Ali Kemal ile Sakallı Nurettin!
Dışarıda rüzgarlı, ılık bir ilkbahar gecesi... Balkon kapısını açtım, soğuk bir şimal yeli yaladı yüzümü. Üstüm incecikti. Balkonda fazla durmadım, döndüm içeri.
Oturduğum yerde, sehpanın üstüne kaldığım yeri ters çevirerek bırakmıştım Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı.
Uzun; bir dervişin çileli yolu kadar çok uzun bir türküye, bir şarkıya benzer Nazım’ın destanı. Bin bir gece süren cinsinden... Makamdan makama atlıyor. Oynak bir İstanbul havasıyla, “Haydarpaşa garında/1941 baharında/saat on beş”te başlıyor davul zurnayla, dalıyor Anadolu’ya sürat katarı, sonra bozlak oluyor, ardından hoyrat, sonra hüzzam bir şarkı giriyor araya, sonra bir zeybek havası, ardından geliyor horon, sonra semaha, segaha geçiyor ve işte Kürdilihicazkar ve nihayet Nihavent...
Nedense çok uzun bir süreden beri gecenin bu saatlerinde okuyorum destanı. Her gece kırk elli sayfa, oku oku bitmez. Dünya edebiyatında bir başka örneği yoktur; edebiyatın, hatta sanatın bütün türlerini getirip bir destanın içinde eritmiş koca şair. Şiirdir, ama aynı zamanda bir romandır; bir senaryodur henüz filme çekilmemiş ama aynı zamanda geniş bir resimdir; bir senfonidir ama aynı zamanda bir hikayedir; bir piyestir Anadolu denilen sahneye serilmiş ama aynı zamanda bir bale gibidir.
Kocaman bir gözdür şairin kalemi. Destanı okumuyor, o sürat katarında siz de uzun bir yolculuğa çıkıyorsunuz.
Gecenin en sır saklar zamanlarında, herkes uykudayken, oturduğun yerde, adama zil takıp oynatacak kadar kıvrak, kanat takıp uçuracak kadar coşkulu bir dille muhteşem bir seyahate çıkmak... kim istemez ki?
İzmit yakınlarından geçerken;
“Kartallı Kazım
köprünün orda bir ağacı gösterdi Tatar yüzlü adama:
“- Şu köprünün dibindeki ağaç yok mu?
Art ayakları üstüne kalkmış
hayvana benzeyen ağaç?
Şu, soldaki,
koskocaman.
Bak.
Dalları köprüyü aşan.
O dallara astılar ölüsünü Ali Kemal’in,”dizlerini okuyunca zınk diye durdum.
*
Ali Kemal adını ne çok duymuşum bu yaşıma kadar. Şimdi nasyonal sosyalist bir gazetede bir araya gelmiş köşe yazarlarından daha çok.
“Artin Kemal” diyorlar, tarihin gördüğü en büyük hainmiş... Satılık bir kalemmiş, ruhunu İngilizlere satmış... Mustafa Kemal’e hakaretlerini kimse sayamaz, hain padişahın hasuşağıymış!
O yüzden sözünü ettiğim yazarlar fikirlerini beğenmedikleri, kendileri gibi düşünmeyenlere kolayca “basınımızdaki Ali Kemaller” yaftasını yapıştırıyor, böylece onlara “hain” demeden “hain” demiş oluyorlardı.
Demek ki bu “vatan haini” işlerinde, linç edildiği 6 Kasım 1922’den beri Ali Kemal ismi araç olarak kullanılıyor.
Ali Kemal, özellikle Kemalistlerin nefret ettiği bir isimdir ancak gelin görün ki onu linç ettiren Sakallı Nurettin Paşa’dan da nefret eder aynı zevat. Atatürk Nutuk’ta Sakallı Nurettin için demediğini bırakmaz, ama Ali Kemal’le ilgili yazı yazan herkes sanki linç edilmesinden Atatürk pek memnun kalmış gibi anlatır hikayeyi.
Hazin bir hikayedir onunkisi!
*
Refik Halit Karay’ın, “Mütareke Devri’nin özel tarihçesi” olarak da okunabilen, o yıllara güçlü bir ışık tutan hatıratı “Minelbab İlelmihrab”ı bir hazinedir; nasıl muzip, nasıl şakacı bir üslubu var, nasıl şeker, nasıl limonata kıvamında bir anlatımı var, şaşar kalırsınız. Kitabı okurken o devrin şahsiyetleri, Nazım’ın destanındakiler gibi olmasa da bütün vasıflarıyla gözünüzün önünde arzı endam eder.
Bunlardan birisi de Ali Kemal’dir.
*
Ali Kemal, Abdülhamit devrinde 1895’te Paris’e kaçtı, orada hem gazetecilik yaptı, hem de Siyasal Bilgiler okudu. Bir ara Jöntürklerle hareket etti, sonra ayrıldı onlardan. Bir iki yerde valilik yaptıktan sonra 1908’de İstanbul’a döndü. Hem “İkdam” gazetesinde başyazarlık, hem de Mekteb-i Mülkiye’de hocalık yaptı. Bu dönemde “Peyam” gazetesini kurdu, sonra onu “Sabah”la birleştirerek “Peyam-ı Sabah” yaptı.
İflah olmaz bir İttihatçı karşıtıydı, keskin kalemi gemi azıya alıyor, her kötülüğün altında İttihatçıları arıyor, her fitneyi onlardan biliyordu.
1919’da fitili ateşlenen Anadolu hareketine de bu gözle baktı. Onu da “İttihatçıların yeni bir teşebbüsü” olarak gördü, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına şiddetle karşı çıktı. Hatta yazılarında Mustafa Kemal’e “eşkıya”, “haydut” bile dedi. Nazım destanında diyor ki; “Kan damlardı kaleminden, fakat murdar, fakat pis bir kan.”
(Gerçi arkadaşı Refik Halit de İstanbul meclisine Anadolu’yu temsilen gelenleri “Sivas kuzuları” ve “Ankara keçileri” diye aşağıladı, Telgraf Umum Müdürü olarak Mustafa Kemal’in muhaberesini kesti ama aradan yıllar geçtikten sonra 150’likler listesinde yer aldığı halde Mustafa Kemal’in girişimiyle sürgünden memlekete dönerek coşkulu bir yeni rejim taraftarı olarak hayatını sürdürdü, yakalansaydı belki o da linç edilirdi.)
*
Refik Halit Karay ile Ali Kemal’in yolu İttihatçıların gidişinden sonra Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin kurulması sürecinde kesişti. İkisi de “Hürriyet ve İtilaf Partisi”ne mensuptu, ikisi de gazeteciydi.
*
Türklerin en sevdiği işlerden birisi de hükümet kurmaktır. Hatta genellikle hükümetleri başkaları kurar, bakan olacaklar işin dışında tutulur, daha sonra haberdar olur bakan olacak olanlar.
Refik Halit o sarhoşluk veren işe dair şunları söyler:
“Son günlerde kabine listesini tanzim ile meşguldük; bu çok tatlı bir meşguliyettir, saatlerce uzasa keyfi azalmaz, lezzeti eksilmez, bilakis hoş bir sarhoşluk vererek insanı sardıkça sarar, açlığını unutturur, acısını dindirir, gamını dağıtır, iksir yerine geçer!”
Bu toplantıda Ali Kemal’in şansına Hariciye Nazırlığı düşer.
*
Hükümetler kurulurken bakan olduğundan habersiz bir bakana müjdeyi vermek de en az hükümet kurmak kadar zevkli bir iş olsa gerek.
Akşam üzeri toplantı bitince Refik Halit gazetede bulunan Ali Kemal’in odasına girer. Makalesini yazmakla meşguldür Ali Kemal, arkadaşını görünce dokunaklı bir çehreyle, “Mirim, bu her gün makale yazmak çekilir bela değil,” der. “Eh,” der Refik Halit gülerek, “Allah’a dua et artık kurtuldun... Zira nazır oldun, yarın hükümete geliyorsunuz!” cevabını verir.
Ali Kemal şaka zanneder. Arkadaşı temin eder onu, o sırada aynı haber bir telefonla da gelir. Ancak, Hariciye Nazırlığını da Damat Ferit Paşa üzerine alınca Ali Kemal’in payına Maarif Vekaleti düşer.
Ali Kemal kabineye, Refik Halit Karay onun yerine “Peyam-ı Sabah”ın baş muharrirliğin egeçer.
İttihatçılar gider, İtilafçılar gelir!
Birinci Damat Ferit Paşa Hükümeti 4 Mart 1919’da göreve başlar.
*
Ali Kemal, 2. Damat Ferit Paşa Hükümeti’nde bu kez daha mühim bir bakanlığa, “Dahiliye”nin başına geçer. Tez canlıdır, acelecidir, kibirlidir. Refik Halit’e göre “ne sual, ne istişare, ne telefon, ne ihbar, hülasa Dahiliye Nazırının sık sık maruz kalacağı can sıkıcı işlerin hiçbirine tahammül etmez; fena halde kızar.”
Dahiliyedeki bütün süresini hiddetle geçirir.
Bütün tahammülünü kaybeder. İşlerden bunaldıkça, Paris’teki sürgün yıllarını beraber geçirdiği arkadaşı Yahya Kemal’le olan sohbetleri özlediğini söyler.
*
İngilizlerin, aralarında Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, Ahmet Ağaoğlu, Süleyman Nazif, Yunus Nadi gibi mühim şahsiyetlerin yer aldığı 145 Türk devlet adamı, asker, idareci ve aydından oluşan “Malta Sürgünlerini” adaya göndermesiAli Kemal’in Dahiliye nazırlığı zamanına tesadüf eder.
Acaba İngiliz polisi, bu işi yaparken hükümete haber vermiş miydi? Ertesi gün Refik Halit arkadaşı Ali Kemal’e sorar, Ali Kemal şu cevabı verir:
“Mirim ne yapalım, çirkin bir şey ama... oldu. Herifler hükümete haber vermeden gidip hepsini alıvermişler. Ben de dertlerinden kurtuldum, ne mahkum edebiliyordum, ne de tahliye... Başımda bir bela idiler.”
Ali Kemal Dahiliye Nazırıyken, Refik Halit de Posta-Telgraf Umum Müdürüdür. Meclis-i Vükela kararıyla, Anadolu’da bir direniş örgütlemekte olan Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa görevinden azledilince, Ali Kemal büyük bir sevinçle Refik Halit’i yanına çağırır ve bu kararın derhal bütün merkezlere bildirilmesini emreder.
*
Hikayeye Sakallı Nurettin’in dahil olması 3. Damat Ferit Paşa Hükümeti dönemine rastlar.
Mustafa Kemal Nutuk’un bendeki nüshasının 538. sayfasında, “Nurettin Paşa’nın İstanbul’da İngiliz ve Damat Ferit Paşa kabinesiyle anlaştığını, TBMM ve onun hükümetinden habersiz olarak kendilerini İstanbul ile anlaştırmaya çalıştığını” söyler.
Bu hadisenin teferruatı Nutuk’ta olduğu gibi, Refik Halit’in kitabında da var. Damat Ferit, Refik Halit’i çağırır, bir devlet sırrını vereceğini, bunu kimseyle paylaşmamasını ister. Kendi deyimiyle bir “Jeneral’in Anadolu’dakilerle muhabere edeceğini, bu işi çok gizli yapmalarını, konuşulan her şeyi de kendisine getirmesini” ister.
Peki bu işe İngilizler ne der?
Damat Ferit bunu da hal edeceğini söyler.
Refik Halit, Sadrazam’ın bahsettiği “Jeneral”le Harbiye nezaretinde bir odada karşılaşır. “Temiz şık giyinmiş, kısa boylu, sakallı, kalıplı fesli ve sivil bir zat”tır.
Sadrazam’ın “Jeneral”i, daha sonra İzmit’te askerlere Ali Kemal’i linç ettiren, ardından da Koçgiri’de binlerce sivil insanı katleden Sakallı Nurettin Paşa’dır.
Nezarette Mustafa Kemal’le konuşmak kolay değil, beraber postaneye giderler. Orada özel bir odada İngilizlerden gelecek haberi beklerler. Akşama kadar Damat Ferit haber vermez. Ancak ertesi gün haber gelir, muhabere sırasında Sakallı Nurettin’e bir de İngiliz subayı eşlik edecek!
Nurettin Paşa Mustafa Kemal’i “emelinden” vazgeçirtip İstanbul hükümetiyle anlaştıracak!
Refik Halit, Sakallı Nurettin’inle İngiliz subayını makine başında yalnız bırakır, çeker gider. Akşama doğru ona haber verirler.
“Nurettin Paşa, Arapça bir dua ile telgrafına başlamış, Beynelmüslimin kan dökülmesine meydan verilmemesi için Ankara’yı ikaz ve sevap yoluna davet eylemiş.”
“Jeneral”in üç gün süren çabaları sonuç vermeyince Damat Ferit ondan ümidi keser.
Sakallı Nurettin de Anadolu’ya iltihak eder.
*
19 Ekim 1922’de Refet Paşa, TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvetle Gülnihal vapuru ile Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a girer.
İngilizlerle işbirliği yapan İtilafçılar kaçacak yer arar. Koca İstanbul hepsi için küçücük bir köy olur.
Ali Kemal, 6 Kasım 1922 günü Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan Oteli’ndeki berber koltuğuna oturmuş tıraş oluyor. Aniden içeri dalan Teşkilatı Mahsusa mensupları yaka paça yakalarlar, Ankara’da İstiklal Mahkemesi üyeleri onu bekliyor. Önce Samatya’ya götürürler, orada kendilerini bekleyen bir bota bindirilir, aynı gün İzmit’e götürür, 1. Ordu komutanı olan ve İzmit’te ikamet eden, yine Atatürk’ün deyimiyle “zaferden pay almaya en az hakkı olanlardan birisi” olarak nitelendirdiği Sakallı Nurettin Paşa’ya teslim ederler.
Herkes halkın Ali Kemal’i linç ettiğini sandı. Ta ki Emekli Kurmay Albay Rahmi Apak’ın, “Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları” (TDK Yayınları, 1988) kitabı yayınlanana kadar:
O dönem Haberalma Şubesi Başkanı olan Rahmi Bey, ifadesini aldırdıktan sonra Ali Kemal'i Nurettin Paşa'nın odasına çıkardığını, ardından Nurettin Paşa’nın, Rahmi Bey'i çağırıp ‘Sokaktan birkaç yüz kişi topla. Kapıdan çıkarken Ali Kemal'i linç etsinler’ dediğini yazdı. Demek ki cinayet, rastgele bir güruhun galeyanı sonucu değil, taammüden işlendi.
Ali Kemal'i kapıdan çıkarıyorlar. Dışarıda eli taşlı, bıçaklı bir kalabalık bekliyor onu.
Sonrasını Şair Nazım Hikmet’ten dinleyelim:
*
“Attı bir adım.
Etrafını subaylarla polisler almış.
Kireç gibi yüzü
Sarışın.
Birden ahali başladı bağırmaya:
‘Kahrol Artin Kemal...’
Durdu.
Döndü.
Arkasına baktı
konağın kapısından tarafa,
belki de geri dönüp içeri girmek için.
Fakat yüzüne karşı kapıyı ağır ağır kapadılar.
Yürüdü sallanarak on adım kadar
Ahali durmadan bağırıyor
Bir taş geldi arkadan
başına çarptı.
Bir taş daha
bu sefer yüzüne.
Kırıldı gözlükleri,
bıyıklarına doğru kanın aktığını gördüm.
Birisi ‘vurun’ diye haykırdı.
Taş
odun
çürük sebze yağıyor.
Muhafızları bıraktı Ali Kemal’i.
Ahali kara bulut gibi çullandı üzerine
alaşağı ettiler.
Orda yerde yaptılar ne yaptılarsa.
Sonra açıldı bir parça ortalık.
Baktım ki yatıyor yüzükoyun.
Ayağında bir donu kalmış
kısa bir don.
Çıplak eti pelte gibi tombul, beyaz.
Bana hala nefes alıyor gibi geldi.
Bir ip bağladılar sol ayağına.
Hiç unutmam
sol ayağında kundura, çorap falan yoktu
fakat sol bacağında çorap bağı kalmış.
Başladılar ölüyü bacağından sürümeye.
Yokuş aşağı, başı taşlara çarpıp gidiyor.
Millet peşinde.
Bir aralık ipi koptu.
Bağlandı yenisi.
İbret alınacak hal.
(...)
Böyle dolaştı İzmit şehrini Ali Kemal.
Sonra
dedim ya
astılar şu köprünün üstündeki dallara ölüsünü.
Sonra ölüyü indirdiler
fakat gömleği mi, donumu mu ne
iç çamaşırından bir şey
öteki dalda bir iki ay sallanıp durdu.
(Saatini ve çorabını müzayedeyle satışa çıkardılar, “tek çorabına hatıra diye beş lira veren oldu” diye yazar Nazım ve şöyle devam eder:)
İyi etmemişler.
Zaten İzmitlilerin işi de doğru değil.
Herifin suç vardıysa
devlet verir cezasını
hükümet asar.
Herifi parçalamak
devlete karşı koymak demek.”
Sonra da Ali Kemal’in cesedini, Lozan Konferansı'na giderken trenle İzmit'ten geçecek olan İsmet Paşa görsün diye istasyonda bir sehpaya asarlar.
*
Ali Kemal’in ölümünden sonra ailesi sürgüne gönderildi. Oğlu Zeki Kuneralp İsviçre’de okudu, daha sonra İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, özel izinle aile memlekete döndü. Zeki Bey diplomat oldu, bir çok ülkede büyükelçi olarak Türkiye’yi temsil etti. 60’lı yılların sonunda bir süre de Dışişleri Müsteşarlığı yaptı. 1978’de Madrid’de ASALA’nın saldırısına uğradı, eşi öldürüldü. Oğlu Selim Kuneralp da babasının izinden gitti, diplomat oldu. İsveç ve Kore’de büyükelçilik yaptı.
Ali Kemal’in İngiliz bir kadından olma torunu Stanley Johnson, şu andaki Britanya Başbakanı olan Boris Johnson’un babasıdır.
*
Atatürk’ün, “Kendisine kurtarıcı, galip, fatih, gazi unvanlarıyla hatırlatarak tıfılca bir sevdaya kapılmıştır” dediği Nurettin Paşa’ya gelince... Atatürk’le yıldızları hiç barışmadı. Muhafazakarlara göre Atatürk ona büyük bir haksızlık yapmış, unutturmaya çalışmış oysa o her şeyden önce Kut’ül Amare kahramanıydı. Yeni rejimle anlaşamadı. Ancak Koçgiri’de yaptıklarının bayrağını damadı Abdullah Alpdoğan Paşa’ya devretti. O da Dersim’i dümdüz etti. 12 Eylül paşalarının yaptığı 6 Kasım 1981 tarihli “Devlet Mezarlığına Gömülecek Kişiler” listesinde İnönü ve Çakmak’tan sonra, Atatürk’ün Nutuk’ta yerin dibine batırdığı Sakallı Nurettin üçüncü sırada yer aldı.
*
Nutuk’ta “kurtuluşa kadar” hemen hemen her hadiseye günü gününe değinen Mustafa Kemal, 30’a yakın sayfa boyunca “Sakallı”yı yerden yere vurduğu halde, nedense Ali Kemal’in linç edilmesinden hiç bahsetmedi.
*
Yazıyı bitirdim, “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı açtım, dışarıda gecenin sessizliği hüküm sürüyordu. Kaldığım yerden Dördüncü Kitap’ın Birinci Bölümünden okumaya devam ettim.
“Günlerden pazardı...”