"Köpek yürür ve hikaye başlar"
1987 yılında yanında mesleğe başladığım Orhan Duru’nun öyle yaptığını görünce ben de ona özendim; o günden itibaren uzun yıllar boyunca kendimle ilgili gazete ve dergilerde çıkan bütün haberleri biriktirdim.
Orhan Duru çok erken bir saatte geliyordu gazeteye; gazete ve dergileri özenle tarıyor, adının geçtiği her kupürü dikkatle kesiyor, daha sonra onu haber yazmak için kullandığımız sarı saman kağıdına yapıştırıp plastik bir dosyanın içine koyuyordu. Ben haber merkezinde redaktördüm, arada bir kültür sanat sayfası için yazarlarla, sanatçılarla röportajlar yapıyordum. İşte onları ve başka gazete ve dergilerde yeni kitabımla ilgili çıkan yazıları tıpkı Orhan Duru’nun yaptığı gibi ben de kesip sarı saman kağıtlara yapıştırarak dosyalamaya başladım. Uzun yıllar bu böyle devam etti.
Sonra dijital çağa geçtik, “Mösyö Google” diye bir şey girdi hayatımıza, nasılsa sanal alemde duruyor, istediğim zaman ulaşırım diyerek vazgeçtim kendi arşivimi yapmaktan.
Keşke vazgeçmeseydim.
*
Geçenlerde biriktirdiğim o eski gazete kupürlerini karıştırmaya başladım. 1988 Nisan’ında yazar Peride Celal’le yaptığım, Güneş gazetesinin kültür sanat sayfasında yayınlanmış kısa bir röportaja rastladım o kağıtların içinde. Kesip sarı saman kağıdına yapıştırdığım kupürün plastik dosyasında, sorularıma yazılı cevaplar veren Peride Hanım’ın dört sayfalık daktiloyla yazıp tükenmez kalemle üzerinde düzeltmeler yaptığı orijinal taslağı da vardı. Belli ki editör o dört sayfanın bir özetini yapıp sayfaya koymuştu.
Peride Celal’in sorularıma verdiği cevapları tekrar okudum.
*
Okurken, o soruları ona götürdüğüm güne gitti aklım. Vedat Günyol; Nişantaşı Valikonağı Caddesi’nin bittiği yerdeki düzlükte, sol kolda bir apartmanın girişindeki kırk yıllık arkadaşı Peride Celal’e gidecekti, o yıl Süreyya Duru onun bir hikayesinden “Ada” diye bir film yapmış, film bittikten sonra da Süreyya Bey vefat etmişti, o yüzden onunla bir röportaj yapmanın tam zamanıydı, Hoca’ya “giderken beni de götür” dedim, o da “tamam” dedi, oturdum Peride Hanım için birkaç soru hazırladım, kağıdı cebime koydum, birlikte gittik o eve; bahar ürkek filizlerini yeni yeni sunuyordu İstanbul’a.
Bu Peride Hanım’ı ikinci görüşümdü. İlk görüşüm Ada’daki evinde olmuştu, ikinci görüşmeden beş yıl falan önce… Aynı Peride Hanım’dı, beyaz saçları, güler yüzü, insana “bu kadın gençliğinde ne canlar yakmıştır” dedirten güzelliği ve zarafetiyle….
Bir berjer koltuğa oturdu, salonun her yerinde kitaplar vardı. Kışları bu evde, yazları Burgaz’daki evinde geçiriyordu. Ürkek ürkek iliştim bir yere ben de. Vedat Günyol ile Peride Celal çok eski iki dosttu. Onu ziyaret ettiğimiz sırada “benim son romanım olacak” dediği romanını yazıyordu. Yıllar önce yazmaya başlamıştı, önce adını “Kurt Salgını” olarak düşünmüş, sonra bu adı ürkütücü bulmuş, “Son Yıllar”dakarar kılmıştı. Kitabı anlatmaya başladı, heyecanlıydı. Nazım’ı, Münevver’i, Vedat Günyol ve ötekileri anlatıyordu. Sonra Vedat Günyol’dan gözlerini ayırdı bana baktı, biraz da hüzünlü bir edayla, “Ben otuz beş sene önce bu adama aşıktım, ama ona hiç açılmadım. O da benim ona aşık olduğumu biliyordu, o da sesini çıkarmadı. Sonra umudu kestim, dost olduk o günden beri…” Vedat Hoca’ya baktım, 70’ini çoktan geride bırakmıştı, dudağının kenarında o hüzünlü tebessüm, sanki birazcık utanmıştı… Devam etti Peride Hanım, “Yazmakta olduğum romanda Vedat’ın adı Hoca’dır, okurken o gözle oku… Orada o imkansız aşkı da yazdım.” Roman, o gün söylediği iki isimle değil, “Kurtlar” adıyla iki sene sonra yayınlandı, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandı.
*
O karşılaşmadan iki gün sonra bu kez tek başıma çaldım Peride Hanım’ın evinin kapısını. Yazılı verdiğim sorularımın cevaplarını almaya gitmiştim. Beni içeri aldı, bir süre holde bekledim, sonra bir zarf tutuşturdu elime. Osmanbey’den Beyazıt’a giden bir belediye otobüsünün içinde açtım zarfı, içinden dört daktilo sayfası çıktı, merakla ve heyecanla okumaya başladım:
MUHSİN KIZILKAYA İÇİN NOTLAR
“Çocukluğum savcı olan üvey babamla Anadolu’da geçti. 1934’lerde Bab-ı Ali yokuşuna çıktım. İlk öyküm ‘Ak Kız’ Sedat Simavi’nin o zamanlar çıkardığı Yedigün dergisinde çıktı. Küçük bir evlatlığın dramını anlatıyordu. Yeni öyküler için gazetelere başvurmalar… Son Posta gazetesinde çıkan ilk roman… Bu arada, Yokuş’ta birçok yazara dil öğretmiş olan M. Simon’dan ders alarak, okulda yarım kalan kırık dökük Fransızcamı da ilerletmeye çabalıyordum.
Uzun yıllar, sırası ile Posta, Cumhuriyet, Tan, Milliyet gazetelerinde öykülerim ve romanlarım çıktı. Yüzlerce öykü ve yirmiye yakın roman… Yazılardan aldığım para karın doyurmadığı için bir yandan da iş arıyordum.
İstanbul Elektrik Şirketi Neşriyat Müdürlüğünde sekreterlik, 1944 yılında İsviçre… Bern Basın Ataşeliğinde gene sekreter olarak üç yıl… Bu arada Cumhuriyet gazetesinde röportajlar ve öyküler yazıyordum. Türkiye’ye döndüğümde kısa bir süre İstanbul Basın Yayın Kurumu’nun yabancılarla ilişkiler bölümünde çalıştım. Sonra Yeni İstanbul gazetesine geçtim.
Avrupa’da geçirdiğim yıllar, Fransızcamı geliştirmeme olduğu kadar bilgilenip kendimi bulmama da yaradı.
1952 yılında evlendim. Kocamı kaybedeli on yıl oluyor. Kızım Zeynep Ergun İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Bölümünde görevli. Torunum Mehmet Ergun dokuz yaşında ve ilkokul dördüncü sınıfta.
Evlendikten sonra yaşamımda çok şeyler değişti. Beni anlayan, sanatımda destek olan, bilgili uygar bir insanla birleştirmiştim yaşamımı. On yıl önce kaybettiğim eşim Atıf Yönsel’i burada saygıyla anmak istiyorum.
*
1949’da ‘Dar Yol’ romanımla bir şeyler yapmaya çalışmıştım. Bu romanı unutup gitmiştim. Geçenlerde Selim İleri getirdi. Belki geçmiş zamanı anımsatan belgesel bir yanı var. Yeniden okuduğumda sanki ben yazmamışım gibi yadırgadım. ‘Dar Yol’u yıllar sonra genç dostum için imzalamak hüzün verici oldu biraz. Sözünü ettiğiniz yeni dönem 1954’te yazdığım ‘Üç Kadın’la değil, ‘Gecenin Ucundaki Işık’la başlar. ‘Üç Kadın’da benim ve dostlarımın gençliği ve gerçekle hayal bir arada akıyor. Yıllarca önce yazdığım bu romanı yeniden ele alıp içeriğini, dilini düzelterek basılmasını sağlamanın benim için duygusal bir yanı var. ‘Gecenin Ucundaki Işık’ dil ve kurgu açısından düzenlemeye girişsem belki de kurtulur. Çok gevezelik var o romanda. Gerilim dozunu da çokça abartmıştım. Eski romanların etkisinde kaldığım belli. 1966’da ‘Güz Şarkısı’ çıktı. Arada kaynayıp gitti.
*
‘İkinci aşama’ dedikleri yere nasıl geldim? Sandığınız gibi bir çatışma hesaplaşma olmadı kendi kendimle. Daha çok çatışmam dünyayla ve ülkemle oldu. Bizim kuşak Atatürk’ten sonra her şeyin bu kadar çözülüp bozulacağına hazır değildi sanıyorum. Bunun bunalımlarını çok derinden duymuşumdur. Sonra İsviçre’de geçirdiğim üç yıl benim için bir çeşit eğitim yılları oldu. Dünyayı başka türlü, yakından görmeme yaradı. Orada sanki önümde bir pencere açıldı ve ışıklar doldu içime. O sırada Yakup Kadri Bern’de elçiydi. Aramızda dostluk oluştu. Sanatçı yönüyle beni çok etkiledi. Eskiden beri çok sevdiğim bir yazardı üstelik. O yabancı ülkede onun ve eşinin bana göstermiş oldukları ilgiyi unutamam. ‘Panorama’ romanı, devrimden sonraki yozlaşmayı ve gelecekteki tehlikeleri yansıtan ilk aynalardan biridir sanırım. ‘Yaban’ ise Türk aydını ile halk arasındaki yabancılaşmaya tanıklık eder.
Evlendikten sonra da dışarıda çok yaşadım ve çok okudum. ‘İnsan’a bakmayı, onu anlamayı öğrendim. Büyük kentin insanıyım ben. İstanbullu bir aileden geliyorum. Burjuva kesimin içinde yaşadım. O kesimi anlamaya çabalıyorum. Hiçbir zaman güdümlü sanata yönelmedim. ‘Sanat sanat içindir’ gibi, budala bir düşüncem de yok. Yalnızca sanatın bir araç olarak kullanılmasına karşıyım. Üç hikaye kitabım var. Bir sürü romandan ayırıp, kabullendiğim birkaç roman…
*
Hikayeler; Jaguar, Bir Hanımefendinin Ölümü, Pay Kavgası…
Romanlar; Üç Kadın, Evli Bir Kadının Günlüğünden, Üç Yirmi Dört Saat (Hürriyet Gazetesi Vakfı Edebiyat Ödülü 1976)… Bunlar çekinmeden benim diyebileceğim yapıtlar. Belki ‘Gecenin Ucundaki Işık, 1963’ ve ‘Güz Şarkısı, 1966’ yeniden elden geçse yukarıdakilerin arasına girebilir.
*
Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma tam bir çöküntü demeye dilim varmıyor. Herkes gibi ben de ‘yükseliş ve düşüşün’ acısını çekiyorum. Bir türlü yakalayamadığımız ‘demokrasi’nin özlemi içindeyim. Televizyonun önüne oturup da ‘Çanakkale şehitleri’ programını izlerken ‘Atatürk nerede, onu ne yaptınız!’ diye, yerimden sıçrıyorum. Sorun şurada sanırım: -Batıya dönük bir yazar diye, kimileri kızar belki ama- sanırım sanatta olduğu gibi özgürlük, uygarlık ve düşünce açısından Batıyı otuz kırk yıl yıl öteden izleyip tembelce uyuklayan bir ülke haline geldik. Demokrasinin yerine bir türlü oturmaması, özgürlük kısıtlamaları, üniversitelerimiz, dolup taşan hapishanelerimiz, daha ne istiyorsunuz! Saymakla bitmez.
*
Ülkemizde ‘iyi roman yazılmadığı’ düşüncesine katılmıyorum. Çünkü bizde iyi romancılar var: Adalet Ağaoğlu, Selim İleri, Füruzan, Atilla İlhan, Leyla Erbil, Oğuz Atay ve başta Orhan Pamuk, daha birçokları… Orhan Pamuk’un kitabını Fransa’da basacaklar yakında sanıyorum. Çevirisini Andaç yapıyormuş. Adalet Ağaoğlu’nun ‘Bir Yaz Sonu’ nefis bir roman. Başka dillere çevrilip dışarı çıkabilse çok ilgi toplar sanıyorum. Ben Fransızları ve Fransızcaya çevrilmiş yabancı romancıları izliyorum. Bizim yazarlarımız arasında onların düzeyinde, daha yukarıda olanlar var. Dil sorunu, dışarıya açılmamış kapalı bir toplum olmamız yazarlarımızın evrensel olmasını engelliyor sanırım. İçerde işler daha da kötü. Kitapların en çok üç bin adet baskı yaptığı bir ülkede yaşıyoruz. Bir kilo eti ayda bir kez bile alamayan insanlarımızı düşünün. Kitaba para vermek bir lüks değil de ne bu insanlar için. Basılmayan ya da kötü kağıtlara, kötü basılan, dağıtımı yetersiz, okuyucu çekmek için reklamdan yoksun bir ortamda roman, hikaye yazmak, boşluğa taş atmak gibi bir şey artık. Muzır rezaletten başlarsak daha ne engeller var yazarın karşısında. Bir sevişme anlatımında erotik açıdan nereye kadar gidebilirim, roman kişisinin sanatsal tutumunu, düşüncelerini nasıl, nereye kadar anlatabilirim, bunu yazarsam hangi yasa karşıma çıkar, şunu yazarsam ne dert açarım başıma? Bunları da göz ardı etmemek gerek.
*
Son romanım bitmek üzere. 1978’lerde yazmaya başlamıştım. Sonra yeniden yazmaya başladım. Adı ‘Kurt Salgını’ olacaktı. Bu adı ürkütücü buldum. Adını ‘Son Yıllar’ koydum. Gerçeğe daha uygun. Benim son romanım olacak sanırım. Yaşlandım. Bundan sonra küçük hikayelerle yetineceğim. Dosyalarda birçok konu duruyor. Yazabilirsem tabi… ‘Son Yıllar’ öz yaşam karışımı bir roman. Yazarın, yazarlık dramını anlatmaya çabalıyorum. Biraz da romanın romanını yazar gibiyim. Garip ama öyle. Bana sorduğunuz soruların çoğunun karşılığını bu romanda bulacağınızı sanıyorum.
*
‘Ada’ filmini daha görmedim. Bu filmde Süreyya Duru’ya şanssızlık getirmişim gibi buruk bir duygu var içimde. Çok tatlı bir insandı. Onu çok sevmiştim. Bir şok oldu ölümü benim için. Keşke ne ‘Ada’ çevrilseydi, ne de onu tanımış olsaydım.
*
Sinema sorunuza gelince: Son zamanlarda sinemacılar konulu film yapmak istiyorlar sanırım. Bunun için yazar ve senaristlerin peşindeler. Köylerden kente geldiler sonunda. İşi ciddiye alıyorlar. Sinemanın bir sanat olduğunu halk da onlar da anlamaya başladılar. Sanatın en büyük harcı insan olduğuna göre artık insan dramına ağırlık veriyorlar.
*
Bir İspanyol yazar, ‘Sokakta bir köpek yürür ve hikaye başlar’ diyor. Küçük gizemli olaylar, acılar ve insan!.. Yazarlar için olduğu kadar bugün sinema sanatı da aynı yolda. Fellini’nin ‘Amarcord’ filmini düşünün: Bir vapur çıkar gecenin karanlığında ışıklar içinde, kıyıdakilerin özlemle baktıkları… Bir ihtiyar adam, siste kaybolduğunu sanıp, evinin kapısını bulmaya çabalar. Sis dağıldığında evinin kapısının önündedir. Unutulmayacak sahneler! Ah böyle bir şeyler yazabilsem ve bizde de böyle filmler çekilebilseler!.. Metin Ersan aklıma geldi. Hani o göldeki sandal sahnesi: Adam sevgilisinin kocaman resmiyle sandalda sürüklenip giderken…”
*
32 sene önce sorularıma verdiği bu cevapların plastik bir dosyanın içinde kalmasına gölüm elvermedi. Zamanında, afla hapishaneden çıktığında hemen askere almaya çalıştıkları Nazım Hikmet’e kefil olan ve Şair kaçtıktan sonra bu “kefaletin” başına büyük işler açtığı Peride Celal’i; bu yazıyı okuyacak olanların da biraz daha yakından tanımalarını istedim. Bir de edebiyat tarihçilerin işine yarar diye…