Korona Günleri Defteri'nden-1
Korona illeti memleketimize gelmeye başladığı ilk günlerde gittiğim kırtasiyecide kırmızı kaplı bir defter aldıydım. Günü gününe günlük -Nurullah Ataç ısrarla “günce” dediği halde tutmadı günce- yazmadım deftere tabi. Ama defter o gün bugün hep yanımda, çalışma odamdan salona, oradan yatak odasına, mutfağa dolaştırıp duruyorum. Bir sürü şey not ediyorum. Daha çok okuduklarımdan aklımda kalanlar, bir alimin bir sözü, bir anekdot, bir fıkra, sevdiğim birkaç dize bilinen veya meçhul bir şairden... Hasıla aklıma gelen her şeyi...
Dün gece, herkes uykudayken pencereden geceye bakıyordum. Yanımda defterim. Sayfalarını karıştırmaya başladım, aldığım notlar ilginçti.
Bir kısmını sizinle paylaşmak geldi aklıma...
*
Televizyonda bir haber:
“Bir sürü evcil hayvan, şu korona günlerinde terk edildi, sokaklar başıboş, sahiplerini arayan hayvanlarla doldu.”
Haberi duyunca aklıma Svetlena Aleksiyeviç’in Çernobil felaketi sırasında terk edilen hayvanlarla ilgili yazdıkları geldi. İnsanlar, bir felaketle karşı karşıya kaldıklarında önce kendilerini kurtarıyorlar. Hayvanlarını geride bırakıyorlar. “Çernobil felaketi sırasında insan kendinden başka her şeye ihanet etti” diyor yazar. “Kendini kurtardı, geride kalan her şeyi doğayı, hayvanları yüzüstü bıraktı.”
*
Bazı kitaplar, yazarlarından daha ünlüdür. Mesela Cervantes “Don Kişot” kadar ünlü değil, “Savaş ve Barış” ise Tolstoy’dan daha ünlüdür. Bu ünlü kitapları çok azımız okumuşuzdur ama hemen hemen hepimiz o kitaplar hakkında en az beş cümle kurabiliriz. Bu konuda en güzel şakayı Woody Allen yapmış:
“Hızlı okuma yazma kursuna gidip ‘Savaş ve Barış’ı okudum, olay Rusya’da geçiyordu...” demiş.
*
Kimse kimsesiz değildir. Herkes bir anneden, bir babadan doğmadır. Kimsesizlik sonradan olma bir şeydir. Kimsesiz yoktur, kimsesiz bıraktırılmak vardır.
*
Walter Benjamin’e göre, “Yazarlar, yoksul olup kitaba parası yetmediğinden değil, bir kitapçıdan alabileceği ciltlerden tatmin olmadığı için kitap yazan kişilerdir.”
*
Ahmet Haşim, kendini çok çirkin bulan bir şairmiş. Bir gün aynanın karşısına geçmiş, çenesini çekiştirmiş “keşke şöyle olsa” demiş. Kulağını biraz düzeltmiş... “Kaşlarım gözümden biraz uzak olsa, ne olurdu” diye hayıflanmış.
Ve birden isyan etmiş, boğazını sıkarak bağırmaya başlamış:
“Kesip yenisini koymaktan başka çare yok!”
*
Aztek rahipleri haftada bir insan öldürüyor, taştan bıçaklarla insanların kalplerini çıkartıyor, sonra da bu kalpleri Güneş tanrısı Hvitzilopochtl’ye sunuyorlardı.
Böylece dünyanın yok olmasının önüne geçtiklerini sanıyorlardı.
Tanrıların bu korkunç adağı talep ettiğine inanıyorlardı çünkü.
Aradan yüzyıllar geçti. Peru’nun başına “Aydınlık Yol” adında Maocu terörist bir örgüt musallat oldu. Ülkeye giren her turisti öldürmeye başladılar 80’li yıllarda, kendileriyle hareket etmeyenleri hakeza... Gerilla savaşına katılıp bu kanlı maceraya atılmayanların tümü onların gözünde “haindi.” Korucu köylerini basıyor, oğullarının gözü önünde babalarını öldürüyor, kanını bir kovaya dolduruyor, oğulun eline bir fırça verip, o kanla evinin duvarına “Babam bir haindi” sloganını yazdırıyorlardı.
2010’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Perulu yazar Maria Vargas Llosa, bu kanlı geleneğin Aztek rahiplerden miras kaldığını anlatır “Ant Dağlarında Terör” romanında.
Peru nere, bizim buralar nere?
*
Yine Walter Benjamin der ki:
“Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.”
Ona göre bir entelektüelin en önemli görevi şiddetin eleştirisini yapmaktır. Çünkü şiddet, “kesin tanımlara direnen bir sorundur.”
*
Bir gün Hz. İsa’yı kaçarken görmüşler. Havarilerden biri yaklaşmış, “Ey Mesih bir aslandan mı kaçıyorsun,” diye sormuş. “Yok” demiş İsa, “bir ahmak bir şeyler sordu, ondan kaçıyorum,” demiş.
(Mektepten arkadaşım Bayram’a sevgilerimle!)
*
Murat Belge, Türkiye’de Modern Şiir kitabında arkadaşı Can Yücel’i anlatırken, o dönem birçok arkadaşının şairin “komünistliğiyle” dalga geçtiğini söyler, “Ne komünistliği lan, sen Bakan oğlusun” diyorlarmış Can Yücel’e.
Sanki hepsinin babalarına bakanlık vermişlerdi de onlar ret etmiş gibi!
*
Kimin sözü olduğunu yazmamışım, sanırım Hasan Ali Yücel söylemiş olmalı:
“Siyaset adımı bir sonraki seçimi, devlet adamı bir sonraki nesilleri düşünür.”
*
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eşi Leman Hanım, 1934 yılında kendisiyle röportaj yapmaya gelen Adile Ayda adlı bir gazeteciye şunları söyler:
“Kızım sakın bir romancıyla evlenme. Çünkü onlar bütün inceliklerini, bütün zarafetlerini okuyucularına harcayıp bitiriyorlar, yakınlarına bir şey kalmıyor. Kendilerini eserlerine içine döküp adeta boşalıyorlar.”
*
Oğuz Atay “Tehlikeli Oyunlar”da şunları söyler:
“Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca biraz isteksiz de olsak hepimiz sahnenin bir yerinde bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız.”
*
Korona belasına çatmasaydık belki de, muhteşem denemelerin yazarı Nurdan Gürbilek’in son kitabı “İkinci Hayat”ı çoktan okumuş olacaktım. Kitabın “sunuş” bölümünü bir internet sitesinde buldum, bir yerinde şunları söylüyor müptelası olduğum Nurdan Gürbilek:
“Yazarlar bir yeri anlatmakla kalmaz, daima yeniden yaratırlar. ‘Vatan’ Namık Kemal’in gölgesiyse, ‘ülke’ Cemil Meriç’in, ‘topraklar’ Orhan Kemal’in, ‘memleket’ Nazım Hikmet’in, ‘coğrafya’ Tanpınar’ındır.”
*
Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk emriyle yurt dışında okuyup gelsinler de memlekete faydalı olsunlar diye gönderilen ilk öğrenci kafilesinde Necip Fazıl, Cemil Sena, Suat Hayri Ürgüplü, Vildan Aşir ve Burhan Ümit var. Yolculuk Marsilya vapuruyla yapılıyor. Necip Fazıl dışındakilerin anneleri yolda yesinler diye “azık” hazırlayıp vermişler çocuklarına, gemide yemek verildiğini bilmiyorlar. Necip Fazıl nasıl alay eder onlarla, o kuru köfteleri, çörekleri, börekleri gece yarısı vapurun penceresinden denize atmışlar.
*
Rasim Özdenören’in bir sözü:
“Kimse olduğu gibi görmek istemez seni, herkes kendi icat ettiği gibi bakar sana.”
*
İttihatçılar tarafından 1910 yılında henüz 26 yaşındayken öldürülen gazeteci Ahmet Samim ölümünden kısa bir süre önce, 10 Şubat 1910’da çalıştığı gazete “Saday-ı Millet”te şunları yazar:
“Bizde garip bir halet-i ruhiye var. Matbuat Osmanlılığın faziletinden, şevketinden, şan ve kudretinden bahsettikçe vazifesini ifa etmiş oluyor, bunun haricine çıkıp da şu şu kusurlardan, filan ve falan şeydeki zaaf ve acizden bahsetti mi, o zaman fena bir hattı hareket takip etmiş oluyor, garazkar oluyor. Hatta bazı garip düşünenler görülüyor ki garazkarlığı kafi görmeyerek sizi ihanetle, hain bir maksada hizmetle ithama kadar varıyorlar.
Gazeteler hükümetin zaafını da gösterir, safvetini, şevketini de... Zannedersek vazifesini de her hususta bunu icap ettirir. Bu noktayı anlamak, takdir etmek lazımdır.”
Bu yazıdan kısa bir süre sonra öldürüldü.
*
Her ölüm, ölenle birlikte bir şeyler alıp götürüyor. Her ölüm, ölenden geriye bir şeyler bırakıyor.
*
“Salah Bey Tarihi”nde (Sel Yayıncılık) Salah Birsel bir de şunu söylüyor:
“Yahya Kemal, ‘2. Mahmut medreseyle anlaşıp yeniçeriliği kaldırmış, keşke yeniçerilerle anlaşıp medreseyi kaldırsaydı,’ demiş.”
*
Nedense Nuri Bilge Ceylan ile Oğuz Atay akrabaymışlar gibi geliyor bana. Aynı kafa, aynı düşünüş tarzı.. Birisi fikrini müthiş bir ironi, öteki büyük bir bilgelikle ifade eder.
Vaktiyle Nuri Bilge Ceylan’la yapılmış bir söyleşiden not etmişim defterime.
Nuri Bilge küçükken “r” harfini söyleyemediğinden, ilk okulda sadece “Bilge” adını kullanıyor. Öğretmeni de, “bu ne biçim isim, kız adı bu” diye dalga geçiyor onunla.
Hilmi Yavuz “Ceviz Sandığındaki Anılar”da şair Özdemir Asaf’ın da “r” harfini söyleyemediğini, onları “yumuşak g” gibi telaffuz ettiğini söyler ve bir şiir matinesine çıkan şairin kalabalığa bir anısını şöyle anlattığını nakleder:
“Lisede edebiyat hocamız İsmail Habib Şevük’tü. Sınıfta heğkese şiiğ okutuğ, sığa bana gelince, atlayıp yanımdakine geçeğdi. Biğ-iki, bu hep böyle süğegidiyoğ. Biğ gün değste pağmak kaldığdım ve ‘Hocam’ dedim, ‘sınıfta heğkese şiiğ okutuyoğsunuz. Bana okutmuyoğsunuz. Niçin okutmuyoğsunuz?’ İsmail Habib Hoca, bu soğuma şu cevabı veğdi: ‘Oğlum, sen şiiğ okumuyoğsun. Şiirin canına okuyoğsun...”
Nuri Bilge Ceylan’ın şu saptamasını da not etmişim defterime:
“Türk aydını başkaları hakkında epey gelişmiş sezgileri ve bilgileri olmasına rağmen kendini tanıma konusunda şaşırtıcı derecede kara cahildir. (...) Kendini korumak için harcanan enerjinin yarısını kendini tanımak ve gerektiğinde yüzleşmek için harcasa aslında çok daha büyük yüklerden kurtulacak.”
Hilmi Yavuz’un sözünü ettiği şiir matinesinde Özdemir Asaf, 1950’lerde edebiyat severlerin dilinden düşürmediği ünlü şiiri “Lavinia”nın “canına okumuştu.”
O şiir şöyle:
Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun, ceketimi al
Günün en güzel saatleri bunlar
Yanımda kal
Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
Yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim
İncinirsin
Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme, Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia...
*
“Rize’ye çay ektiren, Anamur’a muz ektiren İsmet İnönü’dür. Bu ikisi de şapka devriminden daha mühim devrimlerdir.”
Kimin söylediğini yazmamışım defterime...