İki Kemal!
Pazar günü, Ali Kemal'in Sakallı Nurettin'in emriyle linç edilmesini Nazım Hikmet'in şiirinden yola çıkarak anlatmıştım. Bugün ise aynı hadiseyi, başka bir şairin, Yahya Kemal'in gözüyle anlatmak istiyorum.
*
Ben, edebiyata konu olmuş bazı siyasi hadiselerin oluş biçimlerini didiklemeyi seviyorum burada yazdığım yazılarda. Böylece hem o olayla ilgili yeni malumatlar ediniyor, hem de onu edebiyatlaştırmış olan yazarın yerine geçerek, o yazarın o hadiseyi yazma sürecini hayal edip yazarlık denen büyülü faaliyetin nelere muktedir olduğunu görüp biraz da eğleniyorum.
Gerçi bu hadiselerin hiç birisinin öyle eğlenceli tarafları olmadığı aşikar ama tarih bu, tutanın elinde kalan bir şey...
Kaç tarihçi varsa, o kadar da tarih vardır zaten.
Bu büyük hadiselerin içinde kenarda kalıp onu seyredenlerin halini merak ediyorum daha çok mesela...
Bu aralar yakın tarihe dair neye elimi atsam, bir biçimiyle gelip Yahya Kemal’e değiyor ister istemez.
Ne ilginç, nasıl nevi şahsına münhasır bir şahsiyet, temas etmediği kimse yok kendi devrinde!
Bütün o büyük çalkantıların içinde hep kenarda durmayı becermiş ama.
Başı hiç büyük belaya girmemiş.
İhtiyatlı adam Yahya Kemal vesselam!
*
Refik Halit’ten öğrendiğime göre Yahya Kemal ile Ali Kemal iki sıkı dosttular. Dostlukları Paris’e dayanıyor. Batıda oturup Doğu’ya bakmışlar, bakmışlar da kederlere gark olmuşlar. Orası Yahya Kemal için bir “mektep” olmuş, Ali Kemal içinse “ne içinde, ne de dışında” kaldığı bir çember galiba, meseleyi Yahya Kemal gibi derinlemesine kavrayamamış.
Yahya Kemal “Siyasi ve Edebi Portreler” kitabında yakın arkadaşı Ali Kemal’i şöyle anlatır:
“Ali Kemal'in Avrupalıyı andıran üç tarafı vardı: Bünyesi, şehveti ve münakaşa gazeteciliği. Bu üç taraftan maada Ali Kemal, tam bir Şarklıydı. O kadar Şarklıydı ki, Avrupa’nın ilmini, felsefesini, şiirini, sanatını bir türlü anlamamıştı. Fransızcayı bile iyi bilmez, güç ve kötü söyler, hele pek acemice yazardı. İlk karısı İngiliz olduğu halde ve İngilizliğe pek meyletmişken, İngilizceyi öğrenememişti. En iyi ve kuvvetli bildiği şey konuştuğumuz ve yazdığımız Türkçe idi. Konuştuğumuz ve yazdığımız Türkçeyi sarf ü nahiv’de emsalsiz bir istîdad ve mümâreseyle bilirdi, ömrünün son senelerinde Türkçe bir lügat yazıyordu.”
Yakın arkadaşlarından Refik Halit ise Ali Kemal’in yazı dilini “ne eski edebiyata, ne yenisine, ne halkın kullandığı şive ve lisana uymadığı” için hiç beğenmez. Üslubunu “çirkin” olarak nitelendirir hatta, “makaleleri Frenklerin güya şarkkari döşenmiş odaları ve şarklıların sanki Frengane süslenmiş salonları kadar acayibime gidiyordu. Lisanını çoğumuzdan iyi bilen bu muharrir, niçin doğru dürüst yazmak istemiyor diye daima şaşırıyordum,” der.
İttihatçılar Refik Halit’e Çorum’a sürgüne gönderdiklerinde Ali Kemal Cemal Paşa’ya dayanarak “Peyam” Gazetesini yayınlıyor. Yani aslında ömrünün son yıllarında bir vebalıdan kaçar gibi kaçtığı, babasını öldürmüşler gibi düşmanlık beslediği İttihatçılara başlangıçta o kadar da düşman değildir. Gazetesini çıkarırken Cemal Paşa’dan destek görmesi bunun kanıtı... Yahya Kemal ile Yakup Kadri de bu gazetenin yazarları arasındadır. Refik Halit’e göre bir gün Ali Kemal başmakalesinde onları metheder, ertesi gün onlar köşelerinde Ali Kemal’in meziyetlerinden dem vururlar.
Anlayacağınız iki Kemal, günün moda tabiriyle iki kankadır!
*
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” kitabında anlatıyor:
1917’nin sıcak bir yaz günü Falih Rıfkı ile Yahya Kemal sıcaktan mayışmış bir halde can sıkıntısına bir meşguliyet arıyorlar.
Yahya Kemal arkadaşına;
“Ali Kemal’i tanır mısın?” diye sorar.
“Hayır” cevabını alınca;
“Gel gidelim, tuhaf bir adamdır,” der.
Kalkarlar, Cihangir mi, Fındıklı mı, o civarlarda kısa bir yokuşu tırmanırlar, ahşap bir evin ikinci katına çıkarlar. Ali Kemal’in refikası kapıyı açar, içerde patiska entarisi, yalın ayak ve terlikle karşılar onları Ali Kemal.
Yahya Kemal, Falih Rıfkı’yı tanıştırır.
Hoş beşten sonra çaylar gelir, muhabbet koyulaşır, Rusya’da devrim olmuş, dünya çalkalanıyor...
Yahya Kemal, “Biz harbe girdiğimiz için Rusya yıkıldı, hiç olmazsa o beladan kurtulduk,” deyince, Ali Kemal bir kahkaha atar, hemen bir fıkra anlatır onlara:
“Berlin elçimizi bir hususi ava davet etmişler. Ormanda onu da bir kayabaşına yatırmışlar. Kendi avlayacağı ayının hangi taraftan geleceğini de göstermişler. Elçi sapsarı kesilmiş. Gözünü yola dikmiş. Hem bekler, hem de avın yolunu şaşırıp bir başka yana gitmesine dua edermiş. Derken koskoca bir ayı homurdanarak çıkagelmez mi? Bizim elçi sendelemiş, kayadan yuvarlanıp düşmüş. Fakat tesadüfe bakınız ki elindeki tüfek taşa çarparak ateş almış ve ayıyı tam alnından vurmuş. Herkes şaşkın şaşkın üstünü başını temizlemeye uğraşan elçimizin yanına gelmişler, nişancılığını tebrik etmişler. Bizim de Rusya’yı yıkışımızın hikayesi böyleydi.”
Fıkrayı bitiren Ali Kemal, misafirlerinin yüzüne bakarak gürültülü bir kahkaha eşliğinde, “O da mahvoldu, fakat ben dahi elden gittim,” mısraını okur.
*
Mustafa Kemal muzaffer olunca Yahya Kemal’in birçok arkadaşı İngilizlere güvenerek İstanbul’da kaldı, o öyle davranmadı, 1922 yılında Ankara’ya gitti, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yapmaya başladı. O sene Lozan’a gidecek olan heyete de danışman olarak atandı.
İstiklal Harbi sırasında Osmanlı aydınları iki kampa ayrılmıştı. Her ne kadar birçoğunun kalbi Yahya Kemal gibi “mazide” atıyorsa da söz konusu olan “vatandı”, birçoğu yardımına koşmuştu Mustafa Kemal’in.
İstanbul’da kalanlar ise bir İngiliz gemisi bulsak da postu deldirtmeden buralardan sıvışsak derdine düşmüştü. “Haydi gidelim” ikazına Ali Kemal ise hiç yüz vermedi. O hala İngilizlere güveniyordu. Ne de olsa İstanbul onların elindeydi.
Zaten Teşkilat-ı Mahsusa elemanları onu berber dükkanından aldıklarında bir ara ellerinden kurtulmuş, bir pasaja sığınmış, çaresiz yine iriyarı bir polisin eline düştüğünde, “Güpegündüz adam kaçırıyorlar!” diye bağırdığı halde sesini hiçbir İngiliz polisi duymamıştı.
*
Sakallı Nurettin; linç ettirdiği lime lime olmuş bedenini tren yolunun üzerinde bir ağaca asarken, oradan geçecek İsmet İnönü’nün başkanı olduğu Lozan heyetinde, Ali Kemal’in en yakın arkadaşı Yahya Kemal’in de bulunduğunu biliyor muydu bilmiyorum; bildiğim tek şey Yahya Kemal’in “Siyasi ve Edebi Portreler” kitabında yollarına çıkan bu ağaca asılmış grotesk ceset hikayesini oldukça soğukkanlı bir dille anlatmasıdır.
En yakın arkadaşlarından birisi olan Ali Kemal’in parçalanmış cesediyle karşılaşma anını şöyle anlatır büyük şair kitabında:
*
“Talihin garip bir tesadüfü olarak, Paris'te ve İstanbul'da uzun bir muarefeyle tanıdığım Ali Kemal'i İzmit'de demiryolu üzerindeki köprüde sehpada gördüm.
İsmet Paşa heyet-i murahhâsasıyle Lozan Konferansına gidiyorduk. Ankara’dan bizi getiren (tren) Bilecik’de durduğu zaman İstanbul’dan oraya kadar istikbâle gelen gazeteciler Ali Kemal’in bir gün evvel İstanbul’da tevkif edildiğini ve bir motörle Anadolu’ya doğru sevk olunduğunu haber verdiler. Tren, İzmit’e doğru ilerledikçe Ali Kemal’in tevkifi ve şevki havadisi her istasyonda daha ziyade büyüyordu. Bir istasyonda da İzmit’e getirildiğini işittik. Tren İzmit’te durduğu zaman istikbâlimize çıkan Nureddin Paşa’nın etrafındakiler ‘Artin Kemal tepelendi!’ diye bağırıyorlardı. Bu kalabalık âdeta kırmızı bir rüyanın heyecanı içinde görünüyordu. Nureddin Paşa, başında güzel bir kalpak, sırtında şık bir gabardin palto, sakalı taranmış, güler yüzlü olarak İsmet Paşa’nın elini sıktı. Diğer murahhaslar ve bütün heyet-i murahhasa azasıyla beraber önce Ali Kemal'in cesedini görmeye, ondan sonra belediye dairesinde verilecek ziyafete davet etti. Hepimiz Fransa mümessili Ceneral Mauguin de ilk safta, programa tâbi olarak yürüdük. Birkaç adım ötede, köprü üstünde, Ali Kemal’in cesedi toplu iğnelerle bir çarşafa sarılmış, önünde bir mukavva parçasına: ‘Hâin-i dîn ü vatan Artin Kemal’ yazılmış duruyordu. Cesedin çehresi bir mengene ortasında gibi sıkışmış, birdenbire tanınmaz bir şekildeydi; sol ayağındaki çorap yeni çekilmiş olduğu için, ayak bembeyazdı, bir tarafından biraz kan sızıyordu. Cesedin epiy müddet tozda süründüğü anlaşılıyordu.
Nureddin Paşa cesedin karşısında ferahlı ve mağrur bir tavırla halka nasihat kabilinden: ‘İşte dîn ü milletimize ihanet edenlerin cezası budur...’ ve daha birçok şeyler söylüyordu; İsmet Pasa ise cesede mütekallis (gergin) bir yüzle bakıyordu. Garp Cephesi Kumandanı’nın bu manzara karşısında nazik ve mütehassis bir ruhu olduğuna dikkat ediliyordu. Bu tesirli manzaradan sâkitane ayrılarak belediye dairesinde heyet-i murahhasa şerefine keşide edilen ziyafete gittik. Dâire, asker ve sivil halkın her tabakasıyla dolu idi. Orada tesadüf ettiğimiz tanıdık gençler Ali Kemal'in nasıl getirildiğini, Nureddin Paşa’nın karşısına nasıl çıkarıldığını, nasıl isticvâb edildiğini, sonra saraydan sokağa çıkarken nasıl taşla tepelendiğini türlü türlü teferruatla naklediyorlardı. Sofraya oturduğumuz zaman, halk arkamızda ayakta duruyordu. Fransız inkılâbının 1790 senesindeki halk hükümeti manzaralarından biri içinde bulunuyorduk. Nureddin Paşa vak’ayı kendi anlatmaya başladı. Dedi ki: ‘Motörle İzmit'e çıkarıldıktan biraz sonra, sarayda karşıma getirttim. Ihtiramkâr bir halde duruyordu. Sizin bu vatanı kurtaranlarla ne alıp veremeyeceğiniz var? dedim. Benim siyasî bir içtihadım vardı, yanılmışım, lâkin orduya, heyet-i askeriyeye hürmetim ve itimadım vardır, onların adaletinden eminim, dedi. Size ihanetinizi iyi icra edebilmek için, Cenab-ı Hak ilim ve irfan da vermiş, dedim, baktım ki maşallah epiyce de celâdeti var; bunun üzerine sözün mecrasını değiştirdim: Artin Kemal'i tanır mısınız? dedim. Birdenbire sarardı, boğuk bir sesle: Hayır, dedi; Artin Kemal'i bütün âlem-i İslâm tanır! Sizin hakkınızda Büyük Millet Meclisi'nin gıyabî bir hükmü vardı. Bu hükmü size vicahen tefhim etmek için karşıdaki mahkemeye gidiniz! dedim. Karşımdan çıktı. Kapıdan çıkarken halk hücum etmiş, taşla tepelemiş, cezasını vermiş; pencereden baktım, ayağına bir ip takmış sürüyorlar. Men etmek için bir iki zabit gönderdim. Zabitleri de taşlamışlar, nihayet halkın elinden alarak, sehpada teşhir olunmak (üzere) astırdım.
İsmet Paşa bu hikayeyi dinlerken: ‘Zabitleri de taşlamışlar’, sözü üzerine General Mauguin’e: ‘Halk zabitleri de taşa tutmuş’ dedi. Lakin mızrak çuvala sığar kabilinden değildi. Çok devletçi olan İsmet Paşa, bu dikkatiyle hükumetin vak’a hakkındaki görüşünü ihsas etmiş oluyordu…
Yemek esnasında Nureddin Paşa bahse devam ederek ‘İnşallah yakında Vahideddin’i de getirip cezasını vereceğim’ derken, ikinci murahhas Rıza Nur Bey’in sabrı tükendi; önüne bakarak, lakin Nureddin Paşa’ya hitaben: ‘Onu İnebolu’dan yola çıkaracağız, çünki Ankara’ya gelip mahkeme karşısında hesap vermesi lazımdır’ dedi. Nureddin Paşa mütehayyir ve müteessir bir sesle ‘Ya! Demek ki biz kutta-ı tarik (yol kesici) olduk’ dedi ve Ankara’ya bir taş atarak ‘Ali Kemal’i bıraksaydık şüphesiz ki Fethi Beyefendi orada kurtarırdı!’ cümlesiyle fikrini itmam etti. Rıza Nur Bey daha cerbezeli bir sesle: ‘Paşa Hazretleri! Hükümet, bu hain sürüsünün tevkifi için İstanbul Zabıtasına emir vermiştir, hepsi tutulup Ankara’ya gönderilmelidirler ve orada muhakeme edilmelidirler!’ deyince, Nureddin Paşa, hükümet zihniyetinin bu tecellisi karşısında ‘Hükümet ne zaman emir vermiş? Ben Ali Kemal’i on yedi günden beri kendi adamlarımla tevkif etmeğe çalıştım!’ dedi ise de Rıza Nur Bey ‘Ben Hükümet emir vermiştir, diyorum, biz Hey’et-i Vekiledeniz!’ cümlesini fırlattı.
Nureddin Paşa, bir müddet bariz bir teessürle sustu. Yemeği bitirdikten sonra vagonda yatmağa gittik. Karanlık basmıştı. Köprünün yanından geçerken Ali Kemal’in cesedini bir daha gördük. Etrafında tek tük birkaç seyirci kalmıştı. Birisi iyi görebilmek için yüzüne bir kibrit çakmış bakıyordu...”
*
Ali Kemal’in, Sakallı Nurettin Paşa emriyle linç edilmesinin hikayesini Pazar günü ve bugün, iki yazıda iki şairin kelamıyla nakletmeye çalıştım. Nazım Hikmet şiir, Yahya Kemal nesirle anlatmış olayı. Nazım Hikmet, belli ki pek tanımadığı Ali Kemal’in, hiç haz etmediği halde linç edilmesine şiddetle karşı çıkıyor, tavrını da;
“Herifin suç vardıysa
devlet verir cezasını
hükümet asar.
Herifi parçalamak
devlete karşı koymak demek.”
diyerek koyuyor.
Yahya Kemal ise, en yakın arkadaşlarından birisi olan Ali Kemal’in ağaca asılı cesedinin altından geçerek kompartımanda uyumaya gidiyor, bunu düz yazıyla, bütün duygularını gizleyerek anlatıyor bize... Tıpkı şiirinde olduğu gibi hadiseyi sadece aktarmakla yetiniyor.
Ölümünden sonra Nazım Hikmet’in, “anacığıma aşıktı”, “gençliğimdi biraz da,” dediği Yahya Kemal, hem şahsi hayatında, hem sanatında, “aman bana değmesin diyerek” hep sakındı, “olaylara karışmadı”, ihtiyatlı davrandı.
Nazım ise isyan bayrağı elinde, hep sıkılı yumrukla yaşadı.
Nazım Hikmet savcıysa eğer, Yahya Kemal noterdir.
Noter hiçbir hüküm cümlesi kurmaz, önüne gelen evraka sadece mührünü basar, o kadar.