15 dakika
Mahpusluğu sekiz ayı bulmuştu.
Bu süre zarfında üç öykü ile iki roman düşünmüştü. Kendi kendine konuşmayı bırakmıştı. Bazen hücresinde hızlı hızlı dolaşıyor, sonra bir anda durup içi saman dolu şiltesine atıyor kendini, hareketsiz, ölü gibi yatıyordu.
“Hükümet aleyhtarı bildiri dağıtmaktan” “Petraşevski Grubu”na mensup on beş arkadaşıyla birlikte alınıp bu kaleye kapatılmışlardı.
*
22 Aralık 1849 günü “Petropavloskaya Kalesi”nin kasvetli, dar, karanlık ve soğuk koridorlarında başlayan gürültü aynı anda gitti bütün mahkumların kulaklarına.
Oysa şu ana kadar nasıl sessiz bir yerdi bu mezar kadar soğuk kale! Kesif sessizliği sadece kilise çanlarının sesi bozuyordu o kadar.
Hücresinin daracık penceresinden dışarıya baktı. Avluda bir sürü araba arka arkaya dizilmişti. Arabaların etrafında atlı polisler vardı.
Teker teker açılan hücre kapılarının sesini duydu... Ve sıra ona geldi. Tutuklandığı zaman üzerinde bulunan hafif ince ilkbahar giysilerini uzattı gardiyan; “giyin” emrini duymadı bile, denileni yaptı, gardiyanın eşliğinde hücreden çıktı.
Şimdi verandadaydı. Hemen iki kişilik bir arabaya bindirdiler. Yanlarına bir asker oturdu. Arabanın camlarını buz tutmuştu, hareket eder etmez, tırnağıyla camı kazıdı. Keskin soğuğun altında buz tutmuş şehrin sokaklarından geçtiklerini gördü. Yeni yeni uyanan şehir soğuktan kaskatı kesilmişti.
İçi gibi, donuktu şehrin rengi.
Yolculuk hiç bitmedi. Nereye götürdüklerini bilmiyordu. Sonra araba durdu. İnmesini söylediler. Çevresine baktı. Semenovski Meydanı’ndaydılar.
*
Yeni yağmış taze kar yumuşacıktı. Bir grup asker meydanın ortasında bir kare oluşturmuşlardı. İki uçta toplanmış insanlar onlara bakıyordu. Her yerde sessizlik; yerde bir karış kar vardı. Güneş yeni doğmuştu. Bir yumak bulut güneşi gözüne kestirmiş, önünü kapatmak için ona doğru hareket halindeydi.
Sekiz aydır ilk defa güneşi görüyordu. İçi mutlulukla doldu. Bir anda nerede olduğunu unuttu. Sonra biri dürttü onu, kendine geldi. İnce baharlık kıyafetler içinde üşüdüğünü fark etti.
Güneşten kamaşmış gözlerini ovdu. Ve onu gördü. Solunda, meydanın tam ortasına inşa edilmiş dört ayaklı o iskeleyi... Siyah bir perdeyle kapatılmıştı. Bir merdivenle çıkılıyordu iskeleye.
Şimdi iskeleye bakmanın zamanı değil. Uzun bir aradan sonra ilk defa yoldaşlarını görüyordu. Hepsinin yüzü değişmişti. Çizgileri derinleşmiş, avurtları çökmüş, benizleri solmuş, sarı bir hal almıştı yüzleri. Hepsi süzgün, hepsi yorgundu.
Yeniden bir araya gelmenin sevincini bir general bozdu. Atını onlara doğru sürdü, bir hareketle hepsini susturdu.
Sonra teker teker isimlerini okundu. İsimlerine göre sıraya dizdi hepsini.
Nereden çıktıysa, aniden elinde haç taşıyan bir rahip belirdi yanlarında. “Bugün davanızın adil sonucuna katlanacaksınız, arkamdan gelin,” dedi rahip şefkatli bir sesle. Tek sıra halinde arkasından yürüdüler.
Karın içinde tökezledi. İskelenin yanına yerden yukarıya doğru yükselen kazıklar çarptı gözüne. Bunlar da neyin nesiydi? Yoksa bizi bu kazıklara bağlayıp ateş mi edecekler? Yok canım, daha neler, biz ne yaptık ki?
Sahanlığın iki başına ikişerli sıra halinde dizdiler hepsini. Yanında arkadaşı Mombelli vardı. Bir anda ona hücresinde yazdığı hikayeyi anlatmaya başladı. Yaptığı şey saçma mıydı? Ne saçması, edebiyatı seviyordu arkadaşı, tam sırasıydı. Sesindeki gerginliğin farkına vardı, sustu.
“Başlıklarınızı çıkarın” diyen metalik, sert bir komut duyuldu. Herkes şapkasını çıkardı. Sanki kafasına bir mermi saplandı, eliyle okşadı kafasını. Soğuk; buzdan bir yılan gibi yakasından içeri süzüldü, vücudu kaskatı kesildi.
Bir memur, sırayla herkesin önünde duruyor, verilen cezayı yüzüne okuyordu.
Sıra ona geldi. Görevlinin ne dediğini anlamadı. Hem çok hızlı okuyor, hem de duymaya hazır olmadığı abuk sabuk laflar çıkıyordu ağzından.
“Kurşuna dizilerek idamına...”
Bunu anladı.
*
Kafasına bir çekiç indi. Güçlükle kaldırdı kafasını, güneş bulutla kavgasını kazanmış, şimdi sıyrılıyordu ondan. Yanındaki arkadaşı Durov’a öndü:
“İdam edilmemize imkan yok.”
Arkadaşı cevap vermedi. Sadece iskelenin yanında, üzeri hasırla örtülmüş tabut dolu arabayı işaret etti eliyle o kadar.
Emindi artık, ölüm kaçınılmazdı.
Sıra kefen dağıtmaya gelmişti. Her birisine uzun, beyaz birer köylü gömleği ile kafalarına sarmak için birer sargı verdiler. Muhafızlar giymelerine yardım etti.
Rahip tekrar ortaya çıktı. İskelenin üzerindeydi. Bu kez öteki elinde de Kutsal Kitap vardı.
Seslendi onlara rahip:
“Kardeşlerim! Ölmeden önce tövbe etmeniz şarttır. Yüce kurtarıcımız tövbe edelerin günahlarını bağışlar. Sizi günah çıkarmaya davet ediyorum.”
Ben ne yaptım ki rahip beni tövbe çağırıyor?
Haç dolaşmaya başladı. Herkes önüne gelen haçı öpmeye başladı. İflah olmaz birer tanrıtanımaz olan Petraşevski ve Şpeşnev de haçı öptüler.
Sıra ona geldi. Haça kondurduğu buse içinden gelen bir dini ihtiyaçtan doğmamıştı, belki de bu çetin sınava bir yardımı dokunur diye götürmüştü onu dudaklarına.
*
İlk üç kişiyi götürüp kazıklara bağladılar. Sırası gelen ikinci üç kişinin arasında o da vardı. Birazdan sıra ona gelecekti. İncecik giysilerinin arasında dolaşan buzdan yılan, bedeninde değmediği yer bırakmıyordu. Titriyor, üşüyor, birazdan bir buz kalıbı olarak yere dökülüp paramparça olacaktı sanki.
“Nerede okumuştu, hani bir idam mahkûmu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: ‘Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmamda gerekse o şekilde yaşamak, şu anda on beş dakika içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.’ Yeter ki yaşayayım!”
Buzdan yılan gizemli bir korkuya dönüştü. Kısa bir süre sonra bilinmeyen, hakkında hiç kimsenin hiçbir bilgisi olmadığı, bambaşka bir dünyaya gideceği düşüncesinden başka hiçbir şey yoktu kafasında.
“İşkence acısına benzemiyordu hissettiği acı. İnsana en acı veren acı, yara bereden değil de, az sonra öleceğini bilmekten kaynaklanan acıymış meğer. Az sonra, işte şimdi şu anda, ruh bedenden uçacak ve senin bir insan olarak varlığın sona erecek, et yığınına dönüşeceksin. Bu kesinlikle böyle olacak. Burada önemli olan bu kesinlik’tir. Bir ormanda, bir aslan seni kovalasa, yakalayıp parçalayıncaya kadar kurtulma umudun vardır. Ama idamda ölüm kesindir. Bu hükümden kesinlikle kaçış yok. İdam umudu öldürüyor önce. Dünyada bundan daha büyük bir acı olabilir mi?”
Bir anda aklına Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” kitabında anlattıkları geldi. Kitabı okuyalı bir hayli zaman olmuştu.
“Bütün devrimlerin kökünden sökemediği tek ağaç darağacıdır,” diyordu kitabında büyük yazar.
Biz ölürsek Rusya ne kazanacak ki? Bu koca ülkede hepimize yetecek kadar hava yok mu? Hem o kadar çok gardiyan var ki!
“Zindancının yeterli olduğu yerde cellada gerek yoktur,” diyordu Victor Hugo kitabında. Ama demek ki, “Birileri bezden intikam almak” istiyor. “İntikam almak bireyseldir,cezalandırmak Tanrı’nın işidir,” diye ekliyordu. Sahi, siz Tanrı mısınız?
Kefenine baktı. Rengi beyaz değil solgundu. Hiçbir şey ona kısa bir süre önceki hali gibi görünmüyordu. Rahip, general, askerler, meydanın kenarına birikmiş kalabalık; hepsi hayaletlere benziyordu şimdi. Bakışları bulanıklaştı, bedeninde şimdi dağ kadar büyük bir korkuya dönüşmüş olan o buzdan yılan kara dilini çıkarmış, tiz bir ıslıkla durmadan dolaşıyordu bedeninde, şakakları çatlamak üzeriydi, kulaklarında vızıltılar yankılanıyordu.
Victor Hugo’nun kitabının böyle sayfa sayfa gelip belleğine oturması ne garip! “Tanrım! Kaçmanın bir yolu yok mu? Kaçmam gerek! Hem de hemen!” diyordu giyotine giden kahramanı Hugo’nun.
Buzdan bedenim, bu parlak güneş altında bir anda eriyip kara karışabilse... Su olup aksam... Kar olup erisem...
Nasıl anlatmıştı Victor Hugo o ölüm anını?
“Sanırım gözlerim kapandığında uçsuz bucaksız bir aydınlık ve ruhumun içinde yuvarlanacağı ışık dolu dipsiz bir uçurum göreceğim. Sanki kendi özünden kaynaklanan ışıltılar yayan gökyüzünde karanlık lekeler halinde belirecek yıldızlar, yaşayanların gözüne siyah kadifenin üzerindeki altın pulları gibi görünürken benim için altın çarşafın üzerindeki siyah noktalara dönüşecekler.
Ya da bu sefil halimle yamaçları karanlıklarla kaplı iğrenç, derin bir uçurumda, sonsuza dek düşerken etrafımda hiç durmadan hareket eden silüetler göreceğim. Ölüm ruhumuzu ne hale getirecek? Onu nasıl şekillendirecek? Ondan ne alıp verecek? Onu nereye yerleştirecek? Bazen dünyaya bakıp ağlaması için etten gözler bahşedecek mi?”
Bu kadar mı gerçek anlatır yaşayan bir insan ölüm anını... Yoksa Hugo sahiden de ölümü görmüş müydü?
“Ah bir rahip! Bir rahip bunları bilir! Bir rahip ve öpmek için....”
Ama ben haçı öpmüştüm zaten!
Yanındaki soğukkanlı ateist Şpeşnev’e döndü, “Biraz sonra İsa’nın yanına gideceğiz yoldaş” dedi.
Şpeşnev yumuşak yumuşak güldü:
“Bir avuç toz olarak” diye cevap verdi.
Kilisenin altın kubbesi buluttan kaçan güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Bir süre gözlerini kırpmadan o altın kubbeye dikip ışıkları izledi, kopamadı o ışıklardan.
Gözlerini ışıktan çevirdi. Papaz elinde haçıyla sanki sadece ona bakıyordu. Sıra onlara gelmişti. “Nereden baksanız beş dakikadan fazla değildi önünde kalan zaman. Bu beş dakika gözüne bitmez tükenmez bir süre, bitmez tükenmez bir zenginlik gibi görünüyordu. Bu beş dakika içinde akla hayale gelmez bir hayat yaşayabileceğini düşündü. Bu nedenle de o son anı düşünmeye bile gerek duymayıp, önündeki zamanın planlamasını yapmaya başladı. Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırdı zihninde, kendi kendine son bir kez düşünmek için ayırdığı süre de iki dakikaydı; kalan süreyi de son bir kez çevresine bakınmak için ayırdı. Yirmi yedi yaşında, sağlıklı ve güçlü biri olarak ayrılacaktı hayattan. Biraz önce Şpeşnev ve ötekilerle vedalaşmıştı zaten. Bu fasıl bitince kendi kendine düşünmek için ayırdığı iki dakikalık süre başlamıştı. Bu süre içinde ne düşüneceğini önceden belirlemişti: Şu anda varım ve yaşıyorum, üç dakika sonra da bir şey olacağım.. Ama ne olacağım? Nerede olacağım? Üç dakika sonraki ben kim olacak? İki dakika içinde cevabını bulmayı düşündüğü sorular işte bunlardı. Üç dakika sonra kubbenin ışıklarına karışıp gidecekti. Az sonra başlayacak yeni hayatın bilinmezlikleri ve bu hayata karşı duyduğu tiksinti korkunçtu. Ama durmadan zihnini yoklayan şu düşünce daha korkunçtu: ‘Ölmüyormuşum! Yeniden hayata dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir hayat. Ve hepsi, olduğu gibi benim! Ah, bir yüz yıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım!’ Bu düşünceyle birlikte giderek beyni öyle zonklamaya başlamıştı ki, bir an önce sıranın ona gelmesini, bir an önce kurşuna dizilmeyi arzular olmuştu.”
Aklı tekrar Victor Hugo’nun kitabına gitti. Kitabı ezberlediğini bilmiyordu. Kitap satır batır kafasının içinde dans ediyordu şimdi. Zihninde sayfaları hızlı hızlı çevirdi, son sayfaya geldiğinde giyotine giden adamın çığlığını duydu:
“Bağışlayın! Bağışlayın diye tekrarladım, ya da hiç değilse merhamet edip beş dakika daha bekleyin.
Kim bilir belki de bağışlanabilirdim. Benim yaşımda bu şekilde ölmek dehşet verici! Son anda gelen bağışlama kararlarına sık rastlanırdı. Beni bağışlamayıp da kimi bağışlayacaklardı?”
Victor Hugo’nun kahramanının yalvarmalarına bir anda gümbürdeyen davulların sesi karıştı, ardından geri çekilme borusunun tiz sesi duyuldu. Kulaklarına inanamadı. Ama boru sesi gerçekti.
Eski bir subaydı, bu borunun ne zaman öttürüldüğünü çok iyi biliyordu. Hayatının bağışlandığını o saniye anladı.
*
Alana dört nala bir subay girdi. Elinde Çar’ın afnamesi vardı. Atından atlamadan seslendi mahkumlara:
“Gafur ve rahim Çar hazretlerinin kutsal arzusu... hükmü bozdu ve cezalarınızı hafifletti.”
Bir subay yanaştı ona. Bağlarını çözdü. Zonklayan şakaklarındaki beyaz sargıyı, bir ağacın kabuğunu soyar gibi sıyırdı kafasından. Kefenini çıkardı.
Apar topar kaleye geri götürmek üzere yola çıkartıldı.
Yolda da aklından çıkmadı Victor Hugo... Kahramanı, “ömür boyu kürek cezası vereceklerine idam etsinler daha iyi” demişti yargılamanın başında. Giyotine gideceği kesinleşince de fikrini değiştirmiş, “Bir kürek mahkumu yürür, gider gelir, güneşi görmeye devam eder,” demiş, idama isyan etmişti.
Şimdi “güneşi görüyordu” işte.
Hücreye girdiği o an mutlu olduğu kadar, hayatında ne zaman mutlu oldu, hatırlamıyordu. Odasında bir aşağı, bir yukarı yürüdü. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemeye başladı.
Bu mutluluk onda bir vahi etkisi yarattı.
Yüzüne idam hükmünün okunduğu andan bağışlama anına kadar geçen 15 dakika, önüne yepyeni bir “insan olma” kapısını açmıştı. Tek bir adımla ölüm çukuruna yuvarlanmayı beklerken yeniden doğmuş, “güneşi görmüştü”. Ama yeni bir insan olarak. Şimdiye kadar ne çok boş işlerle uğraşmış meğer, zamana nasıl hoyratça kıymış, tembellik yüzünden ne çok şeyi ıskalamış, yüreğine ve ruhuna karşı ne çok günah işlemiş!..
Oysa hayat bir hediyedir. Mutluluktur hayat.. Her anı sonsuz olan bir mutluluk. İçimizdedir hayat, dışımızda değil.
Ruhunun tamamen arındığını hissetti. Hiç kimseye, hiçbir düşmanına hiçbir garez, hiçbir öfke belirtisi hissetmiyordu şimdi. Nefret ettiği kim varsa, burada olsalar şimdi hepsine sarılabilirdi.
Kurşuna dizilme anını beklerken, 15 dakikada aklına gelen deli soruların cevapları yakınında bir yerde değildi. Şimdiye kadar uzak kaldığı din, ve İsa cevap verebilirdi ancak o sorulara.
Kararın verdi, yeni hayatına bir dindar olarak başladı.
Kalan hayatının 32 yılında, arka arkaya şimdi hepimizi yere mıhlayan o muazzam romanlarınıyazdı.
Dostoyevski, o günden itibaren hiç konu sıkıntısı çekmedi.
*
Yararlandığım kaynaklar:
Joseph Frank, Dostoyevski-Çağının Bir Yazarı, Everest Yayınları
Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü, İş Kültür Yayınları
Dostoyevski, Budala, İletişim Yayınları
Dostoyevski, Suç ve Ceza, İletişim Yayınları
Stefan Zweig, Üç Büyük Usta, İş Kültür Yayınları