Cezaya dönüşen seyahat
James Joyce’un; edebiyata kıyısından kenarından bulaşan, onun hakkında az şey bilenlerin de adını bildiği ama işi gücü edebiyat olanlar da dahil olmak üzere pek az kişinin baştan sona okuduğu, buna rağmen birçok ülkede onu sevenlerin bir araya gelerek kulüpler oluşturduğu, edebiyat tarihinin hakkında en çok yazı yazılan, bütün zamanların “kült” kitaplarından birisi olarak kabul edilen “Ulysses” adlı romanı, başkahramanı Leopold Bloom’un Dublin sokaklarında yaptığı topu topu bir günlük seyahatinin hikayesidir.
Edebiyatta bilinç akışı tekniğinin mükemmel bir örneği olarak kabul ediliyor bu roman.
Kitabın kahramanı Leopold Bloom, “sonsuzluk kadar uzun bir gün boyunca” Dublin sokaklarında dolaşır durur. Kitabı okuyup bitirdiğinizde aklınızda kalan onca şey arasında en çok sizi etkileyen şey, bilinç denilen gayya kuyusunun bu kadar şeyi nasıl kaldırdığını düşünüp hayretler içinde kalmanızdır. Zira yazar, bir insanın aklına gelen veya gelmesi muhtemel, belki de hiçbir zaman gelmeyecek olan bir yığın çetrefil şeyi, belirli bir sistematik içinde tasnif ederek ulaşılması güç bir ustalıkla hikayenin aracı haline getirmiş.
*
Birkaç günden beri yaptığım uzun seyahatler boyunca, yol boyu okuduklarım bana bu kitap hakkında da yeni bir şeyler öğretti.
Alberto Manguel “Efsanevi Yaratıklar” (YKY) adlı deneme kitabında James Joyce’un bu romanın kaynağını, meşhur “Gezgin Yahudi” efsanesinden aldığını yazar. Sadece Joyce mu, Eugéne Sue, Par Lagerkvist, Mark Twain ve Jorge Luis Borges gibi birçok büyük yazar, aynı hikayeden ilham alarak birbirinden önemli eserler vücuda getirmişler.
*
Öyleyse önce hikayeye kulak verelim.
İsa yorgundur, İsa yaralıdır, inliyor içten içe... Bedeninin her yerine durmadan kamçılar inip kalkıyor. Sırtında tahtadan çarmıh var. Yara beri içindedir. Romalı askerler merhametsiz, yoluna çıkan herkes yuhalıyor onu. İsa bu halde acılı Via Dolorosa boyunca ilerliyor. Dili damağı kurumuş, bir yudum su, Allah rızası için bir yudum su! Aniden yoluna bir pınar çıkar. Durup pınardan bir avuç su içmek ister. Avuçlarını suya daldırmadan yaşlı bir Yahudi hızlıca yaklaşır, onu arkadan itekler, suyu dudaklarına götürmesine engel olur. “Durma, yürü” diye çıkışır. İsa durur, yüzüne bakar yaşlı Yahudi’nin, “Ben gidiyorum. Ama sen, ben dönünceye kadar beklemeye devam edeceksin,” der. Başka da bir şey söylemeden, öyle susuz, öyle çaresiz çarmıha gerilecek Golgota Dağı’na doğru yürümeye devam eder.
*
İşte asri zamanlarda James Joyce’a, Jorge Luis Borges’e ve daha bir çok büyük yaratıcıya da ilham kaynağı olan “Gezgin Yahudi” hakkındaki Ortaçağ efsanesi böyle doğar.
Yahudi’nin o sırada işlediği büyük günah; Tanrının oğlunu gücendirmekti. Bu günahın kefareti ise, “zamanın sonuna kadar dolaşıp durmak”tır. Ve biliyoruz ki, İsa ancak Kıyamet Günü geri dönecektir!
Aslında İncil’de yer almayan ve çokça “Yahudi düşmanlığı” barındıran bu efsaneye göre Yahudiler bu yüzden Kıyamet’e kadar yerleşip bir hayata geçemeyecek, dünya durdukça hep bir gezgin gibi, oradan oraya, birer turist gibi dünya kazan onlar kepçe dolaşıp duracaklar.
Ama bundan başka, bu hikayede anlatılan en önemli şey, seyahati “bir ceza yöntemi” olarak tarif etmesi; bir beddua olarak konumlandırmasıdır.
*
Korona illetinin bize ettiği en büyük fenalık seyahati kısıtlamasıdır. Kısıtlanmış, belirli kuralla bağlanmış seyahat aslında şu anda baktığımızda bir “ceza yöntemine” dönüşmüş durumda. Maskesini, el dezenfektanını, mesafe kavramını yanına alıp uçaklara, trenlere ve diğer ulaşım araçlarına binen hemen hemen herkes, çıktığı seyahati gönüllü bir egzotik manzaralar görmek, başka halklar ve adetler keşfetmek, bir maceraya atılmak, amaçsızca dünyanın bir yerinde kaybolmak, sakin bir yere çekilip kafa dinlemek, bilgi, görgü arttırmak, heyecanla denizleri aşmak, küçük bir otelde konaklayıp dertlerinden uzaklaşmak amacını taşımıyor artık ne yazık ki.
“Pandemik bir hayata” mahkum olduğumuz günden beri çıkılan her seyahat, hepimiz için bir ceza yöntemine dönüştü ister istemez. Virüsü kaparsak ölürüz, bulaştırırsak katiliz bir anlamda.
*
Kuzey kutbuna yakın bir yerden Mezopotamya’nın kalbine yakın bir yere, Hakkari’ye doğru seyahate çıktığımda, neredeyse sekiz bin kilometrelik bir mesafe boyunca, çocukluğumda Ali ağabeyimin terzi dükkanında yanan parlak florasanın altından bana kalan yorgun gülümsemesini bir daha göremeyeceğimi biliyordum aslında, geç kalmıştım.
Mezarında sadece bir Fatiha okumak kalmıştı bana oraya vardığımda.
Başka bir zaman olsa, yıllar, çok uzun yıllardan beri yaşamadığım çocukluğumun şehrinin yazını birkaç gün bile olsa yaşamak, rahatlatıcı, güzel gelirdi bana. Ama bu Ağustos “kirli Ağustos”, salgın kol geziyor çarşılarda. Ne görmek istediğin bir dostu görebiliyor, ne doğru düzgün evinde oturup taziyeleri kabul edebiliyor, ne de eşle dostla bir pınar başına, coşkun akan bir çayın kenarına gidip doğanın sesleri arasında sakin bir anın tadını çıkarabiliyorsunuz.
Uzaklardan gelmiş benim gibi birisi, “potansiyel tehlike” görevini yapmaktan başka bir işe yaramıyor; ya ben virüsü getirmişim, ya da virüsü buradan alıp başka bir yere götüreceğim korkusu her şeye baskın gelmiş durumda.
*
“Gezgin Yahudi” efsanesinin yanında, en az onun kadar meşhur eski zamanlardan bugüne kalan efsanelerden birisi de “Uçan Hollandalı” efsanesidir. Eski bir denizci efsanesidir. Ümit Burnunu geçmek isteyip de başaramayan, bu yüzden de kayalıklara çarpıp parçalanan, o günden itibaren fırtınalı günlerde o gemiyi birçok kişinin gördüğüne inanılan efsane. Bir yorumu göre ise kaptan şeytanla kumar oynayıp kaybetmiş. O yüzden sonsuza kadar gemisinde tek başına denizlerde gezinmeye mahkum olmuştur.
Meşhur “Define Adası”nın yazarı Robert Louis Stevenson, efsaneye gönderme yaparak, “Umutla gezmek, bir yere varmaktan daha iyidir,” der.
Ona göre ne “Gezgin Yahudi”nin, ne de “Uçan Hollandalı”nın sonsuza kadar diyar diyar gezmelerini “ceza olarak” telakki etmek doğru değildir. Seyahat bir ceza değil, tam tersine bir eğitim faaliyetidir.
Seyahatin bize öğrettiği en önemli şey, dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğunu bize göstermesidir.
Bugün, Edirne’de sınır kapısını zorlayan, Akdeniz’de, Van Gölü’nde boğulan, cesetleri kıyıya vuran, çoğu balıklara yem olan, Kuzey Fransa’da, Güney İtalya’da kafileler halinde daha adil bir hayatın peşinden topluca yok olan göçmenlerin çıktığı yolculuğu seyahat kavramı içinde telakki etmek mümkün mü acaba?
Yine de yazıyı umutlu bir Orhan Veli şiiriyle bitirmek mümkün:
"Söğüt ağacı güzeldir.
Fakat trenimiz
Son istasyona vardığı zaman
Ben dere olmayı
Söğüt olmaya Tercih ederim.”