Rıdvan Paşa'nın katli ve İstanbul'dan büyük Kürt sürgünü!
Bu yaşıma kadar yolumu aydınlatan beş cümle öğrendiysem eğer, bunlardan üçünü borçlu olduğum canım öğretmenim Güner Sernikli öleli beri dağınık duruyordu kütüphanem. En son o tasnif etmişti kitaplarımı. Bize misafir geldikleri bir dönemde içeri kapanmış, birkaç gün uğraşmış, aradığım kitabı hemen bulabileceğim Dewey tasnif metoduna göre düzenlediği bir kitaplık bırakmıştı bana.
Sonra beni kuyunun dibinde bir taş gibi bırakıp gitti!
Yenileri eklenince kitaplığım da yavaş yavaş dağıldı. Aslında dağınık, düzensiz kalması biraz da hoşuma gidiyordu zira düzensiz bir kitaplıkta bir kitap aramak kadar zevkli bir şey yoktur. Bu vesileyle bir sürü kitaba dokunursun, bir çoğunu karıştırır, bir sürüsünün adını tekrar okursun. Sabahattin Eyüboğlu bilerek düzensiz bırakırmış kitaplığını mesela, soranlara da, “Aradığım kitabı bulmanın zevkini yaşamak için” dermiş.
Benimki de öyle...
Ama hadi madem içeri kapanmışız, madem yapılacak çok fazla şey yok şu koruna günlerinde, o halde ben de kitaplığımı yeniden düzenleyeyim dedim, bismillah giriştim işe.
Kitaplık düzenlemek zahmetli iştir ama onu zevkli hale getiren şey, bir yığın hatıranı canlandırmasıdır. Bende oluyor mesela, hangi kitaba elimi atsam, ille de o kitabı edindiğim anı, günü hatırlarım. Bazılarını yeniden karıştırır, çok sevdiklerimi şefkatle okşarım.
Rahmetli Erdal Öz yaşarken hiç değiştirmediği o güzelim beyaz kapaklı eski Can Yayınlarını bir rafa dizerken, Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” romanı geçti elime. Rastgele açtım, karşıma, 46. sayfadaki 5. Bölüm çıktı, şu paragrafla başlıyor:
“Mehpare Hanım Fransa’dan, yıllar sonra Beyoğlu’nun en tanınmış çapkınlarından biri olacak olan oğluna hamile olarak döndü; kışı geçirmek için Şişli’ye, ünlü Kürt Beyi Mir Bedirhan’ın oğlu ve Üsküdar kumandanı Ali Şamil Paşa’nın kardeşi olan Abdürrezzak Beyin köşkünün yanındaki köşke taşındılar, iki köşkün bahçeleri birbirine bitişikti.”
Korona belası memleketimize gelmeden önce yazmayı düşündüğüm hikayeyi yazma fırsat doğdu işte.
İşime ara verdim, o bölümü tekrar okudum; bu mevzuya dair bir yığın şeyle birlikte...
*
Aşağıda ayrıntısını yazacağım, sonuçları hem İstanbul’daki Kürtler, hem de siyasi tarihimiz üzerine oldukça dramatik etkiler yapan hadise üzerine Sultan Abdülhamit’in, aralarına husumet giren Üsküdar-Selimiye Kumandanı ve Yaver-i Hazret-i Şehriyari Ali Şamil Paşa ile İstanbul Valisi ve Şehremini Rıdvan Paşa’yı ayrı ayrı huzura çağırdığını yazar Ahmet Altan romanının o bölümünde. Sultan Abdülhamit, Kürdistan’da yeni bir isyana mahal vermemek için Kürt Ali Şamil Paşa’ya karşı hiddetini az biraz gizler, küskün durur, azarlayıcı bir sesle konuşur sadece.
İstanbul Şehremini Arnavut Rıdvan Paşa’yı ise sert bir dille azarlar, Ali Şamil Paşa’ya karşı sakladığı öfkesini Şehreminine göstermekten çekinmez.
*
Kasım 1905 yılında başlayan hadise 1906 yılının baharında İstanbul’u sarsacak büyük bir cinayete, ardından da üç bini aşkın insan hayatının sürgün ellerde sefalet içinde tükenmesine yol açan büyük bir faciaya dönüşür.
Yağmurlu bir kış günü, Mabeyn Mütercimi, Şurayı Devlet azası Bedirhaniler’den Abdürrezzak Bey’in gün geçtikçe şişmanlayan birinci karısı bir akraba ziyaretinden dönerken, arabasının tekeri, ana caddeden yüz metre içerde kalan köşkünün girişinde çamura saplanıp kırılır, eve kadar çamura bata çıka yürümek zorunda kalır kadın. Kadının üzerine o günlerde yeni bir kuma gelmiş, zaten öfkesi burnunda, kocası Abdürrezzak Bey gönlünü hoş tutmak için “merak etme, ben hal ederim” der. (Ahmet Altan’ınki romancı kurgusu tabi.)
O sırada Şişli Caddesi’ne parke döşeniyor, Abdürrezzak Bey, Şehremini Rıdvan Paşa’ya kahyasını gönderir, hazır elleri değmişken yüz metrelik kendi köşkünün yolunu da döşemelerini ister. Ancak iki paşanın arası eski bir kız isteme meselesi yüzünden açıktır, Rıdvan Paşa elde yeteri malzeme yok diyerek kahyayı geri gönderir.
Abdürrezzek Bey’in gururu kırılır, kahyasına, gidip Rıdvan Paşa’nın kahyası Ahmet Ağa’yı derdest edip getirmelerini, köşkün yolu yapılıncaya kadar da alıkoymalarını emreder.
Öyle yaparlar. Arnavut kahyasının Kürtler tarafından alıkonulduğunu duyan Rıdvan Paşa amelebaşını çağırır, yanına yüz adam alarak gidip Ahmet Ağa’yı kurtarmalarını emreder. Ameleler silahlanır, köşkün etrafını sararlar. Kısa bir süre sora Osmanlının payitahtının göbeğinde büyük bir silahlı çatışma başlar.
Çatışmada Abdürrezzak Bey’in oğlu aldığı bir kurşunla yere serilir. Oğlunun vurulduğunu duyan Abdürrezak Bey, “Salın Ahmet Ağa’yı, ben bunun hesabını o Rıdvan Paşa melununa daha sonra sorarım” der.
Abdürrezzak bey, (her ne kadar Ahmet Altan “kardeşi” dese de) amcası Ali Şamil Paşa’ya haber salarak, oğlunun Rıdvan Paşa’nın adamları tarafından öldürüldüğünü bildirir. (Oysa öldürülen bir oğul yoktur, Bedirhanilerden Bedirhan adında biri yaralanmıştır olayda o kadar, Ahmet Altan romancı gözüyle bakıyor meseleye.)
İşte bu olay üzerine Sultan Abdülhamit, Ali Şamil Paşa ile Rıdvan Paşa’yı huzura davet eder.
Ancak olaylar hiç de onun düşündüğü gibi gelişmez.
*
23 Mart 1906 Cuma günü Haydarpaşa’dan kalkan banliyö treni saat tam 18.10’da iki katlı Göztepe İstasyonu’nda durur. İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa, sırtında sırmalı redingotu, başında kırmızı fesi, göğsündeki nişanları, ayağında rugan ayakkabılarıyla gururla iner trenden. Otuz metre uzakta, şu anda kendi adını taşıyan sokağın başında onu eve götürecek arabası duruyor. Arabaya doğru birkaç adım atar ki, trenden inen kalabalığın içinden sıyrılan dört kişi çapraz ateşe tutarlar onu, iri bedenine sekiz kurşun isabet eder.
O dakikaya kadar tam tamına 15 sene, 5 ay, 19 gün İstanbul’a hizmet etmiş, Dersaâdet’in 29’ncu Belediye Başkanı ve Valisi, Sultan Abdülhamid Han’ın Şehremini, Rıdvan İsmail Paşa, çarşıda alışveriş yapan kadınların, sokakta oynayan çocukların, dükkanını bekleyen esnafın, trenden inip aceleyle evlerine varmak isteyen kalabalığın gözleri önünde on dakika içinde can verir.
Suikastçılar dört kişiydi. Abdullah oğlu Mehmet ile Esat oğlu Sadullah 22 yaşındaydılar, ikisi de Bitlisliydi. 33 yaşındaki Mehmed oğlu Ahmed Vanlıydı. 35 yaşındaki Tatar oğlu Abdullah olarak bilinen Emin ise Hakkariliydi.
Ortak noktaları dördünün de Kürt olmasıydı.
Namluları henüz soğumamış miri tabancalarını kuşaklarının arasına sokup büyük bir soğukkanlılıkla faytona atlayıp en yakın karakola giderler. Şehremini Rıdvan Paşa’yı bilerek ve tasarlayarak öldürdüklerini zapta geçirtip, yine aynı şekilde faytona atlayıp Selimiye Kışlası’nın yolunu tutarlar. Orada onları Abdürrezzak Bey’in amcası, Selimiye Kışlası Komutanı, Kadıköy Belediye Başkanı, 93 harbinde ayağından yaralandığı için “Topal Paşa” olarak ünlenen Cizre Beyi Mir Bedirhan’ın oğlu Ali Şamil Paşa bekliyor. Katiler o gece kışlada tutulurlar, ertesi gün Abdürrezzak Bey amcasına baskı yapınca serbest kalırlar.
Daha sonra katillere yakalanma kararı çıkar ve hadiseyle ilgili Abdürrezzak Bey sorgulanır ancak katilleri tanımadığını söyler. Fakat konağında yapılan aramada, suikastta kullanılan üç rovelver ile bir hançer yatak odasında ele geçirilir.
*
Sultan Abdülhamit çok hiddetlenir. Şehremini ona çok yakın bir yerde, uyarmasına rağmen herkesin gözü önünde Kürtler tarafından hunharca katledilmiştir.
Bu ne cüret! Derhal, İstanbul’da yaşayan Bedirhan ailesine yakın uzak ne kadar Kürt varsa alayını, en yakını Taif olmak üzere imparatorluk topraklarının en uzak yerlerine sürgün edilmeleri emrini verir.
Sürgüne 12 yaş üzeri bütün erkekler dahildir. O sırada İstanbul’da Bedirhan ailesinden 178 erkek yaşıyordu, bunlarla ilişkide olanların toplam sayısı ise 3 bini buluyordu.
Ali Şamil Paşa’ya da Trablusgarp yolu görünür.
*
Bedirhanilerin yolunu İstanbul’a düşüren Cizra Botan Bey’i Mir Bedirhandır. 1843’te Cizre’de büyük bir isyan kalkışır, 1847 Temmuz’unda Osmanlıya yenilir, teslim olur. Sultan Abdülmecit’in emriyle Cizre’de bulunan bütün Bedirhaniler İstanbul’a getirilecektir! Sahip oldukları her şeyi akrabalarına bırakarak, Bedirhan Bey ailesinden 49, akrabalarıyla birlikte 114 kişi 50 gün süren bir yolculuk sonucunda İstanbul’a getirilir. 22 Ekim 1847 günü Bedirhan Bey ve ailesi toplam 111 kişi Girit’e gönderilir. (Bunların arasında 21 hamal da vardı ki, onlar hiçbir zaman Girit’ten dönemedi.)
Sultan Abdülmecit ölüp yerine Abdülaziz tahta geçince 1863’ün ilk aylarında Bedirhan ailesi 16 yıldan sonra İstanbul’a taşınır.
Fatih’te bir konağa yerleşir aile. Bedirhan Bey’in 4’ü nikahlı, diğerleri cariye 14 eşi vardır. 1869’da Şam’da vefat ettiğinde 21’i kız, 21’i erkek olmak üzere toplam 42 çocuğu hayattaydı. Çocuklar İstanbul’da evlenirler, Padişah emriyle Bedirhan Bey’in bütün çocukları ve torunları Mektebi Sultani, yani Galatasaray Lisesi’nde okuma imtiyazına sahiptir.
O yüzden ailede yetişenlerin bir kısmı paşa, bir kısmı yüksek bürokrat, bir kısmı da doğrudan Saray’da görev alırlar.
*
Abdülhamit İstanbul’da yaşayan bütün Bedirhaniler’e sürgün fermanı çıkardığında, Galatasaray Lisesi’nde 14 Bedirhani erkek çocuk okuyordu. Bunlardan ikisi, biri daha sonra Kürt davasının en büyük bayraktarı, Kürtçeyi Latin alfabesiyle buluşturan Celadet Bedirhan ile diğeri daha sonra Paris Kürt Enstitüsü’nün kurucusu olacak hukukçu kardeşi Kamuran Ali Bedirhan’dır.
Kamuran Ali Bedirhan’ın çok az kişinin varlığından haberdar olduğu çocukluk yılları hatıratı yakın bir zamanda Avesta Yayınları arasından çıktı. O kitapta, sürgün kararının çıktığı gün mektepten Bedirhanili çocukların toplanmasından başlayıp sürgün yolculuğunun bütün aşamalarını anlatır.
Celadet ve Kamuran kardeşlerin babası Emin Ali Bedirhan o sırada Konya’da yüksek bir görevdedir. Bütün aileyi bir trene bindirip Konya’ya gönderirler. Onlar yoldayken babaları da Konya’da tutuklanmıştır. Kafileye babalarınıda ekleyerek Isparta’ya gönderirler. Isparta’da iki yıl kalırlar.
Oradan da İzmir’e götürürler. Birkaç gün kaldıktan sonra bir gemiye bindirilerek Beyrut’a doğru yola çıkarılırlar. Bir süre sonra da kalebentlik hayatını yaşayacakları Akka’ya götürülürler.
Babanın serveti bitmiş, yorgunluk baş göstermiş, kalede sefil bir hayata mahkum olmuşlardır.
Çocuklar, nihayet bir yıl sonra, 1907 yılında, bu kalede, buraya aileden birisinin Rıdvan Paşa’yı öldürdüğü için geldiklerini anlarlar.
Kamuran Bey hatıratında, Şişli’deki o çatışmada yaralanmak suretiyle bir Bedirhani’nin kanının akıtılmış olmasının büyük kabahat olduğunu yazar, bunun bir yaptırımı olmalı. Aile meclisi toplanır, çeşitli intikam biçimleri tartışılırken, Ali Şamil Paşa nispeten daha “yumuşak” bir öneri ortaya atar: İlk fırsatta herkesin içinde Şehremini Rıdvan Paşa’yı tokatlayacak, böylece onurunu kıracak, bu da onu yeterdir! Ancak bu öneri Abdürrezzak Bey’i tatmin etmez, evine baskın düzenlenmiştir, daha ağır bir ceza ister. Sonunda parayla tutulacak dört Kürt’ün paşanın icabına bakmasına karar verilir.
*
Kamuran Bey’e göre, “Bavé Kurda” (Kürtlerin Babası) olarak bilinen Sultan Abdülhamit, Bedirhaniler için başta ağır bir ceza taraftarı değildi. Ancak sadrazam ve diğer vezirler ona kendi emniyetinin de tehlikede olduğunu, başıboş bırakılırlarsa Bedirhanilerin bir gün kendisine de saldıracaklarını söylerler. Bunun üzerine Sultan bütün Bedirhanilerin tutuklanmasını emreder.
Başta Ali Şamil Paşa olmak üzere Bedirhan Bey’in bütün oğulları, dört tetikçiyle birlikte “Mekka” gemisiyle Trablus’a gönderilirler. Neredeyse Osmanlı bürokrasinin önemli bir kısmı tutuklanmıştır. Hatta aileye selam verenler bile sürgünden payını alır.
Rıdvan Paşa suikastının mahkemesi Trablus’ta görülür. Rıdvan Paşa’yı öldürme kararı Başkentin dışında yaşayan aile bireyleri haberdar olmadığı halde bütün aile suçlanır. Dört suikastçı ile dört Bedirhan’i idam cezasını alır, diğerlerine sürgün cezası uygun görülür.
*
Ali Şamil Paşa, Halide Edip Adıvar’ın üvey babasıdır. Halide Hanım’ın annesi Berfidem Hanım, Paşa’dan boşandıktan sonra babası Mehmet Edip Bey’le evlenmiş. Ali Şamil Paşa’nın Berfidem Hanım’dan Mahmure diye bir kızı var, annesi genç yaşında ölünce Halide’yi biraz da üvey ablası Mahmure büyütür.
Halide Edip “Mor Salkımlı Ev” kitabında o sürgün günlerini anlatırken, “...Ali Şamil Paşa’nın konağının yanında Mahmure Abla’nın oturduğu ev de abluka edilmişti. Kapısında daima bir polis bekliyor ve kimseyi içeri sokmuyordu,” diyor. Evi tren yoluna yakınmış, trenle oradan geçerken hep bakmışlar, görmek hiç nasip olmamış. Mahmure de hep geçen trenlere bakıyormuş belki onlardan birini görür diye ve bir gün Edip Bey’i görmüş trende, yasak kalktıktan sonra o anı şöyle anlatmış Halide bacısına:
“Bir gün babayı trende görünce polis yasağını unuttum, gözleri bizim pencerede ayakta duruyordu. Balkona koştum, ellerimi salladım. Birden bire ellerini yüzüne kapadı, ağlamaya başladı.”
23 Temmuz 1908’de ilan edilen meşrutiyetle birlikte idari olarak sürgüne gönderilenlerin tümü azat edilir.
Bedirhanilerin büyük bir kısmı şehirlerine, İstanbul’a geri döner. Kamuran ile Celadet kardeşler, eğitimlerine kaldıkları yerden “Vefa Lisesi”nde devam ederler. Bazıları da gittikleri yerden dönmezler. Onlardan birisi de Ali Şamil Paşa’dır, Trablusgarp’ta kalır, orada ölür.
*
Kütüphanemi düzenleme işi bittiğinde, Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi”sini, Mehmed Uzun’un “Kader Kuyusu”nu, Halide Edip Adıvar’ın “Mor Salkımlı Ev”ini, Ahmet Kardam’ın “Sürgün Yılları”nı ve Avesta Yayınları’nın “Kamuran Ali Bedirxan (1895-1978)”ini yan yana aynı rafa daha bir özenle dizdim.
Zira onlara bu yazıyı borçluydum.