"Üvercinka"nın kasıkları
Cemal Süreya’ya göre Türkiye’nin en yoksul üç şairi, kendisi, Ece Ayhan ve Sezai Karakoç’tur.
Sezai Karakoç’la arkadaşlıkları mektep yıllarına dayanıyor, ona “Sezo" diye hitap eder. Arada bir ondan “ödünç mısra” ister, Sezai Bey de verir. Sadece Sezai Bey’den mi? Beğendiği bir dizeyle karşılaştı mı, hiç çekinmeden, sıradan bir şey ister gibi, “Bu dizeyi bana ödünç verir misin?” der sahibine. Birisini Murat Belge anlatır. Ferit Öngören şair değilmiş, ama “Benim amcam keman çalar her hususta...” diye bir mısra yazmış, Cemal Süreya fena halde sevmiş mısraı, “Yahu sen nasılsa şair değilsin, şunu bana ödünç versene,” demiş de demiş, Ferit Bey de “vermemde vermem” diye inat etmiş.
Ama Sezai Bey, Ferit Bey gibi “cimri” değil, “cömert” bir şair, onda dize çuvalla, birbirini yaralarından tanıyan arkadaşını kıracağına kafasını kırar daha iyi... Cemal Süreya, Sezai Karakoç’un;
“Asker su ver asker
Ben asker değil, nişanlıyım...”
dizelerini çok beğenmiş, istemiş ondan, o da hiçbir “karşılık” beklemeden vermiş gitmiş bu iki dizeyi ona.
Bu iki dizeyi okuyan herkesin “nişanlı” deyince, birisiyle gönül bağı kurmuş kişi gelir aklına ama Cemal Süreya evlilik öncesi nişanlılıktan bahsetmiyor, onun nişanlı dediği “rütbeli asker”dir. Bunu böyle açıklıyor dostu Doğu Perinçek’e ama şiirin asıl sahibi Sezai Bey ne düşünüyor bu hususta, işte orası bir muammadır.
Şiir sağ gösterip sol vuran söz sanatıdır ki, bu yazının meramı da biraz da budur.
*
Bazı ölümsüz mısralar vardır ki, şiir tarihinde çığır açmışlar, bir döneme damgasını vurmuş, bütün zamanlarda hep aynı ışıltıyla parlamışlar. Sizin aklınıza bir yığın mısra gelebilir şu anda ama mesela Cemal Süreya’nın “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” dizesi yazıldığı günden beri üzerine yığınla yazı yazılmış, güzelliği, derinliği ve anlamı üzerine bir kamyon dolusu laf edilmiş, İkinci Yeni’nin sloganı olarak telaki edilmiş, şiir kalesinin burçlarına bayrak diye çekilmiş, kapılarına serlevha diye yazılmıştır.
Bu dizeyle ilgili olarak Sezai Karakoç şunları söyler:
“İşte yeni (ikici yeni) şiiri özetleyen bir mısra. Bu artık klasik şiirin yolculuğuna benzemiyor. Klasik şiir, azgın bir davetle nerdeyse toprağın sonuna gider. Orhan Veli akımında ise insan Laleli’den çıkar bir yolculuğa ve tramvaya atlar; ama mutlaka Sirkeci’ye gider. Yeni gerçekçi akımda ise (çünkü bence yeni akım bir çeşit neo-realist akımdır) Laleli’den çıkar yolculuğa tramvayla ama dünyaya gider. Ben’in en küçük davranışı bile büyük bir haber gibidir. Yaşama vardır ve önemlidir, ama bir haber olarak. Neyin haberi? Bunu şair de bilmez. Orhan Veli akımı günlük çırpınışların şiiri idi, bu ise yaşamayı, gerçek yaşamayı cevheri ile görmeye, yoklamaya çalışıyor...”
*
Bu mısra Cemal Süreya’nın Şubat 1958 tarihinde çıkan kitabına da adını veren “Üvercinka” adlı şiirinde geçer.
Önce “Üvercinka”yı okuyalım:
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı'nda akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil.
*
Cemal Süreya 1954 yılının Haziran ayında Mülkiye’den mezun olur. Babası istemediği halde son sınıfta Seniha Hanım’la evlenir, evlenmelerine destur vermeyen babasına kızar, “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” diye bir şiir yazar, yaşayan babasının “öldüğünü” ilan eder, o dakika “kör olur.”
Aynı yılın 25 Kasım’ında Eskişehir Vergi Dairesi’nde stajer memur olarak işe başlar.
Çalıştığı yerde liseyi yeni bitirmiş, üniversite sınavlarına hazırlanan sarışın, endamına şiirler yakışır, saz gibi bir kız var. Genç şairin yüreği sevda arsızı... Karısı hamile, çocuk yolda ama şair yüreği işte, farkına vardığında çoktan kaptırmış onu o saza, gümbür gümbür aşk türküleri çalıyor saz şimdi her yerde.
Adı hiçbir yerde geçmiyor ama.
Onun varlığını da arkadaşı Hasan Basri ifşa etti zaten. Günün birinde kimseye anlatamadığı derdini anlatmak için Hasan Basri’yi Eskişehir’e davet eder, gel “başım dertte” der. Gider arkadaşı, ama derdini anlatmaz. Götürür onu çalıştığı yere, uzaktan kızı gösterir, “güzel mi?” diye sorar, arkadaşı hiçbir anlam veremez sorusuna, bir iki gün sonra onu istasyona götürür, trene bindirir, yine de hiçbir şey anlatmaz. Şair 1956 yılında “Üvercinka” şiirini yazdığında, o gün uzaktan gösterdiği kızın “Üvercinka” olduğunu anlar Basri.
*
“Üvercinka” ertesi yıl üniversiteye gider.
Aşkın narında kavruluyor şair, baştan ayağa yâre içinde...
O sırada adını daha nişanlıyken koyduğu Ayçe, “Ayçiko” dediği kızı dünyaya gelir.
Karısını ve kızını görmek için hastanenin merdivenlerini birkaç adımda çıkar.
Onları öpüp kokladıktan sonra tarifi imkansız kederler içinde aşağı iner, bir de bakar ki hastanenin kapısında o, bir güvercin kadar ürkek... “Üvercinka” orada onu bekliyor. Birazdan kanat takıp uçacak!
Vedalaşır onunla da.
Aylardan Ağustos’tur. Bütün vedalar üst üste gelir, Ankara’da müfettişlik sınavı var, trene biner Ankara’ya gider.
O gece trende Güngör Demiray’a bir mektup yazar:
“Acıların adını ağustos koymalılar,” der.
Bir yandan Ayçiko’nun dünyaya gelişinin sevinci, öte yanda “Üvercinka”yı bir daha göremeyecek olmanın kederi...
“Üvercinka odasındaydı. Kendimi asarken kullandığım ipi kemer diye beline sarıyordu.”
Öyle miydi gerçekten? Galiba öyle olmalı ki, Ankara’da “Üvercinka”dan bir “ayrılık” mektubu alır. Önce bunu bir şaka sanır, sarsılır, “sınavda başarısız olurum” diye kaygılanır. Kendini hakir, kendini küçük görür.
Bu arada “Üvercinka” evlenir, kocasıyla birlikte uzak bir Anadolu şehrine yerleşir.
Şair yine de peşini bırakmaz, her yerde onu arar durur.
Bulur mu? Bilinmez.
“Üvercinka” koca şairin 58 yıllık hayatında hep bir giz olarak kalır. Ne adını bilen var, ne yüzünü gören... Çıtı pıtı bir genç kızken onu gören Hasan Basri hariç...
23 Eylül 1958 tarihli mektubunda dostu Arif Damar’a şunları yazar:
“Nazilli çok büyük bir yer. Afyon’dan, Kütahya’dan, Balıkesir’den büyük. Bursa kadar desem yeri. Ama canım sıkılır benim. Çok yalnızım. Üvercinka’yla da bitti her şey. Belki de artık hiç şiir yazamam kim bilir.”
*
Ünlü “Elma” şiiri 1956 tarihlidir. Onun içinden de adını vermeden “Üvercinka” geçer.
Üvercinka çırılçıplak elma yiyor, “bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı.” Üstlerinden kuşlar uçuyor, gökyüzü var, İstanbul’da bir duvarın üstünde Üvercinka elma yiyor. Şair de çıplaktır ama o elma yemiyor, onun öyle elmalara karnı toktur. (Oysa Adem ile Havva elmayı beraber yemişlerdi!) Üvercinka “yüreğinin ortasına kadar elma” yiyor, gençlikleri “esaslı kederler içinde”dir.
İşte o gün, ikisi de çıplakken ve o elma yerken, şair “adının bir harfini atıyor.”
Üvercinka’yla bir telefon numarası üzerine iddiaya girmişler. Kaybetmiş şair, o anı şöyle anlatıyor:
“O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince ismimden harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.”
Hasan Basri, şairin kaybedeceğini bile bilei ddiaya girdiğini söyler. Aslında “y”nin birini çoktan atmaya karar vermiş ama meseleyi böylesine şairane bir hale sokmasının tek sebebi, “Üvercinka”yla ilgili anılarını çoğaltmak istemesidir.
*
Sözlüklerde aramayın, “Üvercinka” diye bir kelime yok Türkçede, şairin uydurması... Onun icat ettiği bir kelime, “güvercin kanadı”nın kısaltması.. Başındaki “g”yi, sonundaki “nadı” atınca “Üvercinka”ya ulaşmış.
Böyle Slav bir tanı taşıyor kelime... Bir kadına, bir şiire çok yakışıyor.
*
64 yıldan beri “Üvercinka” şiiri üzerine o kadar çok şey söylendi ki... Aslında “erotik”, zorlarsak “müstehcen” bir şiir ama içinde böyle “Afrika”, “aydınca düşünme”, “kurşuna dizilme”, “hürlüğün şarkısı” “padişah cesareti” gibi “toplumcu” kavramlar geçince milletin kafası iyice karışmış. “Yüreğine eller ellemez, bir kere daha sevişmenin yürürlüğe girdiği” sevgilisiyle “Her gün sabahtan akşama kadar kurşuna” diziliyorlar, (o evli, sevgilisi ondan bir hayli küçük olduğu için olmasın!) daha ne olsun! Demek ki aynı zamanda “dava” arkadaşıdır sevgili. (Beraber yargılanıyor olmalarından olmasın!) Hem yatakta “yatma ustası”dır, hem “aydınca düşünme”nin... Üstelik “birlikte mısralar” düşürmüşler. “Bütün kara parçalarında”, “Afrika dahil”...
Şairin kendisi bu şiirle ilgili şöyle bir açıklamayapar:
“Üvercinka güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük.
Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram: Kitaba ad olarak seçmeme gelince bunun iki nedeni var. Birincisi belli; günümüz şiiri ve bu arada benim şiirim kelimeyi zorlayan bir şiir. O adla şiirimi özetlemiş ya da bir parça belirtmiş oluyorum. Şiirimden ufak ama anlamlı bir kesit vermiş oluyorum galiba.
İşin ikinci nedeni son derece önemli, salt günlük yaşamıma ilişkin bir şey.”
Dikkat ederseniz Cemal Süreya bazı yorumcuların aksine, öyle memleketi kurtaracak, hepimizi hemen esenliğe kavuşturacak bir “davadan” falan bahsetmiyor, “günlük yaşamına ilişkin bir şeyden” bahsediyor. Bir “dava” varsa orta yerde, o da “güvercin kanadı” adını taktığı, Diyarbekır ağzıyla söylersek, yanıp tutuştuğu “davası”, yani sevgilisidir. Karısı hamileyken yüreğini saran bir aşk yangınıyla baş etmeye çalışırken, o hengame içinde, o ıstırap içinde “Ne olacak bu Afrika’nın hali?” diye düşündüğü pek akıl karı gibi görünmüyor.
Bu şiirden muazzam “toplumsal duyarlıklar”, “dava için kurşuna dizilmeler” gibi manalar çıkaran bir yığın tartışmayı şair uzaktan kıs kısgülerek seyretmiştir herhalde. “Şair bu şiirinde ne demek istiyor?” soruları karşısında bir açıklama yapmak zorunda kalır:
“Evet, şiirimde toplumcu bir yön var ama salt bu değildir” der ve Neruda’dan bir örnek verir. “Onun da dediği gibi şiir yaşamamızın her yönüyle ilgili olabilir. Niye sadece ‘dava’ aracı niteliğiyle sınırlayalım onu?”
*
Cemal Süreya’nın kadınları, “siyasi davasından” daha çok sevdiği her halinden belli.
“Ama kadınlar, Tanrım,
öyle sevdim ki onları,
Gelecek sefer
Dünyaya
Kadın olarak gelirsem
Eşcinsel olurum”
Bu şartlarda şimdi “Üvercinka”yı tekrar okuyalım; “davayı”, “kurşuna dizilmeyi, “aydınca düşünmeyi”, “hürlüğün şarkısını” bir kenara bakalım ve Marquez’in “aşık olduğun kadınla yatmadan sakın ölme” desturuna inanmış uçarı, muzip, aşkta kural tanımaz, erken evlenmiş bir genç şairin haleti ruhiyesini düşünelim bir an.
İşte o zaman şiirde geçen “Afrika”nın yeryüzünün bir kara parçası, yedi kıtadan birisi olmadığını, tam tersine vücudunun “bütün kara parçalarında” gezindikten sonra sırası gelen “Üvercinka’nın kasıkları” olduğunu kolayca görür; şair denilen kelime kuyumcusunun bize oynadığı “oyunu” keşfedip, o şiirden çıkarılan anlamlar karşısında onun kıs kıs gülmesine biz de arkamızı yaslayarak katıla katıla katılabiliriz.
O vakit; köfteyi çaktığımızı anlayan muzip şair, elini dudağına götürecek, hastane duvarlarındaki hemşirenin yaptığı gibi o ünlü “sussss” işaretini yapıp bize göz kırpacaktır. Eminim buna.
*
Not: Bu yazıyı yazarken, birçok bilgiyi Feyza Perinçek-Nursel Duruel’in birlikte yazdığı “Cemal Süreya-Şairin Hayatı Şiire Dahil” kitabından aldım.