Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dışarıda oluk oluk yağmur yağıyor. Gecenin bir hayli geç bir saati. Şehir uykuda. Arada bir çakan şimşek, oturduğum odanın duvarını kısa bir süre aydınlatıyor, ardından gelen gök gürültüsüyle birlikte sönüp başucumda yanan okuma lambasıyla baş başa bırakıyor beni.

        “Biraz daha ışık,” diyorum rafta duran Goethe’nin “Faust”una bakıp gülümseyerek, kalkıp odanın lambasını da yakıyorum.

        Sehpanın üzerinde postayla gelen yeni kitaplar var.

        *

        İlk defa elime aldığım bir kitap kadar bana mutluluk veren çok az şey vardır. Keşfedilmemiş narin bir dünya var sanki elimde, düşürsem o’saat kırılıp toz buz olacak diye tedirgin olurum. O yüzden kırılacak eşya muamelesi yaparım kitaplara. Önce kapağına uzun uzun bakar, üzerinde toz varmış gibi avucumun içiyle siler, (siliyor muyum, okşuyor muyum bilmem) sonra biraz daha kendimden uzaklaştırır, uzun uzun kapağına bakar, arkasını çevirir, arka kapak yazısını okur, bir an önce demin kırılacak eşya muamelesi yaptığım dünyanın kapısını aralayıp o gizemli aleme dalmak için sabırsızlanırım.

        Bruno Schulz’un “Tarçın Dükkanları” paketten çıkanlardan biriydi. Neşe Taluy Yüce Lehçe aslından çevirmiş. Aynı kitap daha önce İlknur Özdemir çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları arasından çıkmıştı ama ben İngilizcesinden yapılan çeviriyi değil, asıl dilinden çevrileni tercih ettim.

        REKLAM

        Aynı zamanda bir ressammış Schulz. Belki de bu yüzden hikayelerdeki o ince, çok ince detaylar... Hep Kafka’dan etkilendiği söylenmiş sanki bir kabahatmiş gibi. Hem Kafka’dan etkileneceksin, hem de hakkını teslim edecekler; her babayiğidin harcı değil. Çoğu zaman bu “etkilenmeler” silik birer kopyaya dönüşür ki, böylesi metinler zamana kafa tutamazlar. Zamana direnemeyen de edebiyat olmaz zaten. Yoksa bu kadar az metinle, (az yazmış olması onun tercihi değil, en verimli yaşlarında sokak ortasında pis bir Nazi kurşununa kurban gitmiş) bütün dünyada bilinir, ciddi bir hayran kitlesi olan bir yazar olmak hiç kolay değil.

        “... hafifçe aydınlanmış, karanlık ve güzel iç kısımları, boya, cila, tütsü kokar, uzak ülkelerin aromaları ve ender bulunan malzemelerin esintisiyle dolu... Bengal maytapları, büyülü mücevher kutuları, çoktan unutulmuş ülkelerin pulları, Çin çıkartmaları, çivit, Malabar’dan gelen selefon kağıdı, egzotik böceklerin yumurtaları, papağanlar, tukanlar, canlı semenderler, şahmeranlar, adamotu kökleri, Nürnberg’den gelme kurgulu oyuncaklar, küçük saksılarda homunculuslar, mikroskoplar, dürbünler, hepsinden önemlisi de kendine özgü, ender bulunan kitaplar, garip oyma resimlerle ve çılgın öykülerle dolu kocaman ciltlerin” bulunduğu “Tarçın Dükkanları”na girmek için sabırsızlanıyorum.

        Daha okumadan, az biraz karıştırarak, şimdiden mutlu düşüncelere sürükledi beni kitap...

        *

        “Tarçın Dükkanları”nı bıraktım sehpaya, Nuri Bilge Ceylan’ın “Söyleşiler”ini aldım elime. İlk filmi “Kasaba”dan başlayıp “Kış Uykusu”na kadar geçen 22 yılda kendisiyle yapılmış mülakatlar tarih sırasıyla var kitapta. “Yol arkadaşı” Mehmet Eryılmaz derlemiş mülakatları, yeni bir kitap değil, benim elime yeni geçti.

        Hasan Ali Toptaş için İletişim Yayınları’nın vaktiyle hazırladığı “Efendime Söyleyeyim”in yanına bıraktım kitabı nedense.

        Hasan Ali Toptaş ile Nuri Bilge Ceylan’ın ortak yanları, ikisinin de isimlerinin on dört harften müteşekkil ve üç kelimeden ibaret olmaları değildir şüphesiz. Birinin edebiyatta yaptığını, ötekisi sinemada yaptı. İkisi de “taşra”dan kalkan bir trenin aynı vagonunda yolculuk yapan iki yolcuydu. Hasan Ali “taşradan” baktı; Nuri Bilge ilk üç filmiyle “taşraya” baktı. Birisinin kelimelerle yaptığını, öteki görerek yaptı. Biri okuttu, öteki gösterdi. Gösteren de aslında okutuyordu, okutan da aslında gösteriyordu... Biri kamerasını verse ötekine, öteki kalemin ona, araçlarını değiş tokuş etseler yani, dönüp dolaşıp aynı yere gelecekler aslında. Kamera kimde, kalem kimde kolay kolay ayırt edemeyiz. Kalın laflar etmeden, kimseyi kurtarmaya kalkışmadan, kurtulması gerekenlerin fikrini sormadan onları kurtarmaya yeltenmeden, “umutlu, keskin mesajlar” vermek yerine sadece “gerçekçi” olmaya çalıştılar ikisi de. Birisi başlamak için bir cümle aradı, öteki bir görüntü...

        REKLAM

        Nuri Bilge Ceylan, “Hiçbir şeyden emin olmayan bir insan olduğu için” belki de o muazzam filmleri yaptı. Aynı “emin olmama hali” sanırım Hasan Ali Toptaş ta da var.

        *

        Kitapta okudum, meğerse bir ara dağcılığa ilgi duymuş Nuri Bilge Ceylan. On beş yıl kadar da yapmış dağcılık işini ama hiç zirvesi yokmuş. Tam yüz metre kala zirveye, “ne anlamı var” diyerek geri dönmüş. Zirveye yakın bir yerde içindeki şey her neyse birden yok olmuş. Anlamsız görünmeye başlamış. O tip bir kararlılığı ve sabrı çok uzun sürdürebilen bir yapısı yok demek ki. Zirveyi hayalde canlandırma aşamasını daha iyi buluyor. Çünkü hayalde iyice süsleyebiliyorsunuz ama süreç içindeyken yavaş yavaş değerden düşmeye başlıyor ve sonuca doğru iyice gevşiyor, anlamsız hale geliyor.

        “Sinema sanatı, edebiyatın ulaştığı derinliğe ulaşamadı henüz” diyor Nuri Bilge Ceylan.

        Haklı olabilir aslında. Bırakın Dostoyevsiki’nin kelimelerle anlattığını kamerayla anlatmak, mesela Hasan Ali Toptaş’ın “Heba” romanında verdiği kuru fasulye tarifini, sinemada aynı lezzetle anlatmak mülkün mü?

        Bendeki nüshanın 79. sayfasından aktarıyorum:

        “Pek güzel, dedi Ebecik gözlerini elindeki tespihe çevirerek; güzel olmasına güzel de, kuru fasulye böyle şaştım aşı gibi aniden pişirilmez ki, ona bir gün evvelden karar vermek lâzım. Çok değil, sadece bir taşım kaynatacaksın akşamdan, sonra aynı suyun içinde öylece dinlenmeye bırakacaksın. Ertesi gün mutlaka atacaksın o suyu, çünkü zerre kadar yaran yoktur insana; hem gaz yapar hem de yemeği bulanık gösterip fasulyelerin ışıltısını karartarak onların göz zevkimize hitap etmelerini engeller. Efendime söyleyeyim, işte suyunu süzdükten sonra fasulyeyi güzelce yıkayacak, üzerine üç parmak geçecek kadar su ilave edecek, ardından da kısık ateşte yeniden kaynatacaksın ama bu noktada kaynama ritmine bilhassa dikkat edeceksin. Biliyorsun, her yemeğin farklı bir kaynama ritmi vardır; bulgur hanım-budu, hanım-budu, hanım-budu diye ses çıkarmalı mesela. Dolma ve sarma da fakir-s..i, fakir-s..i, fakir-s..i diye. Ateşin ayarını tutturamaz da şayet bu yemeklere daha başka sesler çıkartırsan, imkânı yok iyi bir netice alamazsın. Fasulyeyi kaynatırken de dikkat edeceksin işte, hoplayıp zıplamadan, adeta alçak sesle bir şeyler anlatıyormuşçasına fıkırdayacak sadece ve böylelikle taneler dağılıp gitmeyecek. Senin anlayacağın, diri taklidi yapan birer ölü olacak fasulyeler; birbirlerine yapışmayacaklar, tam aksine aha şu tespihim gibi, ben buradayım diye tane tane ışıldayacaklar. Bütün bunların ardından sıra, minik birer küp şeklinde doğradığımız soğanlarla yeşil biberleri hem biber hem de domates salçasıyla birlikte yağda kavurmaya gelecek tabii. Lakin yeşil biberler pabuç yarımı gibi olmayacak yahut yemeğin ortasında birer saltanat kayığı gibi gezinmeyecek; boyları en fazla iki fasulye boyunda olacak. Velhasıl, bir hayli ihtimam göstermek icap ediyor bu işe. Mesela, kuru fasulyenin cebine şöyle iki üç diş sarımsak atmak da iyidir; yiyenin damağında, nereden geldiği anlaşılamayan hafif bir hoşluk yaratır. Her neyse, şu an bilmediğimiz bir yerde bilmediğimiz birisi aynen böyle pişirilmiş bir yemeğin hasretini çekiyor olabilir; bu bahsi daha fazla uzatmayalım bence.”

        REKLAM

        Bence de...

        Ama “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde yuvarlanan elmayı da, bir edebiyatçının aynı lezzetle anlatması pek mümkün görünmüyor bana?

        Nuri Bilge Ceylan, “Meseleleri açıklığa kavuşturmaktan çok, onları bulandırmayı seven” bir yönetmendir. O yüzden, kendisinin de anlamakta güçlük çektiği muğlak meselelerin filmlerini yapıp duruyor.

        *

        Pencereden baktım, -yazının şehvetine kapılmışım- yağmur durmuş meğer. Yaz yağmuru işte, aniden bastırır, büyük bir felaket geliyormuş gibi bir kabadayı edasıyla eser gürler gök, kısa bir süre sonra, kendisinden oldukça güçlü kaba saba bir başka dayı görmüş gibi sakinleşir, kuyruğunu kısar, sanki birisi musluğu kapatmış gibi şıp diye kesilir rahmet. Öyle oldu.

        Cama kadar uzanmış bitkiler silkelediler üzerindeki suyu, yağmur sonrasının o bilindik kokusuyla doldu odam.

        Diğer Yazılar