Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1990’larda girip geçen seneye kadar hayatının tam 27 yılını hapishanede geçirmiş olan bir ahbabımın oğluna “geçmiş olsun” demek için telefon ettim salıverdiklerinde.

        Zaten hayatı içerde geçmişti, benimki de laf!

        Teşekkür etti hemşerim, biraz sohbet ettik, telefonu kapattım ve tam tamına 27 sene içerde kalmış bir insanın ruh halini düşünmeye başladım. Onca sene insan ne yapar hapishanede?

        Bu süreyi yatmış olan Nelson Mandela mesela affetmeyi öğrendi, bir de öfkesine hakim olmayı, düşmanıyla birlikte yaşamanın yolunu arayıp bulmayı bir de. Nazım Hikmet “hapiste yatana” bazı öğütler verdi, “dışarıyı düşünmemeyi”, “dokumacılığı tavsiye etti", “bir de ayna dökmeyi,” falan.

        O çocuk o kadar sene zarfında bunlardan herhangi birisini yaptı mı bilmiyorum, benim merak ettiğim dışarı çıktıktan sonraki hayatıydı.

        Aradan bir ay falan geçti, tekrar aradım, bu kez “dışarıyı, yeni hayatı” sordum.

        Derin bir iç çekti telefonda, sonra;

        “Abi biliyor musun, içeriyi özlüyorum. Dışarısı çok geniş, sığamıyorum, üstüme geliyor” dedi, sonra bir yığın şey anlattı, sesi gittikçe kayboldu, hiç biri aklımda kalmadı, ben alacağımı almıştım.

        *

        Bu hikayeyi, iki aydan beri evde geçirdiğimiz “gevşek” hayatımız üzerine anlatıyorum.

        Korona belasını def ettikten sonra ortaya çıkacak yeni hayatlarımız, yeni alışkanlıklarımız ve yeni dünya üzerine bir kamyon dolusu laf ediyor yerli, “yersiz”, yabancı alim ve fütüristler... Yalnız bu iş, işin ehline bırakılmayacak kadar “ciddi” bir iş olduğundan, televizyonlarda sırasını savıp giden hekimlerden sonra onların koltuklarına kurulan ve her konuda edebilecek en az beş cümlesi olan gazeteciler ve köşe yazarları da el atmaya başladı. Gece geçmiyor çorbaya limon sıkmanın faydalarından tutun da, ağız kuruluğuna ne iyi gelire kadar her konuda fikri olan birkaç “kanaat önderi” televizyonlarda korona sonrası hayata dair birbirinden kıymetli fikirlerini serdetmesin, gün geçmiyor birkaç köşe yazarı da bu kervana katılıp birbirinden kıymetli risaleler neşretmesin.

        (Galiba şu anda benim yaptığım da onların yaptığından pek farklı bir şey değil ya, neyse, hem benim onlardan ne farkım var ki!)

        Hepsini dinledim, çoğunu okudum. Söyledikleri bir kaç kamyon dolusu lafı tarttım biçtim, sonra hepsini süzdüm, elekten geçirdim, meselenin elimde kalan bozuk para edilmiş hali şu:

        “Koronadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...”

        Yani “her şey çok güzel olacak...”

        Daha önce de bu sloganı duydunuz değil mi? Buna da neyse...

        *

        Hayatının 27 senesini mahpushanede memleketinin “dağlarını, nehirlerini” düşünerek geçirmiş bir insan, temiz havaya, dağlara, nehirlere, göllere, güle, kır çiçeklerine, anne yemeklerine, ev uykularına, sevdiklerine, serbest bir hayata kavuştuktan sonra eski hayatını, o daracık koğuşunu, o pis kokuyu, o kadınsız dünyayı, o kayıtlı hayatı özlüyorsa, bunun tek cevabı var galiba; yıllar içinde edinilen alışkanlıklar!

        İnsan siyasi fikrini, hatta dinini bile değiştirebilir. Ama ya alışkanlıklarını? Galiba asla!

        Alışkanlıklardan vazgeçmek, hayattan vazgeçmek kadar zor olsa gerek.

        Bir hayata alışmışsanız, mezara kadar öyle sürüp gitmesini istersiniz.

        Bireyler için böyle olduğu gibi, devletler için de aynı şey geçerlidir. Ceberut bir devleti demokratik bir devlet haline getirmenin ne kadar zor bir iş olduğunu kendi örneğimize bakarak anlayabiliriz.

        Sonuçta devleti var eden de insandır.

        *

        İnsanlar bir musibetten ders alsaydı, Birinci Cihan Harbi sırasında 20 milyon ve aynı sırada baş gösteren İspanyol gribinden 50 milyon insanın helak olmasından ders alır, çok geçmeden 20 yıl sonra bu kez evvelkinden daha beter, daha korkunç bir savaşa tutulmaz, bu kez de 55 milyon insanın daha yok olmasına sebep olmazlardı.

        Oysa ne umutlarla başlamıştı 20. yüzyıl. Stefan Zweig’ın deyimiyle “güvenliğin altın çağına” girmişti insanlık. Her şeyin bir kuralı, bir ölçüsü, saptanmış bir değeri vardı. 19. yüzyıl bitip insanlık 20. asra girerken, geçmiş çağların her şeyi mahveden savaşlarına, kıtlıklarına, hastalık ve korkunç sömürüsüne herkes küçümseyerek bakıyordu. Bizden öncekiler ne kadar beceriksiz, ne kadar ilkel, ne kadar zalim insanlardı diyerek!

        Oysa en zalim yüzyıllardan birisi oldu 20’nci asır.

        *

        Yüzyıl başlarken bilimsel gelişmeler aldı başını gitti. Edebiyatta Dostoyevski, Tolstoy, Proust, Joyce gibi devlerin sesi yükseldi. Bilim ve teknikteki ilerlemelere insanlar neredeyse tapmaya başladı. Artık bütün Avrupa şehirlerini elektrik aydınlatıyordu. Vitrinler pırıl pırıldı, telefon uzakları yakınlaştırmıştı, motorlu araçlar mesafeleri kısaltmış, uçaklar vızır vızır semayı doldurmuştu.

        Konfor sadece zenginlerin hakkı değildi artık. İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bazı şeyleri olmuştu. Evlerde sıcak su akıyordu, tencereler evlerdeki gaz ocakları üzerinde kaynıyordu. Hijyen yaygınlaşmıştı, pislik azalmış, sokaklarda artık cüzzamlılar görülmüyordu. Herkes spor yapıyordu.

        Birey hakları gelişmişti, adalet eşit dağılmaya çalışılıyor, hukuka güven artıyor, kitlesel yoksulluk azalıyordu. Herkes seçim hakkına kavuşmuştu. Artık Avrupa’da, o sırada biri çıkıp “yakında dünya savaşı çıkacak dese,” (gerçi bunu Dostoyevski söyledi ya!) hemen tımarhaneye kapatırlardı.

        Ama çok kısa bir süre sonra Birinci Cihan Harbi patlak verdi, herkes apışıp kaldı.

        İnsanlığı eksilten o korkunç savaş sonrasında, tıpkı şu anda korona virüsten sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler çoğaldı ve ne yazık ki kısa bir süre içinde onlar da yanıldı.

        Dünya topu topu 20 sene rahat yüzü gördü. Bu süre zarfında savaşın alıp götürdüklerini tamirle uğraştı insanlık. Ardından herkes dünyayı keşfe çıktı, dünya küçüldü, seyahat patlaması yaşandı.

        Ve işte bu sırada Hitler denilen bir virüs daha ortaya çıktı, her şeyi allak bulak etti. İnsanlığın başına o zamana kadar görülmemiş dehşetengiz bir belayı, faşizm belasını musallat etti.

        Birinci Cihan Harbi’nden önce yeryüzü hepimizindi. Herkes istediği yere gidiyor, kimse kimseden pasaport, geçiş belgesi sormuyordu. İzin belgesi yoktu, vize yoktu.

        Yabancı düşmanlığı veya yabancıdan korkma faşizmle birlikte hortladı.

        55 milyon insan yok olduktan sonra, herkes “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedi.

        Ama insan eski insandı, alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemezdi.

        İki kutuplu dünyada silahlanma yarışı başladı.

        Ardından gelen felaketleri hepiniz biliyorsunuz.

        *

        O yüzden korona virüsten sonra “artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacak” diyenler kadar iyimser değilim ne yazık ki ben. Buradan çıkaracağımız çok ders olmayacak. Birinci Cihan Harbinden, ardından ikincisinden ne kadar ders çıkardıysak, bu sefer de bütün dünyayı saran bu korkunç illetten de o kadar ders çıkaracağız.

        Çünkü korona virüsün aşısı bulunmadı henüz, aynı şekilde en az korona kadar tehlikeli bir virüs olan milliyetçiliğin de aşısı yok.

        Korona virüsün aşısı birkaç sene içinde bulunabilir ama insanlık ırkçılığın aşısını sittinsene bulamayacaktır mesela.

        Korona virüsün aşısı için bir sürü arayış var ama “ötekiye” olan düşmanlığın aşısını bulmak için birkaç iyi niyetli kurum ve vicdan sahibi insanı dışında tutarsak kimsenin kılı kıpırdamıyor.

        Korona virüse karşı yakın bir dönemde bir çare keşfedilebilir ama Avrupa’daki İslam karşıtlığına; İslam dünyasındaki sadece kendi mezhebine hayat hakkı tanıyan fanatizmine karşı uzak bir gelecekte bile bir çare bulma umudu hiçbir yerde görünmüyor.

        Korona virüs aşısı bulunacak bir gün elbet ama çevre felaketlerine, bozulan iklime bir çare bulamayacak insanlık bu gidişle.

        *

        Başta Almanya Şansölyesi olmak üzere bir sürü devlet başkanı korona virüsü, İkinci Dünya Savaşından sonra karşılaştığımız en büyük felaket olarak nitelendirdi.

        Ama unutmayalım ki bugün şikayet ettiğimiz korona virüsten önce başımıza musallat olan bütün o kötülükler, o korkunç kıyımlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başımıza musallat olanlardır. Eğer o savaş gibi korkunç bir felaket insanlığa hiçbir şey öğretmediyse, korona da ne yazık ki hiçbir şey öğretmeyecek.

        Bunun nereden biliyoruz diyeceksiniz?

        Basit bir örnek bizden verilebilir; 1999 depremedir. Depremle birlikte hepimiz eşitlenmiştik, korku aramızdaki her türlü farklılığı ortadan kaldırmıştı. Ama o kadar kısa sürdü ki... Bir süre sonra çarık çürük evlerimize kös kös girdik, tavuk gibi su içip Allah’a baktık.

        Daha öfkeli olanlarımız ise bazukalarını alıp kendi siyasal siperlerine çekildi.

        Öyle bir felaket yaşanmamıştı sanki.

        *

        Konserleri, tiyatroları, hasta ziyaretlerini, komşuluk ilişkilerini, bayram kutlamalarını, Boğaz’da martılara simit atmayı, balık avlamayı, denize girmeyi, sokaklarda aylak aylak dolaşmayı, bir poğaça alıp bir bankta yemeyi, kuşlara yem atmayı, seyyar köfteciden ekmek arası köfte almayı, köprüde balık ekmek yemeyi, tıklım tıklım dolu Sultanahmet Camisinde namaz kılmayı, bir taziye çadırında ölünün acısını paylaşmayı, mevlit yapmayı, düğün dernek kurmayı, asker uğurlamayı, havaalanında gurbetteki yakınımızı karşılamayı, tiyatroyu, sinemayı, maçlara gitmeyi, uçurtma uçurtmayı, mangal yapmayı, okey, pişti oynamayı, aklınıza ne geliyorsa her şeyi özlemiş olabiliriz.

        Korona virüsten sonra hepsini birkaç gün içinde yapıp tüketeceğiz ve eski hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

        Şu anda sadece her şeyi ertelemişiz, o kadar. Ertelemek ise vazgeçmek değildir.

        Hayatımıza yön veren alışkanlıklarımızdır çünkü.

        Tıpkı 27 yıllık mahpusluktan sonra “dışarıyı fazla geniş” bulup “içeriyi” özleyin ahbabımın oğlu gibi...

        İlk fırsatta biz de eski hayatımıza döneceğiz!

        Diğer Yazılar