Sezai Karakoç'un çayındaki Judy Garland
Doğancılar’da, yönümüz Üsküdar’a dönük, bir an önce sıcacık bir çay içeceğimiz bir yer arıyorduk telaşla; aylardan Şubat’tı, jilet gibi kesen bir soğuk vardı dışarıda, rüzgar kuzeyden esiyordu, üşümüştük, içimizi sıcak bir çay ısıtabilirdi ancak.
Sağ cenahta yeni restore edilmiş eski bir konaktan “kafeye” dönüştürülmüş bir mekana girdik.
Sıcak hava yaladı yüzümüzü, kurulduk bir masaya.
Şiire ait ne varsa onun üstüne birkaç gram daha koyarak hafızasında her dem canlı tutan arkadaşım, garsona getireceği çayı tarif etti (leb-renk, leb-sûz ve leb-rîz), şiir kadar çaydan da anlıyor arkadaşım. “Varsa eğer böyle bir çayın getir, yoksa getirme” dedi sevimli bir gülüşle. Erzurumlu garson çaydan anlıyordu besbelli, başını salladı, gitti.
Çaylar geldi, güzeldi!
Çayı şekersiz içen arkadaşım, tam o sırada çayına bir tutam Sezai Karakoç şiiri attı; ben de şekersiz içerim, aynı tat benimkine de geçti:
(....)
“Bizim içtiğimiz çay da çaydır
Çarpık dudaklı ezik gözlü allı mavili çaylar
Vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir
İçtiğimiz çay
Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir
Judy Garland gibi çay
Kan gibi çay”
Judy Garland“Judy Garland gibi çay” demek... Bir Sezai Karakoç şiirinden fırlayıp geldi masamıza Judy Garland. Hakkında hiçbir malumatım yok! Anlatmaya başladı arkadaşım, şiirden anladığı kadar Hollywood tarihinden de anlıyor!
“Liza Minelli’nin annesidir. Kısa bir hayat yaşamış, sadece 47 yıl. Ama keder dolu bir hayat. Sezai Bey’in kuşağını çok etkilemiş belli ki...”
Çay bardakları boşaldı, yenileri geldi. Benim aklım, kudretli şairin içtiğimiz çayı “Dans eden bir kadının ayak bilekleri”ne benzetmesinde kaldı, ardından “Judy Garland’a”... O “bileklere” dair hiçbir görüntü yok benim hafızamda. “Oz Büyücüsü”nün Dorothy’si olduğunu söyledi ardından arkadaşım... Sonra biraz daha konuştuk Sezai Bey’den, Judy Garland’tan, çaydan, hayattan..
O çay muhabbetinde zamana ne kadar kıydık bilmiyorum, sokak lambaları yanmış demek dışarıda, ışıklar çoktan dans etmeye başlamış Boğaz’ın sularında. Dışarı çıktığımızda keskin Şubat soğuğu kara dönüşmüştü.
Üsküdar Meydanı’na kadar kar yağdı; biz de altında yürüdük.
*
Geçen pazar günü, yapılan üniversite sınavları dolayısıyla sokağa çıkma yasağı vardı. Çocuklar odalarında bir şeylerle meşguldü. Karımla ben, yaz öğleden sonralarının o bir yerlere sakız gibi yapışıp bir türlü oradan sökülmeyen zamanını oradan kurtarıp biraz daha hızlandırmak için bir şeyler aramakla meşguldük salonda.
Elim televizyonun kumandasına gitti bir ara. Açtım, Digitürk’teki filmlere baktım, “Judy”i gördüm.
“Liza Minelli”nin annesi” cümlesini okuyunca tanıtımında, bir anda Üsküdar’ın o soğuk Şubat akşamına gitti aklım. O gün ne kadar soğuksa bugün o kadar sıcaktı. Üstelik çay saati de değildi ve sıcakta çay içmek -her ne kadar iyi gelse de, pek eli gitmez insanın- olmaz.
En iyisi o soğuk Şubat gününü bu sıcak Haziran günüyle tokuşturmak. Bakalım “Judy” bana başka ne anlatacak?
Sezai Bey’in “Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir çay” kadar güzel midir birazdan seyredeceğimiz film?
Karı koca oturduk televizyonun karşısına.
*
Kızlara babalar değil, anneler hayat yolunu seçer. “Benim yaşadıklarımı sen yaşama kızım” der, kendi hayalindeki hayata benzer bir hayat kurgular kızları için anneler. Çoğu zaman da başarısız olurlar. Bir süre sonra birçok kız, aslında belki de pek istemeden annesinin seçtiği hayatı yaşamaya başlar. Kendi seçimi olmayan hayat, çoğu zaman onlara çok hoyrat davranır. İyilik yapayım derken anneler, belki de içinden çıkılmaz bir girdabın içine atarlar kızlarını bilmeden...
O yüzden midir bazı annelerle kızların ilişkisindeki nefret bilmem ama bu yazı için okuduklarımdan yola çıkarak diyebilirim ki, kızı için şahane bir “gelecek” kurgularken Judy’nin annesi, ona öylesine büyük bir kötülük yapmış ki, hayatı boyunca ondan nefret etmesine yol açmış. Daha çocukken onu Hollywood kurtlarının sofrasına atmış, ardından günde on altı saat çalıştırmış, hastayken, ateşler içindeyken onu zorla ayağa kaldırıp dans ettirmiş, şarkı söyletmiş. Turnelerde yol boyunca uyusun da dinlensin, sahneye zinde çıksın diye onu uyku haplarına alıştırmış, bir süre sonra o hapların müptelası olmuş, hayatı boyunca hap almadan hiç uyuyamamış.
Annesinin belki de çok para kazansın da rahat bir hayat yaşasın diye kızına uygun gördüğü o meşakkatli kısacık hayat boyunca kızcağız hep başkalarına para kazandırmış.
'Judy' filminde Judy Garland'ı canlandıran Renee Zellweger bu rolüyle 'En İyi Kadın Oyuncu' dalında Oscar kazandı...O ağır işçilikten, o gece ile gündüzün birbirine karıştığı sahne zamanlarından onun payına sadece beynini uyuşturan haplarla, içki kalmış...
Hayatın hoyrat darbeleri karşısında içkiyle gardını almaya çalışmış. İşe yaramadığını görünce de canına kıymanın yollarını aramış. Beş kere evlenmiş (çoğu eşcinsel erkeklerle), aynı sayıda da intihar girişiminde bulunmuş.
Bizim seyrettiğimiz filmde bütün bunlar anlatılmıyor tabi, haplar hariç...
Bütün bunları bildiğimizi varsayan film, onun hayatının son yıllarında Londra’da “belki hayat orada o kadar kıyıcı değildir, belki de orada tutunacak bir dal vardır” diyerek gittiği son turnesini anlatıyor bize.
Filmi yapan İngilizler her şeye öyle baktıkları gibi Judy Garlan’ın hayatına da “soğuk” bakmışlar. Yer yer yüreğe şöyle dokunup geçen şeyler yok değil ama Sezai Bey’in bir şiirine girecek kadar “kederli” bir kadının hazin hayatı filmden geçmiyor bize. Ama mesela yaptığı beş evlilik de belli ki “evlenmek için” yapılmış evliliklerdir, hani uyku getirsin diye hapa başvurmak gibi... Yoksa filmde de itiraf ettiği gibi bir kez Mickey Rooney’e aşık olmuş, o seferinde de ret edilmiş.
Filmde olmayan hüzün söylediği şarkılarda var. “Oz Büyücüsü” filminde söylediği “Somewhere over the rainbow” şarkısıyla herkesi ağlatmış...
Seyrettiğim filmde söylediği bir şarkıda “kurmayı cüret ettiğim hayallerden” bahsediyor.
Oysa hayal kurmak dünyanın en basit şeyi. Kim engelleyebilir ki senin hayal kurmanı? Kendinden korkuyorsan, o başka...
Hayatın boyunca hayal kurmaya bile izin vermemişlerse sana, tek başına kaldığında kurduğun hayale bile bir suçluluk duygusuyla yaklaşırsın.
Yaşamaya cüret etmeyenin elinde, sadece kurmaktan korktuğu boş bir hayal kalır!
*
O Şubat soğuğu olmasa, ondan kurtulmak için içimizi ısıtacak bir çay aramasak, o çayı tatlandırmak için içine Sezai Bey’in şiirini katmasak Judy Garland’ ismi benim için hiçbir şey ifadece etmeyecek, hayatını belki de hiç merak etmeyecek; o yüzden de, yapış yapış bir Haziran gününün bitmek bilmeyen bir öğleden sonrasında, binlerce film içinde karşıma çıkan “Judy”i seyretmeyecek, siz de bu yazıyı okumayacaktınız.
Çay işte... Bazen Proust’un yaptığı gibi bir kurabiye batırırsın, kayıp zamanın ardına düşürür seni, feleğin şaşar. Bazen bir şiir batırırsın bizim yaptığımız gibi, seni bir filme götürür, Judy Garland’la tanışırsın.