kaç” diye bağırır, kadın dediğini yapar, o da tütüncü dükkanına geri dönüp saklanmayı düşünür ama tam o sırada dükkanın kepengi iner. Çetenin yaklaştığını gören tütüncü kendince önlem almıştır.

        Gençler gittikçe yaklaşır. Aralarında uzun boylu, kafası tıraşlı olanın kazağının üzerinde kocaman bir R harfi vardır. Mahvoldum diye düşünür zira bütün gazeteler bu rumuzu taşıyan acımasız çete reisi Sergio Regora’dan bahsediyor, bu zalimin elinden hiçbir ihtiyar kurtulmamıştır.

        İlerde bir lunapark vardı, oraya kadar koşarsa saklanabilirdi. Koşmaya başlayınca üzerinde R harfi bulunan bir kız keser yolunu. Elinde bir kamçı olan çirkin kız, üzerine atılır, ancak adam ondan daha hızlıdır. Sagini kendini panayır yerine atar, peşinden gençler... “Bir de kaçmak istiyor alçak” der çete reisi, onu yakalayacağından emindir.

        Gençlerden biri reise, “Galiba yakalamak istediğimiz adam senin baban” der. “Daha iyi ya, işlerime burnunu sokmaktan başka bir işe yaramıyor moruk, haydi onu bulalım” der reis.

        Sagini bir karavanın kapısının açıldığını görür, kapıda bir kadın, yalvarır, kadın onu içeri almaz, o da bir kuytuluğa sığınır. Uzaklarda saat iki buçuğu vurur, sonra iki kırk beşi... Gürültü yapmamaya çalışarak yavaşça ayağa kalkar, kurtulabilme ihtimali vardır.

        Tam o sırada birisi üzerine çullanır. Var gücüyle gencin çenesine bir yumruk indirir, “ah” diyerek yere yığılır genç. Bakar, yere devirdiği oğludur, bir an ona acır, yardım etmek ister ancak o sırada üç dört kişi belirir.

        Sagini koşmaya başlar, çete peşinde. Panayır yerinden çıkması pek mümkün değildir.

        İlerde bahçeler var. Bütün gücünü toplar oraya doğru koşmaya başlar. Bu ataklığı avcıları bile şaşırtır.

        Takip tekrar başlar. Tek kurtuluşu sabahın olmasıdır. Acaba sabaha kaç saat var, bilemez. Koşar, koşar, yokuş çıkar, inişlerden iner, tepelere tırmanır, ancak peşindeki üç dört canavarın pes edeceği yoktur.

        Tüm gücüyle bir yamacı tırmanırken çatıların üzerinden gökyüzünün yavaş yavaş aydınlanmaya başladığını görür. Ama artık çok geçtir, yorgundur, bitkindir. Regora birazdan onu yakalayacak, pis sırıtışını sanki görüyor gibidir. Yaralanmıştır, yanağından kan sızıyor.

        Arkasına bakar, onu takip eden bir oğlu kalmıştır artık.

        Bir uçurumun başında baba oğul yüz yüze gelirler. Regora ona vurmaya bile gerek duymaz. Saggini kendini korumak için bir adım geri gider, ayağı kayar, dik yardan aşağı doğru yuvarlanır. Önce onun düşme sesi, sonra da içler acısı iniltisi duyulur.

        Çetenin diğer elemanları da gelir. Moruk dersini almıştır. Polis gelmeden hemen oradan sıvışmalılar.

        Şimdiye kadar hiçbir moruk onları bu kadar yormamıştı. Çete dağılır, Regora çirkin kız arkadaşıyla birlikte geri döner, aydınlık bir alana varırlar.

        Hikayenin bundan sonrası şöyle:

        *

        “Başında ne var senin öyle?” diye sordu kız.

        “Ya senin? Senin de...”

        Yakınlaşarak birbirlerini süzdüler.

        “Tanrım, o ne surat öyle sendeki! Ya saçlarındaki aklar!”

        “Ama senin de saçın bembeyaz, yüzün korkunç...”

        Birden içine kurt düştü. Regora’nın başına gelmemişti böyle şey. Kendi yüzünü görmek için bir camekâna yaklaştı.

        Camda apaçık gördüğü ellilik bir adamdı, gözler cansız, yanaklar sarkık, gözkapakları çürüktü, boynu pelikan boynu gibiydi. Gülümsemeye çalıştı, iki ön dişi yoktu.

        Bu bir karabasan mıydı? Arkasına döndü. Kız kaybolmuştu. Çok geçmeden meydanın öbür ucundan koşar adım çıkagelen üç oğlan Regora’nın üzerine doğru yürüdü. Üç derken beş, sekiz oluverdiler. Tüyler ürperten uzun bir ıslık öttürdüler.

        “Hadi, hadi, binin ensesine moruğun!”

        Şimdi moruk kendisiydi. Sıra ona gelmişti.

        Regora bütün gücüyle koşmaya başladı, ama pek gücü yoktu. Gençlik, o kaygısızlık ve acımasızlık mevsimi sanki sonsuza dek sürecek gibi gelmişti, asla sona ermeyecekti sanki. Oysa onu tüketmek bir gece sürmüştü. Şimdi artık elde hiçbir şey kalmamıştı. Şimdi moruk olan oydu.Ve sıra ona gelmişti.

        Diğer Yazılar