Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çok uzun bir süreden beri görmediğimiz bir sevdiğimiz, bir yakınımız, bir dostumuzla karşılaşırız ya yıllar sora; ya yaşlanmış, ya elden ayaktan düşmüş veya ağır bir hastalıktan mustariptir, şaşar kalırız. Karşılaşır karşılaşmaz, “keşke onu bu halde görmeseydim” diye düşünürüz. Çünkü sevdiğimiz, aşık olduğumuz insan olsun, mekan olsun, onun son gördüğümüz hali bilincimize nakşolur, onu hep o haliyle hatırlarız. Yıllar sonra karşılaştığımız ilk aşkımızın son halinin bizde hayal kırıklığı yaratmasının sebebi budur.

        Bu kez Bodrum’u her zaman gördüğüm halden farklı bir halde buldum. Tenhaydı, hatta ıssız, hatta hüzünlüydü.

        Karşıma çıkan herkes bizdendi. Herkes aynı dili konuşuyordu. Herkes bir yerlere ulaşma derdindeydi sanki, herkes telaşlıydı, çoğu maskeliydi.

        Şunu anladım ki meğer Bodrum’u biz tek başımıza güzelleştirmiyoruz. Bodrum’u güzel yapan, bize katılıp onun sokaklarını şenlendiren, dünyanın her yerinden buraya gelen uzak diyarların insanlarıdır.

        Nobel Edebiyat Ödülünü almış olan Meksikalı denemeci Octaviyo Paz, Meksiko Şehri’nden Berkeley’e gitmiş bir profesör arkadaşına, “Nasıl oraya alıştın mı?” diye sorar, arkadaşı “Alışamadım valla, oranın kuşları bile İngilizce ötüyor” cevabını verir.

        Bir yerin sokaklarında, meydanlarında kuşlar aynı dilden ötüyorsa, orada hayat tekdüzeleşmiş, yoksullaşmış demektir.

        Bodrum gibi dünyanın güzel köşelerini güzel yapan şey sadece doğanın sundukları değildir, doğa nimetleri üzerinde gezinen insanların farklılığı, çeşitliliğidir orayı çekici yapan…

        Korona illeti hepimizi vurdu ama en çok Bodrum gibi yerlere girdi buldozer gibi.

        Bodrum sadece bize kaldı.

        *

        “Paris yıkılırsa onu Balzac’ın romanlarına bakarak yeniden inşa etmek mümkündür” derler. Edebiyat milli şuuru yaratmakla kalmaz; o ülkenin, o ülke şehirlerinin düşünüş haritasını da nakşeder insanın hafızasına. Vesile olur bazen de edebiyat o mekanın bambaşka bir hüviyet kazanmasına.

        Gidip görmeden Bodrum’u; orayı mekan seçmiş, oraları romanlarında, hikayelerinde, şiirlerinde anlatmış sevdiğim yazarların kitapları sayesinde tanıdım ben de. Memleket insanının da onu keşfetmesinin tarihi yakındır aslında.

        Gitmediğimiz, görmediğimiz zamanlarda da orada bir Bodrum vardı uzakta.

        *

        Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yazdığı bir hikayeden dolayı Cevat Şakir’i “kalebentlik cezasını” çeksin diye oraya sürgüne gönderen “yazıdan it gibi korkan” bir zihniyet; oraya varır varmaz geldiği cenneti yazı yoluyla en büyük başyapıtı haline getirip o kitabı satır satır hepimizin hafızasına kazıyacağını bilselerdi belki de onu oraya göndermeyeceklerdi. Onlar berbat bir yerde belasını bulsun diye gönderdiler Cevat Şakir’i Bodrum’a. “Oraya gönderelim de belasını bulsun. Bakalım bir daha yazıyor mu” diye düşünenler nereden bilsin onu cennete gönderdiklerini. O zamana kadar kimse gitmemişti oraya, karadan ulaşımı yoktu, sadece tekneler gidiyordu İzmir’den...

        Üsküdar’dan Bodrum’a tam altı ay sürmüştü Cevat Şakir’in yolculuğu. İlk karşılaşmasını şöyle anlatır “Mavi Sürgün”de:

        “Eh nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular, ‘Neredeyse Bodrum görünecek’ dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyordum yahu! Tepedeki bir dönemeci dönünce, ‘şırrrak, ‘guuur’ diye Arşipel’in koyu çividisi ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi. Hani büyük camilerde ya da kiliselerde bir din adamı bir şey söyler de, cemaat o sözü tekrarlar. Tekrarlanan söz en yakınımızdaki binlerce dudaktan, binlerce insan ötelere kadar dalga dalga sıcak bir uğultu halinde enginler. Böyle bir ‘güürrr’ler de secdeye varılışlarla olur. Yalnız burada üstümüzü kapayan bir kubbe değil, bir derinlik vardır sonsuz. Akşamın çividisinde koyulaşan koca Arşipel -eski deniz- varlığını bana öyle bir heybetle bildirdi. Masmavi bir gürleyişti o. Ben diyeyim yüz bin deniz mili, siz deyin beş yüz bin deniz mili, en berrak bir açıklığa uzuyor da uzuyordu. Durduğum tepeden sonsuzluğu seyrediyormuş gibiydim. Buradan göz yayılımına hiç engel yoktu.”

        Yokuşbaşı’ndan aşağı inerken, Cevat Şakir’in tam bu noktada, “Durduğum tepeden sonsuzluğu seyrediyormuş gibiydim” cümlesini tekrarladım yanımda oturan Gül Demir ablama. Burada durup bakmıştı bundan sonraki cennetine:

        “Bakış ufukları belirledikçe adalar, sonra kıyıların denizle sarılıp sarmalaşmış kalabalık burunları ve koyları. Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada kaleyi taşıyan yarımada. Doğrusu ben, kalenin kulelerini daha basık sanıyordum. Bembeyaz yükseliyorlar, yüreğimdeki kaygıyı arttırıyorlardı.”

        O bu kalede hapis hayatı yaşasın diye gönderilmişti henüz kimsenin görmediği buraya. Ama “kaygısı” farklıydı:

        “Ne de olsa Bodrum adının yüreği sıkan bir karanlığı, bir loşluğu vardı. Oysa ışık ve berraklık, buğuyu üfüren meltem gibi izbeliği ve loşluğu öylesine sildi ki, hapsedilsem bile hapishanenin göğü gören penceresi, bir kapısı olur diye içim aydınlandı. Elbette hapsedilmesem daha iyi olurdu. Ama bu berraklık olduktan sonra, kaderin o aksi cilvesine bile katlanabilirdim. Ara sıra içim org gibi ötüyordu.”

        Cevat Şakir Bodrum’da “yürek sıkan” bir bodruma tıkılmadı merhametli kaymakamın girişimiyle “şehir sınırları içinde serbest” bir hayat yaşadı, kaldığı süre zarfında bir insanın hayatı boyunca yapması mümkün olmayan işler başardı Bodrum’da. Cezasının bir buçuk yılı bitti, devlet bu kez ona dünyanın en ağır cezasını vererek geri kalan cezasını İstanbul’da tamamlamasına karar verdi, onu adeta Bodrum’dan “kovdu”.

        İstanbul’a döndü, cezasını bitirdi, tekrar Bodrum’a dönmeye karar verdi. Mısır Çarşısı’nın arkasında tohum satan dükkanlara gitti, Bodrum’da ekmek için tohumlar aldı. Gerisini şöyle anlatır:

        “Büyükada’daydım, oralarda palmiyelere bakmak ve tarım kitaplarındaki resimlere göre hangisinin hangisi olduğunu tanımak üzere gezerdim. Bir gün, eskiden Otel Ciyakomo diye adlandırılan bir binanın yanında, tohum vermekte olan bir Pritkardiya Filifera palmiyesini gördüm. (Bu palmiyenin yelpazemsi yaprak bölümlerinin uçlarında titre gibi lifler sarkar. Onun için Bodrumlular ona ‘Sakallı Palmiye’ adını vermişler. İkinci Dünya Savaşı’nda ülkede ip ve urgan olmadığı için bütün halk kuyu ipinden tutun da eşek yularına kadar gerekli ipleri Sakallı Palmiyelerin sakallı bölmelerinden yapmışlar. Tarım Bakanlığı, Boğaziçi’nde bir ip, urgan ve halat fabrikası kurdu ama ülkede bunları imal etmek için gerekli olan lifli bitkileri ektirmeyi unuttu.) Palmiye yüksek, tohumları da yüksekteydi. Tanrıya sığınarak palmiyeye tırmandım. Doymaz bir iştahla ceplerimi avuç avuç tohumlarla doldururken, palmiyenin dibinde peydahlanan birkaç kişi sert bakış ve sert sözlerle palmiyeden inmemi emretti. Meğer palmiyesine tırmandığım bahçenin ait olduğu büyük ev mi, otel mi her neyse orada Troçki oturuyormuş.”

        Karakolda derdini zor anlatır.

        Bodrum’a döndükten sonra belediyenin resmi bahçıvanı olur. Belediyenin bahçesinde okaliptüs, mimoza, palmiye, grevilla ve amberlerin yanı sıra, çeşit çeşit rengarenk güller ve tohumlarını Nice’den getirttiği karanfiller yetiştirir.

        *

        Onun diktiği Bella Sombra Ağacının altında durduk. Öğlen saati olduğu halde “Sakallı Restaurant”ın önündeki masalar boştu. Daha önce geldiğim her seferde burada yemek yemek için yer bulunmazdı. Ağacın gövdesinde “Mavi Sürgün”den alınmış şu satırlar:

        “Dünyanın en güzel gölge ağacı Brezilyalı Bella Sombra tohumları getirttim. Bu ağaçlarda sık bir yaprak kubbesi oluyor. Dallar uzadıktan sonra uçları yere dokunuyor. İnsan serin ve fışıltılı büyük bir çadırın içindeymiş gibi, güneşin tabanca sıkarcasına vuran ışığından kurtuluyor.”

        29 Ağustos… Güneş ışığı mermi gibi… Çarşı bomboş… lokantalarda kimseler yok. Bella Somra Ağacının altı bomboş…

        Bodrum’un korona günlerindeki hali öyle ıssız, öyle tenha, öyle hüzünlü ki… Bilmem bu halini görmeli mi?

        Oradan ayrılırken, kulaklarımda Cevat Şakir’in yazdığı şu sözler yankılanıyordu:

        “Palamut bükünden kalktık. Tekin burnunu dolaşınca Bodrum’un portakal ve mandalina ağaçlarının kokusu geliyordu. Oysa on sekiz mil açıktaydık. Gözlerim bağlı olsa bile memleketimi güzel kokusuyla bulurdum. Bodrum'un önünden geçerken canımın canı masmavi kıyı gözlerimin karşısında gönlümce uzanıyordu. Denizin mavisi üzerinde o kadar temiz ve duru bir aktı ki...”

        Diğer Yazılar