Erik ağacı!
Biz içeri kapanalı beri dallara su yürüdü, bunu biliyordum. Ama bahçemizdeki erik ağacının çiçek açtığı bilmiyordum. Geçen hafta aniden farkına vardım. Beklenmedik uzak bir misafir aniden kapıyı çalmış, açmışım da karşımda bulmuşum gibi oldum.
Oysa her sene Nisan başında olur; biz bu eve taşınalı beri böyle... Bir sene kaçırdığımda “neyse gelecek sene yakalarım artık” diyorum ama şu ana kadar nafile, yakalayamadım o anı, bir sabah kalkarım, bir de bakarım ki ağaç tepeden tırnağa mor karışımı bir beyazla donanmış.
*
Çim biçme makinesinin sesini duydum. Pencereye koştum. Bahçıvan, arsızca uzamış “koyu yeşil, vahşi otları” biçiyordu.
İşte fırsat bu dedim, pencereyi ardına kadar açtım.
Odanın içine ot kokusu doldu.
Çocukluğumda, ritmik bir şarkı eşliğinde tırpanla ot biçen ağabeylerimin ardından koşarken (tıpkı dostum Vahdettin İnce’nin bir yazısında anlattığı gibi) nefesimi kesen o ot kokusuna benziyordu bu koku da.
Kayıp cennetimin kokusu...
Makinanın ardını sıra, yüzünde maskeyle giden bahçıvanın ayaklarına baktım. Ayakları benimkine dönüştü, çıplak ayakla, kesilmiş otların üzerinde ben yürüyordum.
Erik ağacının altından geçtik.
Aklım Yılmaz Erdoğan’ın “Bahçemdeki Erik Ağacı” hikayesine gitti.
Onun da bahçesine Nisan gelmişti ve onun da haberi yoktu benim gibi bundan. Çünkü, “her nisana hazırlıklı olamıyor insan.”
“Hep yanlış hesaplıyorum yaşımı... Bir nisan ayı cıvıltısı için yaşlı mı sayılırım artık? Herkeste bir kır gezintisi telaşı varken ben saçıma düşen kırları sayıyorum,” diyordu.
Oysa daha otuzlu yaşların başındadır o zaman. Otuzlu yaşlarda oluyor insana, ona da olmuş, bana da olmuştu, size de olmuştur. Bu yaşlarda insan ihtiyarladığını sanır, bir telaş sarar her yanını; bir yığın şey için, hele aşk için artık çok geç kaldığını düşünür... Bir de mevsim baharsa... O zaman insanın içini bir sonbahar kaplar.
Şimdi o yaşları çoktan geride bırakmış bir ihtiyarın tahayyülüyle bakıyorum o yıllara, oysa ben tırpanla ot biçen ağabeylerinin arkasından koşan bir çocuğum hala.
*
Ben ot biçme makinası süren bahçıvanın ve tırpan sallayan ağabeylerimin ardı sıra yürüyorum kesilmiş otların üzerinden yalınayak, Yılmaz ise, “Çıplak ayakla” yürüyordu “nemli toprağın ve uzak geçmişinin üstünden.”
Anlattığı o bahçeyi ben de yaşadım. “Ekşi Elmalar” filminde anlattığı bahçe var ya, işte onu... Dedesinin bahçesiydi... (“Öksüz kalalı çok oldu dedemin bahçesi. Kimse su vermiyor çocukluğumun havuzuna. Dedemler beton ve cadde üstü bir hayata taşındı.”) Dedesi akrabamdı, komşumuzdu, reisimizdi, aynı mahallede oturuyorduk. O bahçede bir erik ağacıydı sözünü ettiği...
“Dalları suyun üstünde (yani bir öpüşmenin en güzel yerinde) dururdu erik ağacının. Havuzun suyunda cilveleşirdi dalından zamansız düşen, sırasını şaşırmış, yeşil, ekşi ve çocukluğumun en iyi arkadaşı erikler. Nereden bilebilirdim o zaman bütün aşkların o erik tadının anımsanması olduğunu?”
*
Telaşlı, cilveli, hemen güneşin altına yatan bir ağaçtır erik ağacı... Güneş yüzünü göstermeyiversin... Bunu güneş de bildiğinden fazla dil dökmesine gerek kalmaz, hızlı tava geleceğini biliyor abdalın. Zamansız doğar çoğu zaman güneş bu ayda. O zamansız doğmalar bile yeter onu kandırmaya. Asidir zira, söz dinlemiyor. Sabırsızdır, acelecidir. Haylazdır, kuraldan, sırasını beklemekten nefret eder. Öbür ağaçlardaki sabır yoktur onda. Güneşin bir göz kırpması, bir işvesi, ışığının altına uzanmasına yetiyor.
Oysa gelen yalancı bahardır. Faka bastırır onu güneş, gül yüzünün az biraz gülmesi yeter. Hemencecik şımarır, mayışır, salar kendini, sere serpe dökünür. Çiçeği kesilir baştan ayağa.
Cilvelidir, oynaşır güneşle. Etrafındaki diğer ağaçlar büyük bir sabırla, büyük bir olgunluk içinde gerçek baharı beklerken, o “ne bekliyorsunuz, görmüyor musunuz, işte geldi bahar” diye feryat ederek bağırır akranlarına, dökünür.
Hiç kimse henüz baharın gelişini kutlamazken, o çoktan halaya durmuştur bile.
Ama bazen bu dansı çok kısa sürer. Güneş aniden göğün dibinde beliren bir kara bulutun istilasına uğrar, şimşek çakar, dolu düşer, bazen kar yağar; o aceleci, o işveli, o şaşkın, o delidolu, o aptal, o çabuk tava gelen ağaç çiçeğini nereye koyacağını bilemez, titrer rüzgarda, telaşlı üşür soğukta, dökülür o nazlı çiçeklerin büyük bir kısmı.
Ama derler ki, bu bir doğa kanunuymuş, eğer o çiçeklerin büyük bir kısmı Nisan yağmurlarının gazabına gelmezse, hepsi erik olur, sonra o erikleri o dallar taşıyamaz, kırılır, Allah korusun ağaç meyvesiz kalabilir.
Tabiat, böylece vakitsizce çiçek çiçek üremiş dallara bir ayar verir, böyle böyle ağaca ve bize bir güzellik yapar.
*
Eriğin dişleri kamaştırmasının aşkla ilişkisi var biliyor musunuz?
*
Şöyle ki...
Bir bahar günü aklına düşen dedesinin bahçesindeki erik ağacı Yılmaz’a hayata ve toprağa aşık olmayı hatırlatmıştı.
Aynı ayda, 1943 yılının 1 Nisan’ında, “Gökte bütün kışlarından yıkanmış bir mavilik” varken bir başka yaratıcının, büyük hikayeci Sait Faik’in de aklında “bir havuz, bir fıskiye, bir lastik top, bir çocuk, bir köpek, bir karpuz” düşmüştü.
“1 Nisan’da Bir Erik Ağacıyla Konuştum” başlıklı hikayesinde anlatır. Beyoğlu’na çıkan dimdik yokuşlardan birisinin hemen başında durur. Sırtını bir meçhul ağaca yaslar ve sevgilisi Yorgiya’nın evini seyreder kahramanı.(Kahramanı belki de bizzat kendisidir, kim bilir!)
“Bahçede erik çiçek açmıştı. Birtakım koyu yeşil vahşi otlar, belki de onun adım attığı yerde, kafalarını kaldırmışlardı.”
Çiçek açmış erikle dostlukları o an başladı. Başladı ağaçla konuşmaya:
“Seni ne kadar sevdim erik ağacı!
Nereye gidiyorsun bu nisan öğlesinde takmış takıştırmış?
Erik ağacı sen esmer bir kız mısın?
Bu çiçekleri üzerine hangi nişanlı serpti?
Erik ağacı seni Yorgiyam kadar seviyorum!
Erik ağacı, akşam olunca, o eve girince sen ne yaparsın?
Bana anlatsana onun kokusunu hiç duydun mu?
Seni de kıskanayım mı?
O, senin acı eriklerinden topladığı zaman çok mu küçüktü?
Yine böyle hain miydi, dallarını kırar mıydı? Sen onu bencileyin kadar sever miydin?
Erik ağacı, bir tatlı nefes gibi esen rüzgarın içinde çok az hareketli, bana hiçbir şey söylemiyordu.”
Bir sabah vakti, bir nisan öğlesinde erik ağacına sevgilisinden bahseder durur adam. Erik ağacı sevgilisini çok iyi tanıyor. Çünkü aynı evde oturuyorlar, biri evin içinde, öteki bahçede.
“Eriklerimi tuza banarak yer,” dedi. “Ben çakal eriğiyim, aşısızım,” der mi erik ağacı adama?
Neden demesin?
Erik ağacı konuşmaz, gülmez, yemez, içmez. Erik ağacı aşıktır. Dişleri kamaştıran meyvesi onun içinmiş.”
*
“Erik ağacı–nisan gitmeden evvel kocaman uykusunu uyurken- hiçbir şey düşünmezmiş. Fakat bir gece yarısı içine sıcak su dolarmış,” diyor Sait Faik.
Onca yıldan beri, her sene bu ayda, bahçemizdeki erik ağacının ne zaman çiçek açtığına sadece ben değil, sanırım burada yaşayan hiç kimse şahit olmadı.
Demek sebebi bir gece yarısı, hepimiz derin uykuda, rüya alemindeyken, hiç hesapta olmayan o vakitte içinin suyla dolmasıymış.
Sabah biz uyanmadan, bu ayın hercai güneşini gören o su, yalancı bahara kanarak tomurcukları hücum eder patlatır, erik ağacı baştan ayağa çiçek açar.
O yüzden yıllardır o ani yakalayamıyorum.
*
Bu sene de kaçırdım. Şimdi bana düşen, bahçenin her yerini istila etmiş olan arsız otları biçen bahçıvanın arkasından çıplak ayakla yürümek.
Topraktan yükselen kesif ot kokusunu ciğerlerime çekmek.
Korona mı?
Doğanın koronadan haberi yok ki...
Ne baharın, ne biçilen otların, ne erik ağacının, ne çiçeklerine konan arının, ne açan sabırsız mor karışımı beyaz çiçeğinin, ne hercai güneşin...
Onlar doğal zamanlarını yaşıyor. Taze baharı...
Bahar koluna erik ağacını takmış yanımızdan geçiyor, badem çiçekleri de katıldı onlara şimdi, birkaç gün içinde erguvanlar da çıkacak yoluna.
Bize düşen, uzaktan gidişini seyretmek onların!
Evde oturarak...