Boğabaşı ayakkabılar
Bir çift kelam edecek tek bir kişi yoktu yakınlarda. Ne yana baksan uçurum, ne yana baksan ıssızlık, ne yana baksan kimsesizlik, ne yana baksan uzak ufuktu.
Issızlığı bozan insandır. İnsan sesinden başka hiçbir ses, ses olarak algılanmaz böyle zamanlarda. Oysa doğa çok gürültülüydü ama yine de o gürültü, sessizlik olarak geliyordu kulağına.
*
İşte o zamanlar, o adamın sesini duyardım. O günahkarın, o mel’unun sesini...
*
O ıssızlıkta adamın sesi gözlerimi hiç ayırmadığım “boğabaşı” ayakkabılarıma bakarken geldi kulağıma.
Hani dün gelmiştin ya şehirden, katırın yükünden çıkan şehir kokan şeylerin arasından çıkan o kutu gibi küçük ayakkabılar...
Yalınayaktan kara lastiğe dün terfi ettim gelişinle birlikte.
*
Bütün gece uyuyamadı. Başucuna bıraktı ayakkabıları. Gece uzadı, uzadıkça uyandı, uyur uyanık ayakkabılar geldi rüyasına, uyandıkça başucundaki “boğabaşı” ayakkabıya baktı, rüyasında o ayakkabıları giymiş düğüne giderken gördü kendini, sonra rüyada olduğunu anladı, sabahı bir çocuk sabırsızlığıyla bekledi, baktı pencereden, dışarısı zifiri karanlıktı, tekrar uyudu, sonra horoz sesiyle uyandı, annesi namaz kılıyordu, yorgana sarıldı biraz daha, sonra çıktı yataktan.
*
Hani buradaki tarlamız artık bizi doyurmuyor diyerek evimizi yükleyip götürdüğün o üç haneli, iki dağın arasına sıkışmış da yamyassı olmuş, nefesi kesilmiş gibi duran köy benzeri yerdeki evimiz var ya, oraya gelirdi o mel’un. Bizim köyde yaşamıyordu hani, gezgindi, karşılaştığı her koyun, keçi sürüsünün içine dalar, birisini yakalar, kara lastik “boğabaşı” ayakkabısına sütünü sağar, içer de öyle yaşardı hani! Yüzü, yılkıya bırakılmak üzere olan yaşlı, yorgun, sahibinin işine yaramaz bir at yüzüne benzerdi hani. Kulakları kepçeydi. Dudakları sarkıktı. Avurtları çöküktü. İçinin çok derin bir yerinde saklı bir yarası durmadan kanıyor, o kan ağzından burnundan geliyormuş gibi öksürürdü hani. Başladığı hikayelerini çoğunlukla o iflah olmaz öksürüğü keserdi. Bazen öksürüğü hiç kesilmez, o zaman anlattığı hikayeyi keserdi.
Komşumuzun akrabasıydı. Yoksa böyle insanlarla senin işin olmayacağını ben de biliyordum baba. Adının ne önemi var, bak bahsetmeye başladım ya, yüzüne yayılan hoşnutsuz ifadeden senin de adamı unutmadığını anlıyorum.
Bize hikayeler anlatırdı kış geceleri hani. Dışarıda kar o kadar beyaz o kadar beyazdı ki, ortalığa bir kabus gibi çökmüş olan koyu karanlığı deler, her yeri beyaz bir karanlığa keserdi. Adam boyunda kar birikirdi hani. Bir kurtlar ulurdu dışarıda açlıktan, bir de kapımızın önüne kadar gelmiş, bizden merhamet bekleyen tilkiler dolaşırdı o zemheride evimizin etrafında. Kurt ulumalarına köpek havlamaları karışırdı.
*
Sobanın üzerinde akşam yemeği için pişen aş her ne ise çoktan yenmiş, bulunmuşsa eğer annemin çıkınının içinde şeker bulup çıkartılmış, iki bardak çay içilmiş, o meymenetsiz adam çoktan hikayesine başlamış olurdu.
Hep aynı hikayeyi mi anlatıyordu, yoksa anlattığı bütün hikayeler birbirine mi benziyordu hiçbir zaman bilemedim. Vahşiydi, korkunçtu anlattıkları, onu biliyorum. Biz çocuktuk, hikaye müptelasıydık, onun için anlatılan her hikayeyi merak ediyorduk. Hikaye zamanı geldiğinde hiç kimse bizi oradan uzaklaştırmıyordu. Hem gidecek başka yer yoktu, hem de büyüklerimiz de o hikayeleri duyalım istiyorlardı. Duydukça büyüyorduk. Büyümemiz için o hikayeler şarttı sanki.
Yoluna çıkan gavurları nasıl öldürdüğünü anlatıyordu güzel bir masal anlatıyormuş gibi o mel’un. Arkın içine yatırdığı, onca darbeye rağmen can vermemekte direnen yaşlı Nasturinin canını almak için katlandığı zahmeti anlatırken, yüzünde hiçbir değişiklik olmaz, güzel bir yemeği, birisine bilmediği bir yeri tarif eder gibi ölümü tarif ederdi. Zaman zaman coşar, oturduğumuz odada kapının dışına değil de oturduğumuz odanın içinde çıkardığımız ayakkabılara yönelir, ayakkabılar taş, kapıyı öldürmeye çalıştığı gavur yapar, ayakkabıları ardı ardına kapıya fırlatarak adamı nasıl öldürdüğünü bize göstere göstere anlatırdı. O kadar hızlı, o kadar hızlı yapardı ki işini, bir yandan kapıya ayakkabı fırlatırken, bir yandan da anlatırdı, hem elleri hem ağzı çalışırdı aynı anda.
İşini bitirdiğinde; bir gavuru daha cehenneme gönderdiği için, ölür ölmez cenneti garantilemenin verdiği rahatlıkla yerine oturur, sırtını duvara verir, kalın, kıllı parmaklarıyla kalın bir sigara sarar, sigarasından derin derin nefesler çekerek yokuşu tırmanan eski bir kamyon gibi aksıra tıksıra ardı ardına öksürmeye devam ederdi.
*
Çok sonradan öğrendim. Meğer asri zamanlarda hikaye anlatan meddahlar da, arada bir evimize gelip o cinayetleri nasıl işlediğini ballandıra ballandıra anlatan o adam gibi anlatıyorlarmış hikayelerini, aksesuarla... Ama onlar aksesuarlarını da yanlarında gezdiriyorlarmış. Bizimkinin tek aksesuarı bizim yırtık pırtık “boğabaşı”, lastik ayakkabılarımızdı.
*
Yere bakıyordu. Ama aslında ayağındaki “boğabaşı” ayakkabılarına bakıyordu. Akşam köye inecek, keçileri ağıla sokacak, koşa koşa eve girecek, duvardaki Saatli Maarif Takvimi’nin yaprağını koparacak; akşam namazını bitirmiş, ama seccadenin üstünde hala öyle diz kırmış bir halde Allah’ın huzurunu terk etmek istemeyip “tesbihat” yapan ağabeyinin seccadeyi toplayıp gelip yanına kurulup elindeki takvim yaprağının arkasındaki hadisi ona okuyup Kürtçeye tercüme etmesini bekleyecek; böylece bugünün de ödülünü almış olmanın huzuruyla bir an önce evlerine gelip onlara; zalim hükümdar Şehriyar’ın kılıcından korunmak için, bir yıl boyunca her gece ona bir masal anlatan “ŞEHRAZAT”ın* anlattığı masallardan birisini anlatacak olan Cebrail dayısının yolunu gözleyecekti. (Her gün keçi gütmeyi, akşam takvim yaprağının arkasındaki hadisi ağabeyinin ona okuması karşılığı kabul etmişti zaten.)
Cebrail Dayı dün gece de gelmedi. Gele gele o mendebur, o mel’un adam geldi tekrar.
Yine aynı hikayeyi anlattı.
Yine kapının önündeki ayakkabılara taş muamelesi yaptı. Yine kapıyı, yoluna çıkmış olan gavur yaptı, yine o taşları o gavura fırlattı.
Yine o masumun kanını bir ke daha bizim eve döktü.
*
Keçileri ağıla soktu. Eve girerken aklı ayakkabılarındaydı hala. Babam daha dün geldi şehirden. Daha dün çıktı o “boğabaşı” ayakkabılar o katırın yükünden. Daha kara lastiğin kukusu var üzerinde. Bugün keçileri güderken sivri taşlara basmamak için seke seke yürüdüm bazı yerlerden. Gözüm gibi baktım o ayakkabılara.
O mendebur, onları bir insana fırlatamayacak bu gece!
*
Kapı çalındı.
Telaşla koştu, “boğabaşı” ayakkabılarını kimsenin bulamayacağı bir yere sakladı. O mel’unu bekliyordu. Döndü, açık duran kapıdan Cebrail Dayı girdi içeri.
Sarıldı ona. Biliyordu, “Şehrazat” getirmişti ona.
*ŞEHRAZAT
Sen gecenin gündüzün dışında
Sen kalbin atışında kanın akışında
Sen Şehrazat bir lamba bir hükümdar bakışında
Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın
Sen bir rüya geceleyin gündüzün
Sen bir yağmur ince hazin
Sen şarkılarca büyük hüzün
Sen yolunu kaybeden yolcuların üstüne
Bir ömür boyu yağan bir ömür boyu karsın
Sen merhamet sen rüzgar sen tiril tiril kadın
Sen bir mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşadın
Sen başını çeviren cellatbaşının güne
Sen öyle ki sen diye diye seni anlayamayız
Şehrazat ah Şehrazat Şehrazat
Sen sevgili sen can sen yarsın.
Sezai Karakoç