Norveç'in şaibeli gururu İstanbul'da!
Albert Camus’ünün, “İnsan aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer,” sözünü birçok kişi ona mal etti. Çünkü o “Açlık” romanın yazarıydı ve açlık açlık olalı beri, bu romanda olduğu gibi hiçbir yerde bu kadar etkili anlatılmamıştı; o halde bu söz en çok ona yakışırdı!
Aslında “Açlık” romanında yazarın amacı açlık belasının ne menemen bir bela olduğunu anlatmak çok, açlıktan geberse bile alın teri dökmeden kazanılan paranın açlık belasını defedemeyeceğine inanan, ekmek bulamadığı için kendi parmağını emerek kanıyla hayatta kalmaya çalışan, yemek bulduğunda da midesi kabul etmeyen, kasaptan köpeği için kemik isteyip bir köşede aynı kemiği gizli gizli kemiren gururlu bir gencin hikayesini anlatmaktı.
Kitabın yazıldığı 1800’lü yılların sonu, İskandinavya’da kitleler halinde insanların açlık belasından kurtulmak için yerini yurdunu terk edip Amerika’ya göçtüğü yıllardır.
*
“Açlık” romanının yazarı Knut Hamsun da 1880-1890 yılları arasında şansını iki defa Amerika’da denemiş bir yazardır, ancak ikisinde de orada tutunamamış, ikincisinde ağır bir hastalığa yakalanınca, “ölürsem bari memleketinde öleyim” diyerek dönüş yolculuğuna çıkmış, artık yolda ne olduysa, deniz havası mı iyi gelmiş, başka bir şey mi bilinmez, memleket varınca iyileşmiş, ondan sonra 60’ı aşkın yıl daha yaşayarak, karmaşık hayatına birçok ölümsüz roman ve büyük bir skandal ekleyerek sefil bir ölümle bitirmişti hayatını.
Bugünkü yazıma konu olmasının sebebi de 1899 yılında İstanbul’a gelmiş olması ve “Hilalin Altında” adıyla yazdığı seyahatnamesinde hem bu şehirden, hem Sultan Abdülhamit’ten, hem de güncel meselemiz olan Ayasofya’dan bahsetmesidir.
*
Avrupalının Osmanlı’ya, daha doğrusu kendi deyimleriyle “Türklere” bakışının tarihi bir önyargılar tarihidir. Knut Hamsun da bir sabaha karşı Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na girdiğinde onun da kafası o zamana kadar okuduğu o önyargılarla meşguldür.
Okuduklarına göre İstanbul fethedildikten sonra, -onlar buna “işgal” diyordu- şehrin serveti talan edilmiş, halkının tümü katledilmişti. Sultan kurbanlarını deste deste birbirlerine bağlayıp Boğaz’ın sularına atıyordu. Bizzat Hıristiyanların etini yemekten büyük bir haz alıyordu Sultan. Tahtta şimdi Abdülhamit adlı büyük bir katil oturuyordu.
Harabe, vahşi, sefil bir şehir bekliyordu Hamsun.
Oysa gördükleri, okuduklarına hiç benzemiyordu. “Bu küçük şehirde sessizlik hakim; ne pazar kalabalığı, ne fabrika uğultusu... Mal yükleyip boşaltan tekneler rıhtıma bağlı. Zaman zaman geçen vapurların düdük sesleri işitiliyorsa da telaşa gerek yok burada. Bu kadar şehrin yakınından geçip de hiçbir gürültü duymamış olmak ne tuhaf!
Gördüklerimiz, düşündüklerimizden çok farklı. Yoksa biz Türkiye'de değil miyiz? Ben otuz senedir beceriksiz sultanlar tarafından iflasın eşiğine getirilmiş bir memlekete dair yazılmış yazıları okumaktayım. Halbuki vapur, bağlık bahçelik küçük şehirlerin ve güllerin kıpkızıl parıltısıyla gözümüzü alan bir masal diyarında yol alıyor”du.
Bütün Avrupa basını Sultan Abdülhamit’in Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara yaptığı zulmü anlatıyor ama “sesini duyurması lazım gelen taraf tamamen dilsiz. Yalnızca bir taraf konuşuyor, hem de fasılasız ve bütün dünyada.”
Yazarın aklına şu fikirler geliyor:
“Abdülhamit Türkiye’ye uzun senelerdir sahip olmadığı bir itibar kazandırmış gibi görünüyor. Sultan ülkede ticaretin gelişmesiyle ilgilendi, mekteplerde yapılan reformlara itiraz etmedi, demiryolları inşaatına izin verdi, ordusunu yeniden tanzim etti. Kendisinin çok çalışkan bir kimse olduğu, sabahın beşinde kalktığı, icabı halinde hemen emrinde bulunmaları için katipleri sarayda gecelettiği söyleniyor.”
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan unsurların taleplerini bütün dünyaya duyurduklarını, neyi talep ettiklerini herkesin bildiğini söylüyor Hamsun, ardından da Müslüman tebaadan Kürtlerin, Arnavutların vb istiklal talepleri içinde olduklarını söylüyor ve meseleyi getirip kendi ülkesi Norveç’e bağlıyor.
“Norveç’te Yahudilerin devlete karşı açık ya da gizli düşmanlık gösterdiklerini, hatta silahlı mukavemette bulunmak arzusuyla tutuştuklarını düşünelim. Sonra? Sonrası, isyanı bastırır, isyancıları da kurşuna dizerdik.”
Son Ermeni isyanı çıktığında bir İngiliz gazetesinin verdiği bilgiyi göre, “Payıtahtta vazifeli bulunan yüksek dereceli devlet memurlarının yüzde 25’inin Ermeni asıllı” olduğunu belirtiyor ve şunları söylüyor:
“Demek ki İslam’ın Halifesi bütün kuvvetini Hıristiyanları yok etmekle kullanmamış, devlete düşmanlık göstermeyenleri bir kenara ayırmış. Türk devletinde en kuvvetli kimseler Hıristiyan Ermeniler ve Rumlardır. Sultanın Başmabeyncisi Ermeni’dir. Türk diplomatların yarısı Rum asıllıdır.”
Hamsun İstanbul’u biraz gezdikten sonra şu yargıya varır:
“Türkiye’nin öz evlatları işlerini birer birer (Müslüman olmayan gruplara) kaptırmakta. Ticaret, tefecilik, sermayeyi ellerine geçirmişler. Ve sömürüyorlar. Çünkü deniliyor ki, ‘Türklerde Hıristiyanların atılganlığı ve zekası yoktur.’”
İstanbul şöyle anlatıyor:
“Türkiye’nin payıtahtı, Marmara Denizi, Altın Boynuz ve Boğaziçi’nin birleştiği yerde kurulmuş. İki kıtanın arasına yerleşmiş, iki yakasında tabiat harikası tepeler ve eteklerinde deniz olan bu şehrin dünyada bir benzeri yoktur. Konstantinopel, her ne kadar Moskova’nın rengarenkliğine, kırmızı, yeşil ve yaldızlı kubbelerine sahip değilse de, Moskova’da olmayan bir şey var burada: Semaya yükselen beyaz minareler...”
İstanbul sokaklarında, kahvelerde oturmuş, kahve içip nargile fokurdatan ahaliye bakıp şu yargıya varıyor Hamsun:
“Avrupa’nın bu kadar yakınında yaşayan bir halk, kendini telaşa kaptırmamakla ne kadar iyi bir şey yapmış oluyor! Şimdi şurada yirmi adam sedirlere uzanmış, fabrikalara, bürolara koşturup yorulmaktansa, sabahın keyfini çıkarıyorlar.”
Rehberleri bir Rum’dur, onlara şehri gezdiriyor. Ve şu saptama:
“Türkler yabancılara rehberlik yapmıyorlar. Yabancı rehberler ya Rum ya Ermeni ya da Yahudiler. Türk, şehri çevreleyen üç denizde kürek çeken sandalcı, hamal, amele olabilir ama turistlere hizmet etmez.”
Rehber onları önce şehri kuşbakışı gören Galata Kulesi’ne götürüyor. Kuleden çıkıyorlar, rehber karşı tarafı gösterip,
“Haydi Ayasofya Camii’ne diyor!”
Peşine düşüyorlar.
“Caminin girişinde, kafir kösele tabanlarımızla, mukaddes döşemelere basmayalım diye, çizmelerimizin üzerine hasırdan terlikler geçiriyoruz. Ayaklarımızdaki bu terliklerin yürümemizi zorlaştırmasına rağmen ilerliyoruz. Burası müthiş bir mekan. Buranın bizce en dikkate şayan tarafı cesameti değil –bundan önce nice büyük katedraller görmüştük- kuvveti ve mimarisinin kabalığı. Her şey masif ve ağır. Ta tepede, kubbelerin altında insanlar ip merdivenlere tutunmuş çatıyı tamir ediyorlar. Küçük çocuklar gibi göründüklerine bakılırsa aramızdaki mesafe hayli fazla; yukarı doğru incelik uzanarak göz yanıltan hiçbir sütun ve kemer bulunmadığından kubbenin ne kadar yüksek olduğunun farkına varamamışız.
Eski bir kilise olan bu yapının her tarafındaki haçlar kazınıp duvarlara Kuran’dan ayetler yazılmış. Abdülhamit’in altın tuğrası mavi zemin üzerinde parlıyor. İhtişam ve şatafat yerine, gri renkli sıva hakim duvarlara. Daha sonra bu duvarların aslında mozaik kaplı olduğunu keşfediyoruz. Etraf galerilerle çevrili, erkeklerinki açık, kadınlarınki kafesli. Buraları Sultan’ın haremine ait mekanlar.”
*
Knut Hamsun, merak edip İstanbul’a gelmiş birçok Batılı yazarın aksine, buralara en “önyargısız” bakmış yazarların başında gelir. O dünya edebiyatının en önemli yazarlarından birisidir. Aynı zamanda da en tartışmalı yazarıdır da..
1920 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Bu ödülle birlikte önünde sonsuz bir imkanlar denizi açıldı. Kendine özgü fikirleri vardı. Amerika’da yaşamıştı, bu ülkedeki demokrasiyi “kitlelerin tiranlığı” olarak görüyordu. İngiltere’den nefret ediyordu. O yüzden Birinci Cihan Harbi’nde açıkça Almanları destekledi. Hitler iktidara gelince sevindi, ülkesinin Nazilere teslim edilmesini savundu, direnişçileri gazete ilanlarıyla teslim olmaya çağırdı.
Böylece Norveçlilerin gözünde “vatan haini” payesini kazandı. Bu işe bir anlam veremiyorlardı. Hayata düşkün, doğa aşığı, ince ruhlu bu adam nasıl olmuş da ağzından salyalar akan bir faşiste dönüşmüştü? Bulunabilen en akla yakın cevap, İngiltere’ye ve teknolojiye karşı duyduğu nefret, Alman kültürüne olan hayranlık onu Nazilerin safına çekmişti.
Ona göre Hitler insanlığın yeni kurtarıcısıydı.
Vardı, o kurtarıcının huzuruna çıktı, önünde saygıyla durdu, hararetle elini sıktı.
Savaştan sonra malikanesine devlet tarafından el konuldu. “Akli muvazenesi yerinde olmayan ihtiyar” raporu verildi, bir psikiyatri kliniğine yatırıldı, deli diye damgalandı. O sırada 90 yaşındaydı. Bu muameleyi hiç haz etmedi.
Bu sırada hiçbir Norveçlinin aklına, kapısına dayanıp onu linç etmek gelmedi. Hiç kimse onu öldürme planı yapmadı. Devlet “vatan haini” diye onu hapishaneye kapatmak fikri aklına getirmedi.
Bir gün bir gencin aklına çok yaratıcı bir fikir geldi. Eline Hamsun’un bir kitabını aldı, yazarın evine doğru yürüdü, bahçesine girdi, elindeki kitabı sessizce oraya bırakıp gitti. Bir süre sonra başka biri bir kitap daha getirdi. Sonra biri daha, biri daha, biri daha... Oslolular ellerindeki Hamsun kitaplarını yazarın evinin önüne yığdı.. Ne bir arbede yaşandı, ne kötü bir laf edildi, ne hakaret edildi, ne de “ya sev, ya da terk et” sloganına maruz kaldı.. Gurur üzerine dünya edebiyatının en büyük kitaplarından birisini yazmış olan yazarın içinden çıktığı o gururlu halk, o gururlu adamın kitaplarını sessizce ona iade edip dağıldı. Bir süre sonra Hamsun’un bahçesinde, kendi kitaplarından bir dağ oluştu. Bu ince, zarif, müthiş güzellikteki tepki, doksan iki yaşındaki yazara ömrünün en büyük utancını hediye etti.
O utanç içinde öldü.
*
Norveçliler, kitaplarını ona iade ederek ona en büyük cezayı verdi. Yine de o ülkesinin gururuydu ama o gurur artık şaibeliydi. “Vatan haini”ydi ama aynı zamanda bir “edebi deha”ydı. Cezasını çektiği için de son yıllarda itibarı iade edildi.
Halk günahlarını değil sevaplarını hatırlıyor; o yüzden adına festivaller düzenleniyor şimdi.
*
Not: Bu yazı yazarken, YKY’dan çıkan “İstanbul’da İki İskandinav Seyyah” kitabından yararlandım.