Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yazar yazı yazarken yalnızdır. Anlatıcının dinleyicisi gibi, karşısında okuru yoktur onun. Okurunu kurgulayamaz. Yazdığı yazıyı kimin okuyacağını da bilemez. Şansına artık! Bazen müşterisinin sürüsüne bereket, bazen de pazarı kesattır.

        Kimse okumuyor diye, yazıyı iş edinmiş hiçbir yazar yazı yazmaktan vazgeçmemiştir. Yazı illettir, maruz kalanın direk kanına karışır ve de şahsi bir iştir; yazar kendisi için yazar, yazdıkları önce onu memnun etmelidir.

        Olur da birileri okursa amenna... Hele çok kişi okursa ne ala!

        Bir yazarı en çok mutlu eden şey, yazdıklarının başkaları tarafından beğenilmesidir.

        İster Nobel almış dünyanın önde gelen mühim bir yazarı ol, ister bu işe yeni başlamış adı sanı duyulmamış bir yeni yetme... Bütün yazarlar beğenilmekten özel bir haz alır. Okurun ilgisi, yazdıklarının birilerini memnun ettiğinin görülmesi, bir küçük beğeni kırıntısı, bazen övgülü bir söz, bir mesaj, bir mail, bir mektup bir yazara verilecek en büyük armağandır.

        *

        Geçen hafta Pazar günü yazdığım “Ev” başlıklı yazımdan dolayı bir sürü hediye aldım. Birçok dostumdan, tanıdık, yakın uzak arkadaşımdan, birçok kişiden güzel mesajlar ulaştı bana, çok sevindim.

        Ev bu, hepimizin hakkında çok şey söyleyebileceği dişi bir konu... Bir “hatıra alemidir” demiştim ya ev için, “sevilen bir amca gibidir” bir de; bazı dostlarım buradan hareketlendi kişisel deneyimleriyle ilgili bazı şeyler gönderdiler.

        Dostum Mustafa Ekici, henüz çocukken evden kaçışının hikayesini yazmış vakti zamanında, o yazısını gönderdi, muhteşemdi.

        “Küçüktüm, çok önemliydim o yüzden, basittim, dokunulmazdım.

        Bir çatık kaşa, ters bir bakışa yaktım yolumu.

        Çektim gittim evden,” diye başlıyor yazısı, bin bir hüzün, çaresizlik ve meşakkatli bir yolculuktan sonra “ayağını kırıp” eve kavuşma anını da şöyle anlatıyor:

        “Ev.

        Anneydi, huzurdu, akşam sıcak çorba, gece yumuşak yataktı, başa değen el, içe işleyen sevgiydi.

        Ve işte ey insan seni evden uzaklaştıran, yabanın o tedirgin edici ürkünçlüğüne savuran şeyler.

        O ceviz kabuğunu doldurmayan iki çatık kaş kadar önemsiz.

        İşlediğin bütün günahlar büyük küçük, hepsinin de ceviz kabuğu kadar hükmü var Ev’in dingin ışığında.

        Ve şimdi Ev’e dönmek vaktidir tekrar.”

        “Ev ve şiirden” bahsetmiştim bir de yazımda. Mehdi Eker abim de Sezai Karakoç’un “Köşe” şiirinin özellikle ikinci bölümünü hatırlattı ki şöyledir:

        “Evlerinin içi ayna döşeli

        Ayna hatıra gözler ve sevmek

        Benim aşkın bin bir köşeli ah bin bir köşeli

        Bir köşe gidince bin köşe yeniden gelecek

        Ayna hatıra gözler ve sevmek

        Evlerin içi kabartma bahar

        Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar

        Halıları öpe öpe nakış yapar gibi ayaklar

        Siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar

        Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar

        Evlerinin içi yeni güllerden

        Görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlerine getiren

        Sağ köşedeki entari sağ köşedeki şapka

        Beni katil suların ortasına bırakan

        Katil sular güneşi gözlerinden götüren

        Evlerinin içi gurur döşeli

        Benim aşkım bin bir köşeli ah bin bir köşeli”

        *

        Ve asıl büyük hediye Ümit Fırat abimden geldi. O Ümit Fırat ki, korona günlerinde dışarı çıkma yasağı kapsamına giren yaşına rağmen, hiçbir kapalı mekana sığmayacak kadar taze bir hafızaya sahiptir. Ne zaman bir isim hatırlamak istesem, bir tarih, bir olay teyit etmek istesem bir yere bakmadan önce onu ararım, ille de bilir o ismi, o tarihi, o hadiseyi... (İnşallah bu korona günleri vesile olur, hazır evde oturmuşken her gün birkaç saatini ayırır da hatıratını yazar bitirir, zira yıllardır yazdıramadık ona anılarını, belki korona yazdırır, zira adam tepeden tırnağına bu memleketin yakın siyasi tarihi, hele Kürt bahsinin şahsiyetleri, değmediği kimse yok!)

        Bana şöyle bir mesaj gönderdi:

        “Muhsinciğim,

        Söz evden açılmışken, bir ev hikayesi de benim arşivde duruyordu.

        Okurken her cümlesi alt alta yazılmış bir metni okuyormuş gibi düşün ve ne muhteşem bir şiir okuduğunun da keyfini çıkar.”

        Gönderdiği metni açtım.

        Ahmed Arif’in 8 Aralık 1960 günü “Öncü”gazetesinde çıkan “Evlerinin önü hüzün” başlıklı makalesinin kupürü çıktı karşıma... Demek ki kesip saklamış Ümit Abi.

        O Ahmed Arif ki, Salah Birsel’in Yahya Kemal için söylediklerinin birkaç kelimesini değiştirerek söylersek; memleket vurgunu yemiş bir şairdi. Damarlarında kan yerine Dicle nehri, Hamravat suyu akardı.

        Gazetelerde musahhih olarak çalıştığını biliyordum, arada bir köşe yazısı yazdığını da... Tek tük yazısı elden ele dolaşıyordu.

        Ama bu yazısıyla ilk defa karşılaşıyordum.

        Şükran sana “ekselansları!” (Son yıllarda Ahmed Arif, dostu Ümit Fırat’a böyle hitap ediyordu.)

        İşte o yazı... Ev sıcaklığında, arkanıza yaslanın ve bu uzun şiirin keyfini çıkarın siz de benim yaptığım gibi...

        *

        “Hiç aklımdan gitmiyor. Yan yana dört kardeştiler. İkisi oğlan, biri kız. Dördüncü henüz bebekti. Ve ha kız olsundu, ha oğlan, bundan kime neydi ki? Büyük oğlan önlüklü. Sevilesi çalımından besbelli, okula cilt cilt kamuslara yaslanıp resim çektiren o sırma püsküllü Osmanlı vezirlerinden çok daha alımlı, çok daha kibar! Küçük oğlan da abisine sokulmuş, iki kardeş alfabedeki renklerin, çizgilerin satırların o büyülü dünyasına dalıp gitmişler...

        Günbatıda allı-morlu bulutlar, bir güz akşamı daha iniyordu Başkente. İki kardeş de şu mutluluk dediğimiz nesnenin, yenilen, içilen, tadına bakılan, ya da çıkın edilip bir kıyıda saklanan nesnelerden hangisine benzediğini bilecek çağda değildiler. Küçücüktüler. Ama bu ikindi güneşinin altında insanı ağlatacak kadar güzeldiler. Beni asıl alıp götüren, beni donmuş putlara çeviren kız oldu. O kız, hiç aklımdan gitmiyor... Taş çatlasa dört yaşında ya var ya yoktu. Entarisi al benekli basmadan. Sol omuz başında bir mavi boncuk. Sırtı duvara dayalı, ayaklarını uzatıp usul usul oturmuş. Dizine de o en küçüğü yatırmış, kardeşine nen çalar.

        Ayıp demesi işsizdim. Ayık demesi yolsuz. Ve üzerinize afiyet bozuktum da. Bula bula hep de beni ense kökünde bulan ve hep de durup dururken gelen bir belayı daha yenice savmıştım. Kan kusup “kızılcık şerbeti” demeyi sevmem. Yıkar kendimi susarım. Kalmışsa bir işkilsiz dost, kalmışsa bir yiğit can, bir haldan anlayan, bir kadir bilen vurup ona giderim. Varsın ikram edecek cıgarası da olmasın. Bir “merhaba” demesi, hatır sorması, nezdimde cihan değer. İşte böyle bir günümdeydim. Ve bir dost evinin penceresinden, dizinde kardeşine nen çalan o el kadarcık kız bebesine dalıp gitmiştim. Kendi derdimi unutmuş, utanmış, kahrolmuştum. Suçlular gibi...

        Ana-baba, besbelli işteydiler. Bir yerlerde gün puluna ömür tüketmede. Eh, bu da gam değil. Yeter ki canlar sağ ola. Yeter ki elden ayaktan etmeye Tanrı! Hem artarda dört çocuğu sıraladıklarına bakılırsa sevişmeden yana bir dertleri yok... Şuracığa yarı hasır, yarı şeker sandığı, yarı da tenekeden bir barınak kurmuşlar. “Ev” demeğe bin tanık. Hilafım yok, apartman arkalarına kurulan şu tavuk kümesleri bunun yanında saray sayılır. Kapısından küçük kızdan gayrısı, iki büklüm olmadan giremez. Yüksekliği göğsümü aşmayan şu çatının altına yan yana iki döşek nasıl sığar, diye düşündüm. İçinden çıkamadım. Çıksam ne olacaktı sanki. Önemli olan şu kızdı. Pek de şirindi. Sanki altın damlası. Kendisini işine vermiş. Nasıl da ciddi, nasıl da içten, nasıl da duygulu...

        Ah benim maviş kızım, adın neydi ki? Zeynep mi, Aslı mı, Ayşe mi? Dilerim tasa, keder duymadan büyüyesin. Bir yiğide varasın. Gönlünce sevip, saracağın birine. Varsın ekmeğini taştan çıkarsın, varsın didinsin... Ona fırtına gibi yaman oğullar, divan sazı gibi alımlı kızlar veresin. Seni, o gün kendi kızım gibi bakıp, büyütmeyi düşledim. Sonra da en başta kendi halime, şu dünyanın hallerine, bir iyi güldüm. “İt doydu, Haydar kaldı!” Benimki de o hesap işte. Gülmeyip de neylersin? Yüzünü göremediğim, neci olduğunu bilemediğim öz babacığın kadar da sana yar olamazdım ya! Benim de kısmetim yılan ağzında...

        Hem sen, büyümene bak. Bir yandan kardeşini uyut, bir yandan büyü. Evi de bekle. E mi, canım? İyice göz kulak ol. Oyun yok, oyuncak yok. Bebeklik yasak sana. Taş bebek, naylon bebek neyine senin, sahici bir bebeğin var ya işte.

        Ve bizler senin dayıların, amcaların, teyzelerin bizler, sana çocukluğunu veremeyiz. Her birimiz kazıklar gibiyiz oysa. Gene de bağışla bizi,işlerimiz çok! Döl yoksunu körocak kralların,kısır sultanların, prenseslerin ve dünyada erkek kıtlığı varmışçasına evde kalmalarından korkulan hanedan kızlarının derdine düşmüşüz. Çok duygulu, çok ince kimseleriz biz. Yüzünü rüyada bile görmediğimiz bizden binlerce ve binlerce kilometre ötede kendi havasında yaşayan birine şıp diye aşık olur kara sevdaya tutuluruz. Roma’da, Kapri’de, Florida’da biri birini mi öptü? Evelallah biz burada gebe kalırız. Hele semtini yönünü bile bilmediğimiz bir yerlerde kırk cariye, seksen ebe ve beş o kadar halayık, bir hatuncuğu doğuma hazırlamasın! Sancısını biz çeker ve kadın ve erkek dokuz doğururuz.

        Bağışla bizi işimiz başımızdan aşkın... Sen de, beni nice kahrederse etsin gene de güzel, gene de kutsal olan işine devam et. Akşam oluşun anan gelir sizlere aş pişirir, baban da belki yedeğinde bir salkım üzüm, yarım kilocuk buruşuk elma, ya da bir külah leblebi getirir. Sen nen çal, bebek uyut, ev bekle. Bakma sen, tek göz de, kümesten beter de olsa gene de “ev”dir o. Ninniler biliyorsun. Bildiğin türküler de olmalı. Dilersen birlikte söyleyelim.

        Hem türkülerden gayrı neye geçer ki hükmümüz? Haydi bebeğim birlikte:

        “Evlerinin önü darçın...”

        *

        O halde kudretli şairin aziz ruhuna gelsin:

        Diğer Yazılar