Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu kavram hala kullanılıyor mu, bundan sonra bir geçerliliği olacak mı, bilemedin bir fani çıkıp bundan sonra bir kez daha kullanacak mı bilmiyorum, -inşallah son kez ben kullanıyorum- “Beyaz Türklerin” yaşadığı bir semtte oturuyorum ben de.

        Seviyorum bu mahalleyi, çok uzun yıllar oldu, buraya kök salmışım gibi geliyor bana.

        Apartmanımıza çok iyi bakıyor sitenin temizlik görevlileri.

        Çöpler saatinde toplanıyor, devamlı silinip süpürülüyor her yer. Komşularım hali vakti yerinde, yüksek tahsilli, çocukları iyi mekteplerde okumuş veya okumakta olan insanlar...

        Hiç birisiyle hiçbir problemim yok, yoluma çıkan herkesle içten selamlaşıyorum.

        *

        Korona illetinden dolayı evden çıkmayalı bir ay oldu. Bir iki kez yolum düştü sitenin dışına; markete, kasaba giderken o da...

        Geçen gün apartmanın dış kapısına bırakılan su damacanasını almak için evin kapısını açtım. Yakın bir zamanda daire kapısını çok şık yeni bir kapıyla değiştirmiş ve kapının önüne bir o kadar şık bir paspas koymuş olan karşı komşumun kapısının önünde birkaç çift ayakkabıyla karşılaştım.

        Şaşırdım, çok uzun yıllardan beri bu evde yaşıyorum, bir tek Allah’ın günü o kapının önünde, tek bir çift ayakkabı bile görmedim; o şık, güzel paspas, bütün güzelliğiyle o kapının önünde, bomboş duruyordu, ilk defa karşılaşıyordum bu manzarayla.

        *

        Şaşkınlığım Ertuğrul Özkök’ün Nisan 2006’da “o fotoğrafı gördüğü gün” kapıldığı “şaşkınlığa” hiç benzemiyordu. Onun şaşkınlığı çok fenaydı! Benim şaşkınlığım, bana Ertuğrul Özkök’ün o günkü yazısını hatırlattığı içindi sanırım, beynimin içinde aniden bu yazının ışığı parladı.

        *

        Bundan ön dört sene önce 21 Nisan 2006’da Hürriyet gazetesinde çıkan yazısına Ertuğrul Özkök “Beyaz Türklerin Tasfiyesi mi?” başlığını koymuştu. O yazının başlığını hiç unutmadım, o gün bugün hep aklımda. Yazıya vesile olan hadise de hakeza... Çarpıcı, tuhaf, sadece bu ülkede olabilecek bir olaydı. Günlerce konuşulmuş, yazıya vesile olan haber Akşam gazetesinde yayınlanmış, oradan Hürriyet’e sirayet etmiş, Ertuğrul Özkök’ün yazısından sonra olay dallanıp budaklanmış, Hadi Uluengin “Ayakkabı Kokusu” diye “aşağılayıcı” bir yazı yazmış, Mehmet Barlas işin “köylülük” boyutuna değinmiş, Nazlı Ilıcak “İmtiyazlı zümre halka tepeden bakıyor” diyerek o “aşağılayıcı” yazılara tavır koymuş, dişi bir mevzu olduğu için de, sivri olsun küt olsun elinde kalemi olan herkes günlerce bu olay üzerine kalem oynatmış, memlekette laiklerle muhafazakarlar arasındaki yarığın bu kadar derin olduğu, bu hadiseyle bir kez daha ispatlanmıştı. “Kutuplaşmanın” cicim aylarıydı, “mahalle baskısı” yola çıkmış geliyordu.

        *

        Ertuğrul Özkök’ün mahut yazısı acıklı bir yazıdır. Muharrir; Akşam’da çıkan haberi okumuş, fotoğrafa uzun uzun bakmış, çok hüzünlenmiş, hülyalara dalmış, rahatsızlık hissetmiş, sosyolog olmanın getirdiği sorumlulukla olayı tartıp biçmiş, bu hadise karşısında bu kadar “rahatsız” olmasının sosyal, psikolojik, siyasi sebeplerini düşünmüş, ardından yazının başına geçerek o fotoğrafın kimsenin aklına gelmeyen esaslı bir “okumasını” yapmıştı.

        (Akşam’ın acemi editörleri de narına yansın! Asıl haberi kaçırmışlardı, onlar ayakkabıların değil, başörtülü kadının peşindeydiler!)

        *

        Efendim hadise şuydu. O günlerde, şu anda İyi Parti’de politika yapan Durmuş Yılmaz, onca iktisat aliminin içinden sıyrılarak Merkez Bankası’nın başkanlığına getirildi. Laik cenah hop oturup hop kalktı. Her şeyden önce adı Durmuş’tu, eşi başörtülüydü, kendisi dindardı, şivesi vardı, bıyıklıydı... Merkez Bankası başkanından çok, Merkez Efendi Camiinin vaizine benziyordu. Ceketi üzerinde bol duruyordu, kol boyu uzundu, pantolonu pileliydi.

        Olacak şey miydi? O böyleyse, kim bilir eşi nasıldı? Mutlaka o da başörtülü, kapalı giysiler içinde, “çağdaş olmayan” bir kadındı!

        İki acar muhabir peşine düştüler. Akşam’dan bir muhabirle bir fotoğrafçı, Durmuş Yılmaz’ın eşi Düriye Hanım’ı evinin kapısında yakaladılar, ayaküstü bir demeç aldılar ve oracıkta bir fotoğrafını çektiler.

        Düriye Hanım tam da düşündükleri gibi bir kadın olarak çıktı karşılarına, haberin hasını yakalamışlardı. (Daha sonra bu iki gazeteci bu müthiş haberlerinden dolayı yılın gazetecisi ödülü ile ödüllendirildiler.)

        Haber 20 Nisan’da Akşam’da “Merkez’deki First Leydi” başlığıyla çıktı. (Başlıktaki ironinin şahına dikiz!) Üç çamurlu erkek ayakkabısı, Düriye Hanım’ın durduğu yerde duruyordu. İşte tam burada kimsenin aklına gelmeyen Ertuğrul Özkök’ün aklına geldi. Herkes “First Leydi”ye odaklanmışken, o odak noktasına bir mühim unsur daha ekledi, asıl haber Düriye Hanım’ın ayaklarının dibinde yatıyordu. Ah o fotoğraf onun eline geçecekti, asıl o zaman Babıali gazetecilik görecekti! Ama neyse, fırsat kaçmamıştı. Akşamcılar asisti yapmış, ona gol atmak kalmıştı!

        21 Nisan’da Beyaz Türklerin yok olmasına serenat mahiyetindeki o yazısını yazdı ve torbanın ağzını açtı.

        *

        Yazısından öğreniyoruz; yazar gördüğü fotoğraf karşısında “karmakarışık düşünceler” içindedir. Duygularını nasıl kaleme alacağını bir türlü bilememektedir. O yüzden bir ara yazının başlığını değiştirip “Kafamı karıştıran bir fotoğraf üzerine kaotik düşünceler” olarak koymayı bile aklından geçirmiş.

        İlk bakışta bu fotoğrafta kendisini şaşırtan bir şey yoktur. Hemen hemen bütün unsurları çocukluğunda ona tanıdık gelen unsurlardır, (nihayetinde o da İzmirli memur bir ailenin çocuğudur, Dük torunu falan değil ya, tabi ki tanıdık gelecek), “düz ayakkabılar, sıradan, başı bağlı Müslüman bir kadın...”

        Ve zurna işte burada zırt diyor, şöyle devam ediyor:

        “En tanıdık ama en çarpıcı unsurlar, kapıdaki ayakkabılar.

        Üçü de erkeklere ait.

        Üçü de çamurlu.

        ‘Acaba bu evin kadınları hiç mi dışarı çıkmaz’ diye sordurtan bir görüntü.

        Evin girişindeki holde yere gazete kağıtları serilmiş.

        Kadının bakışlarında düşmanca veya fanatik bir ifade yok.

        Yani, ‘namazında niyazında bir Türk kadını’ diyebilirsiniz.

        Dedim ya, bu fotoğrafa bakınca, öyle aklınıza ‘irtica hortluyor’ gibi bir düşünce falan gelmiyor.

        Öyleyse nedir seni rahatsız eden, daha doğrusu içine düşen o duygu?

        Ağır bir hüzün...

        Bir de endişeler...”

        (Dikkat edin, yazar burada kendini hadisenin dışına çıkarıp “ikinci tekil şahıs” kipiyle konuşuyor, çünkü “senin” bu fotoğraf karşısında en az “onun” kadar çile çektiğini biliyor; iyi yazar okurun ciğerini okuyan yazardır!)

        *

        Buraya kadar en önemli haber, biz fani okurlara, “müsterih olun, irtica hortlamıyor” demesi ki, içimizi su serpiyor bu haber ama gelin görün ki o “hüzün” yok mu, o “endişe” yok mu? Ah, hem onun, hem de bizim yüreğimizin orta yerine oturmuş olan o kahrolası duygu!

        Endişesinin kaynağı irticanın hortlaması değil, bunu biliyoruz, hem üç çift çamurlu ayakkabı irticayı nasıl hortlatsın ki?

        İrticayı hortlatmaktan daha mühim bir şeye yol açacak o ayakkabılar, durun.

        Asıl endişesi de oradan geliyor.

        Bir ihtilalin ayak seslerini duyuyor muharrir. Derinden, varoşlardan gelen bir uğultu gibi... Ayakkabılar o sesin habercisi...

        Endişesini bir soruyla dillendiriyor:

        “Acaba köylerden ve varoşlardan gelen bir ‘garibanizm ihtilali mi’ yaşıyoruz?”

        Mühim bir soru...

        Bir zamanlar muharririmizin de içinde yer aldığı binler kavruk solcu Anadolu çocuğu, “garibanları” uyandırıp “bir garibanizm ihtilaline” sürüklemek için yıllarca canını verdi, yapamadı, o işi şimdi üç çift çamurlu ayakkabı yapmak üzere!

        O halde bütün ülkelerin ezilen, horlanan çamurlu ayakkabıları! Müfrezeler oluşturun, marş marş garibanların yardımına!

        Ve arkasından, bu “ihtilalin” getireceği asıl felakete dikkatimizi çekiyor muharrir.

        O felaket de şu:

        “Acaba bu ihtilal ‘Beyaz Türklerin tasfiyesi sürecini mi başlattı?’”

        İşte bunu yapmayacaktınız ey çamurlu ayakkabılar!

        Sizinki de iş mi?

        Ve arkasından o vurucu soru geliyor:

        “Acaba ‘Beyaz Türkler’ tasfiye edilince bu ülke daha mı güzel olacak?”

        Haşa! Sümme haşa!

        Bir daha “Beyaz Türk” deme, vallahi oturup hallerine ağlayacağım!

        Kıymayın onlara, soldurmayın renklerini!

        *

        Apartmanın kapısından suyumu aldım, kapının önünde ayakkabılarımı çıkardım, girdim içeri. Aklımda doktorların, “dışarıdan eve geldiğinizde mutlaka ayakkabılarınızı kapının önünde bırakın” uyarısı vardı zaten.

        Durmuş Yılmaz’ın kapısının önündeki üç çift çamurlu erkek ayakkabısı, aradan geçen on dört sene içinde ne bir “garibanizm ihtilaline” ne de “Beyaz Türklerin tasfiyesine” yol açtı. Ertuğrul Özkök, yıllar sonra Durmuş Yılmaz ve eşi Düriye Hanım’dan özür diledi. Korona illeti geldi, ne Beyaz, ne siyah, ne de siyah beyaz Türk bıraktı; topumuzu eşitledi.

        Hala kendilerine “Beyaz Türk” diyenler varsa müsterih olsunlar, garibanlar “ihtilal” yapmayacak!

        Şimdi dışarıdan gelen hepimizin ayakkabıları kapının önünde duruyor!

        Yine aylardan Nisan, yine havalar yağmurlu ve üstelik o ayakkabıların çoğu çamurlu...

        Diğer Yazılar