Filozofun ölümü ve "anadil" meselesi
Korona illetinin bize yaptığı en büyük kötülüklerden birisi, çok uzun bir süreden beri vefat eden sevdiklerimizin cenazelerine gidemememizdir. Bu süre içinde ölüm haberlerini duyduk tanınmış bazı şahsiyetlerin ama cenaze haberleri pek yapılmadı.
Mesela hafta sonu vefat eden Oruç Aruoba’nın cenazesi nereden kalktı, cenaze namazına kaç kişi katıldı, doğrusu çok merak ediyorum.
Yapılacak cenaze törenine katılmak isterdim normal şartlarda.
Ne de olsa çok kısa süre altlı üstü komşuluk yaptık; ben yukarıda o bir alt katımızda oturuyordu. Apartmanın kapısında karşılaşıyor, selamlaşıyorduk ama hiç oturup uzun boylu sohbet edemedik.
Belki de çekindiğim için olsa gerek. Belki de metinleri üzerine onunla konuşmaya cesaret edemediğimden bilemem, varıp eline kendimi tanıştırmadım.
Kısa bir süre sonra kayboldu, ölümünden sonra öğrendim, meğer gidip İzmir’e yerleşmiş.
Yazdıkları hangi türe girer, şiir mi, haiku mu, aforizma mı onu da bilmiyorum, sanırım kendisi de belirgin bir isim vermedi onlara.
Çok kişi ölümünden sonra felsefeci falan dedi, mutlaka birini birisine benzetme alışkanlığımızdan olsa gerek “Türkiye’nin Nietzsche’si” (bıyıkları benziyordu) diyenler de oldu, kim ne derse desin bir felsefeciden çok bir felsefe yorumcusuydu sanki. Yazdığı şeylere şiir dersek eğer, felsefenin şiiriydi yazdıkları...
Çok kitap yazdı, çok az okundu ama sadık okurları tiryakisiydi. Az okundu dedim evet onu sadece anlayanlar okudu, o kısacık aforizmalar, o felsefi şiirler çetin cevizdi, anlamayanı yoran şeylerdi, anlayanı da kendine bağımlı yapmıştı.
Çok okunmuyor olmasından sanırım şikayetçi de değildi.
*
“Bulutların üzerinde hava hep açıktır...”
Uçak yolculuklarında bulutların üzerine çıktığımızda hepimiz görüyoruz bu durumu ama bir kişi yazıyor bunu işte, o da o kişiyi bizden farklı kılıyor, şair yapıyor.
Öyle ilginç sorular soruyordu ki kitaplarında, “Kaç dolanışta ulaşır sarmaşık çiçek açacağı yere?” sorusu gibi. (Şimdi sorusuna cevap vermeye kalkışsam, her şeyin bize yasaklandığı o gri yatılı okulda geçirdiğim iki yılda “müdürün çiçekleri” adını verdiğimiz o her yere dolanmış sarmaşıklar yüzünden başımıza gelenleri anlatmam lazım size...)
Doğrusu yazdıklarını yorumlayacak yetkinlikte bulmuyorum kendimi, o yüzden onun bir yazısı üzerine bir kaç şey söylemek istiyorum şimdi.
*
12 Ocak 2013’te Milliyet Gazetesi’nde çıkmıştı yazı, başlığı “Anadilde yaşanan yanılgılar üzerine”yidi. (Sahiden alimler, filozoflar nedense yazılarının başlıklarında bu “üzerine” lafını geçirmeye bayılıyorlar. “Gülme üzerine”, “Yaşlılık üzerine”, “Din üzerine” vb.. binlerce “üzerine...” Belki de bu işin öncüsü Montaigne’dir!)
Yazının çıktığı yıl, memlekette her şeyin çok daha geniş konuşulduğu bir dönemdi. Söylenmemiş az şey kalmıştı, herkes dağarcığında nesi varsa orta yere döküyordu.
En çok konuşulan meselelerden birisi de bu “anadil” meselesiydi.
Benim de “Bir Dil Niye Kanar?” kitabım o dönemin eseridir.
Bu mevzuda çok yazdım ben de... Kürt meselesi bana göre dil meselesiydi! Baskı altına alınmıştı ve ister istemez “kimlik” hüviyetini kazanmıştı Kürtçe Kürtler için. Kürtçeye yapılan haksızlık giderilse, kullanım alanı genişlese, kamusal alanda daha belirgin hale gelse, üzerindeki tozdan silkelense; o dili kullananlar kendilerini daha özgür, daha rahat, daha saygın hissedecekler. Nitekim o tarihlerde Kürtçe üzerindeki yasaklar bir bir kalkınca, benim gibi bir çok Kürt, “Kendimi ilk defa bu ülkenin gerçek bir yurttaşı gibi hissetmeye başladıma”a benzer cümleler kurmaya başladılar.
“Anadil” meselesi çetrefil bir meseledir. Yine bu konuda söz alan bir yığın insan, “Anadille eğitim hakkı” tanınsa, Kürt meselesi biter falan diyordu.
Doğrusu baştan beri bu işin içinden böyle kolayca sıyrılmayacağımızı düşünenlerdenim ben.
Düşünüp de formüle edemediğim şeyi, Oruç Aruoba bu makalesiyle büyük oranda çözmüş, bir anda önümde yeni bir pencere açmıştı.
İki çocuk sahibi, İstanbul’da yaşayan Hakkarili bir Kürt olarak “anadil” meselesine o zamana kadar bu pencereden bakmamıştım.
*
Kişisel bir hikayeyle başlıyordu Aruoba makalesine.
Bir buçuk yaşındaki torunu Amerika’da yaşıyordu annesi babasıyla birlikte. Babası, “şu anadil meselesini nasıl halledeceğiz burada” diye sormak için aramış Oruç Bey’i, o da oğluna, “Merak etme; yakında, ayırdetmeğe başlayıp, yerine göre, evde Türkçe, okulda Amerikanca, anlaşılır konuşmağa başlar” demiş oğluna.
Bizim başımıza da geldi aynı hadise. Kızımız doğduğunda evde Kürtçe konuşmaya başladık onunla. İki yaşında yuvaya götürdük, çocuk ilk günlerde birkaç kelime Türkçe öğrendi, benim Türkçe bilmediğimi sanıyordu, bir gün yuvadan geldi eve, bana “Baba sana Türkçe öğretebilir miyim” dedi, ben de “Öğret kızım” dedim. “Nan” ekmek, “av” su demektir” dedi, ben de onunla birlikte yüksek sesle tekrarladım söylediklerini.
Kısa süre içinde küçük çocuk, şakır şakır Türkçe konuşmaya başladı, hem de aksansız olarak.
Evde Kürtçe, yuvada Türkçe... Beş yaşında iki “anadili” oldu kızımızın, sonra da oğlumuzun.
*
Durun, hemen “iki anadil” olur mu diye sormayın. Evet oluyormuş, elverişli koşullarda, hayatının ilk 15 yılı içinde dört, hatta sekiz kadar ‘anadil’ sahibi olabilir bir insan yavrusu Oruç Aruoba’ya göre.
Savını da Noam Chomsky’nin ‘dil gelişimi’ kuramına dayandırıyor.
Bu kuram, “dil yetisi” ve “evrensel gramer” kavramlarını içerir:
“Her insan yavrusunun genetik yapısında, konuşma ve dil öğrenme yetisini sağlayan, doğuştan insan olmaktan gelen; beyin kuruluşunda ve ses çıkarma yeteneklerinin bağlantılarında temellenen, bir ‘dilbilgisel’ dizge vardır. Çocuk, yaşadığı çevreden aldığı, öteki insanların çıkardıkları sesler ile çevresinde yapılanlar ve olup-bitenler arasında kurduğu anlam ilişkileri yoluyla, doğuştan sahip olduğu her insan için aynı olan ‘evrensel gramer’i ‘işler’ hâle getirip, çevresinde konuşulan dili; yani, o kurulmuş belirli ‘ses-anlam’ dizgesini, kendi çıkardığı sesler ile ‘anlama yetisi’ni harekete geçirerek, bağlantılılaştırıp, ‘anadili’ olarak, edinir.”
Oruç Aruoba, “edinmek” fiilini mahsus kullanıyor. Amacı şu:
“Anadil, ne öğretilir ne de öğrenilir; doğal olarak evet, anasütü gibi yalnızca edinilir (ille de ‘öğrenmek’ fiilini kullanacaksak:) hiçkimse öğretmeden, hiçkimseden öğrenilmeden, öğrenilir. Gayet tabii ki, çevresindekiler, ‘yetişkinler’, çocuğa ‘Oğlum, bak, ona öyle denmez; böyle denir’ gibi ‘öğretme’ benzeri ‘dilsel’ uyarılarda bulunurlar; ama, hiçbir ana, çocuğunu karşısında alıp ‘Hadi bakalım; şimdi dilimizi öğreteceğim sana’, demez! Yalnızca ninni söyler, masal anlatır ona...”
*
Hiç kimse, hiç birimiz anadilimizi nasıl öğrendiğimizi hatırlayamayız. Aruoba da aynı misali veriyor; bizi büyüten ana sütüdür, hangimiz annemizin sütünün tadını hatırlıyoruz ki?
Dil de böyle bir şeydir. Yalnız burada dilin sütten farkı, sütü sadece annenin memesinden emersin ama dili öğreten sadece anne değildir.
Ve zurnanın zırt dediği yer... Filozofa göre uzun bir süreden beri ülkemizde ‘anadil’ kavramı etrafında ‘dile’ getirilen “anadilini öğrenmeye izin vermek”, “anadilini öğretmek”, “anadilde eğitim” gibi laflar, “anlamsız” laflardır.
İnsan olduğumuz için bir “anadilimiz” var; “Türkçe’yi ya da Kürtçe’yi anadil olarak edinmiş olmamız, ‘genetik’ olarak ‘Türk’ ya da ‘Kürt’ olduğumuz için değil, insan olarak, sadece Türkçe ya da Kürtçe konuşulan bir çevrede büyümüş olmamıza bağlıdır.”
Türkiye’de Kürt olup Kürtçe bilmeyen; dünyada Türk olup Türkçe bilmeyen bir sürü insan yaşıyor. Bebek doğuyor, annesi babası evde devamlı Türkçe veya Kürtçe konuşuyor, bebek de ister istemez o dillerden birisini “ediniyor”. Anne babanın “etnisitesi” çalışmıyor burada, çocuğun “edindiği” dildir mühim olan. (Kızımın kreşte bir arkadaşı vardı. Babası İsveçli, annesi Türk’tü. Baba Türkçe bilmiyordu, anne İsveççe; evde ortak dilleri İngilizceydi. Anne Türkçe, baba İsveççe konuşuyordu onunla... Leyla şakır şakır Türkçe, İsveççe ve İngilizce konuşuyordu. Şimdi size bir soru: Leyla’nın ana dili hangisidir?)
Oruç Aruoba meseleye çözüm olabilecek çok önemli bir temenniyle bitiriyor yazısını:
“Keşke, kendilerini Türk ya da Kürt sayan ‘yetişkin’ler, izin verseler de çocukları hem Türkçe’yi hem Kürtçe’yi anadilleri olarak edinseler. Onları, kendi hallerine bıraksalar, kolaylıkla edinebilirler onlar ikisini de; hem de, yanına belki bir Lazca, bir Rumca, bir Çerkesce, bir Ermenice, bir Boşnakca, bir Ladino da, ekleyerek...
İnsan beyninin yetenekleri, Anadolu’dan çok daha geniştir, en az dünya kadar, geniş...”
*
Demek ki esas dil anlamında “anadil” devletten talep edilecek bir talep değildir. Devlet, yasaklanmışsa eğer bir dil üzerindeki yasağı kaldırmaya davet edilebilir ancak. Kamusal alanın dışına çıkartılmışsa dil, onu tekrar hayata döndürmek, haysiyetini korumak, ona yapılan haksızlığı gidermektir devlete düşen. Gerisi bireylere düşmüş.
Kürtçe eğitim talep edilebilir, edilmeli de ama “anadille eğitim?” İşte orası karışık bir mesele...
Mesela benim iki “anadilim” var; Kürtçe ile Türkçe... Kızımın ve oğlumun şimdilik üç “anadili” var, benimkilerin yanına İngilizceyi de eklemişler...
Özellikle “anadilde eğitim” lafı eden Kürtlere bakıyorum, büyük bir çoğunluğu ya Kürtçe konuşmuyor, ya da çocuklarının Kürtçeyi “edinmeleri” için uğraşmamış; “devlet yasakladı, ben de öğrenmedim, dolayısıyla öğretemiyorum” deyip işin kolayına kaçıyorlar. Şimdi de istiyor ki devlet öğretsin ona! Elindeki silahla bunu talep etmesi de cabacı...
*
“Yaşamın senin yükündür
Taşı onu...”
diyordu Oruç Aruoba. Demek ki ancak 72 yıl taşıyabildi o yükü filozof:
Dedi ki:
“Dünya ne ise oydu
Ben ne isem oydum
Uyuşamadık
Hepsi bu...”
Münzeviydi. Güzel adamdı. Onu kaybettiği için üzülecekse, hayat üzülsün artık.
Nur içinde yatsın!