Harflerden dünya sanatına yol açan adam; Mehmet Çebi!
Bazılarımızın hayatını okuduğumuz bir kitap değiştirmiş, bazılarımızınkini bir öğretmen, bazılarımızınkini gördüğümüz bir resim, bazılarımızınkini ise kulağımıza çalınan bir müzik…
Hepimizin, hayatımızın bir anında, hiç beklemediğimiz bir vakitte, aniden karşımıza çıkan bir feneri olmuştur muhakkak. Bazen kör karanlıkta, bazen güpegündüz, bazen en umutsuz anımızda, bazen de onun dışında her şeyi düşündüğümüz bir vakitte...
Bir anda gittiğimiz yol aydınlanmış, beynimizin bir yerinde bir ışık peyda olmuş, kendiliğinden yepyeni bir yolda bulmuşuz kendimizi; hep o fenerin yaydığı ışık yardımıyla…
*
En çok da hüner sahipleri girmiş kanımıza. Çünkü sanat, hepimizin her gün gördüğü şeyin; o zamana kadar gözümüze, kulağımıza, beynimize hiç görmediğimiz şekilde görünmesidir. Sanatkar da, her gün gördüğümüz şeyi, görmediğimiz şekilde bize gösteren kişidir. O yüzden fener olur, aydınlatır içimizi.
Mehmet Çebi; Necip Fazıl’ın varlığından haberdar olduktan sonra, okula gidip gelirken otobüste, dolmuşta onun “Çile” kitabını okumamış olsaydı bir sanat koleksiyoneri olur muydu sorusu, bir çoğumuzun hayatını değiştiren “karşılaşmalar” olmasaydı ne olurdu sorusu kadar mühim bir sorudur. Soru şöyle de sorulabilir: Şiir insanı sanat koleksiyoneri yapar mı? Ben hiç düşünmeden “evet” derim bu soruya, çünkü ancak bunu şiir yapabilir!
*
Sanat meraktır… Başka hayatları, başka dünyaları… İnsanın derinini, tabiatın kalbini… O merak ya insanı sanatçı yapar ya da sanatçının ürettiklerini başkalarıyla paylaşmaya götürür.
Mehmet Çebi, eline kalemi alıp Necip Fazıl’ın yaptığını yapamadığından olsa gerek, onun dizelerindeki mananın yansıması olan nesnelere yöneldi. Kanını “zehirleyen” edebiyat onu anlamlı, hayata değer katan, kendi çağına, zevklerine tanıklık eden güzel olan her şeye itti.
*
Beyazıt’ta, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek tahsil yaparken, günün birinde nasılsa “yönetecek bir kamu bulmak zor, en iyisi mektep yerine oraya gitmek” dedi ve Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’na yöneldi. Orada mektepte olmayan ama ruhunun derinliklerinde arayışını sürdürdüğü bir yığın şey vardı. Sadece ders kitaplarını satmıyorlardı bugün olduğu gibi o zamanlar sahaflar. Hat eserleri gelirdi onlara, fermanlar vardı vitrinlerinde, bir delail, bir Kuran- Kerim, bir sayılı baskı levha bulunurdu dükkanlarının görünür bir yerinde…
Çok az kişi kıymetini biliyordu bunların o zaman. Bir gün büyük hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin “Ali” ve “Fatıma” isimlerini iç içe istiflediği harika bir levha aldı, hem de taksitle… Bu esere sahip olmak başkalarına sahip olma merakını da dürtükledi. Sonra kaymakam, müfettiş olmaktan vazgeçti, onun yerine vaktini daha çok müzayedelerde geçirmeye başladı. Geçmiş zamanlardan kalan muhteşem sanat eserleri yanından geçip gidiyordu, yetişebildiklerini, bütçesinin yettiğini satın aldı. Sahip olduklarını satmayınca da günün birinde bir de baktı ki, bir yığın eserin sahibidir.
“Koleksiyoner” sıfatını böyle kazandı.
Fatih’teki küçük dükkanını bir süre sonra Nişantaşı’na taşıdı.
*
Mehmet Çebi bir İmam Hatipli… Muhafazakar, dindar bir çevrede büyüymüş. Dükkanını; “ud ve ney”in, “ebru ve hat”ın semti Fatih’ten, “piyano ve gitarın”, “resim ile valsin” semti Nişantaşı’na taşıma gereğini neden duydu acaba? Öyle ya, bizim memlekette muhafazakarlar, Müslümanlar daha çok hattan, ebrudan, tezhipten hoşlanırlar, resme pek yüz vermezler, hatta bazıları onları duvarına asmayı günah addeder, heykel için ise “aman aman bizden uzak dursun” derler.
Dükkanı alıp Nişantaşı’na giderken belki de amacı bu algıyı kırmaktı. Çünkü ona göre, iyi sanatın dini imanı, etnisitesi, ideolojisi yoktu. İyi sanat herkesin ruhuna aynı şekilde nüfuz eder. Buna karşın meseleye çok sığ bakanlar vardı. Mesela “Baskı takvimlerden kesip evlerine hat levhası diye asan milyon dolarlık muhafazakâr zenginlerimiz var”dı. Onları kendi sanatlarıyla buluşturmaya uğraştı. Para tek başına bir değer değildi, yanında mutlaka biraz kültür gerekiyordu.
Bunu derken Fatih’tekiler “kültürsüz”, Nişantaşı’ndakiler “kültürlü” demek istemiyor kuşkusuz. Yapmak istediği şey, bize ait olan sanatın, Doğu’nun ürünü olan yaratıların, İslam sanatının da en az diğerleri kadar kıymet görmesinin yolu açmaktır. Bu yol da daha çok İstanbul’un zengin semtinden geçiyordu.
*
O içinde yer aldığı camianın sanata bakışı gibi bakmıyor sanata. Sanat, geçmişte yapılan bazı eserleri taklit etmek değil, hayatı güzelleştiren şeydir. Mesela beş yüz sene sonra Mimar Sinan’ın muhteşem eseri Süleymaniye Camii’nin bir benzerini veya birçok benzerini yapmak sanat değildir. Çünkü Mimar Sinan bugün yaşıyor olsaydı, o da Süleymaniye’ye benzer bir cami yapmayacaktı. Muhtemelen mimarinin geçirdiği aşamaları, inşaatta bulunan yeni teknikler, sanatın sunduğu yeni imkanları göz önünde bulundurur, mevcut eserinin üzerine yeni bir şey koyan bir eser vücuda getirdi. Önce büyük eseri Süleymaniye’ye bakar, sonra yeni yapılan onun taklidi Çamlıca Camii’ne bakar, “benim başlattığım geleneğin vardığı yer burası mı, eyvahhh” deyip muhtemelen saçını sakalını yolardı. Hat sanatında da benzer bir durum var; hüner Hafız Osman gibi yazmak değil, onun yazısına yeni bir boyut katmaktır. Hafız Osman bugün yaşasaydı hangi malzemeyi kullanırdı sorusu mühimdir, belki de geçmişte yaptıklarını bir tarafa bırakır, üç boyutlu, post modern işler yapardı kim bilir!
Geleneğe bağlı olmak geleneği dondurmak değildir; “gelene” bir “ek” yapmaktır.
Kalıcı sanat da budur zaten.
*
Abidin Dino “Sinan” adlı eserinde, “Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u neden fethetti?” sorusunu sorar ve ardından sorusuna kendisi şu cevabı veriri:
“Mimar Sinan Süleymaniye Camii’ni yapsın diye!”
Mehmet Çebi de Abidin Dino’dan ödünç alarak aynı soruyu sorar ve “Selahattin Kara İstanbul resimlerini yapsın diye,” cevabını verir sorusuna. Belki de bu tutkusundan olsa gerek “İstanbul Resimleri Müzesi” fikrinin peşine düştü ve nihayet geçen sene Üsküdar Belediyesi’nin zemin katında bu düşünü gerçekleştirdi. Şimdi bu müzede Türk ressamlarının 1850’lerden günümüze yüzlerce İstanbul temalı resimleri sergileniyor. Mehmet Çebi’nin müzesinin dünyada başka bir örneği yok. Dünyada tek bir şehri konu alan resimler sadece bu müzede var.
Bu Mehmet Çebi’nin açtığı ilk müze de değil üstelik. Beş sene önce İstanbul Sanat ve Medeniyet Vakfı’nı kurdu. Bu vakfın, doğduğu semt olan Süleymaniye’de Hilye-i Şerif ve Tespih Müzesi de var... Müze Siyavuş Paşa Medresesi’ndedir, medrese Mimar Sinan’ın önemli eserlerinden birisidir.
Çebi, yıllardır biriktirdiği sanat eserlerinin bir bölümünü şimdi bu iki müzede sergiliyor.
*
Baştan beri yola çıkarken, İslam sanatı içinde en özgün sanatlardan birisi olan Hat sanatını yeni bir yola sokmaktı. Geniş imkanları olan bu sanat ne yazık ki bulunduğu yerden milim ilerlemiyordu, çünkü bu işe soyunan herkes kendinden bir öncekini taklit ediyordu. Kolları sıvadı, bir kısırdöngü içinde, yüzyıllardan beri kendini sürekli tekrar eden bu sanatı, özgün ölçülerini bozmadan, dünyanın her müzayedesinde para eden, en burnundan kıl aldırmaz kibirli insanların da önemli bir miktar para vererek evinin duvarına asabileceği modern sanat haline gelmesinin yolunu açacak denemelere girişti. Bu amaçla atölye çalışması yaptırdı yüzlerce sanatçıya. Fikri o bulmuştu, bu fikri icra edenler bugünün önemli hattatlarıdır. Onun tek arayışı, bir eski konağın tavan arasında kalmış, bir sahaf dükkanının en kuytu köşesinde saklanmış bir eski zaman eserini bulup gerçek değerine kavuşturmak değil sadece; onun asıl arayışı bir yetenekli insan bulup elinden tutarak onu dünya sanatçısı yapmaktır.
*
Mehmet Çebi çağdaş hat sanatının oyun kurucusudur bugün. Bir fikir attı ortaya, başta katılanı azdı, sonra fikre inananlar çoğalmaya başladı, bir süre sonra onun kurduğu oyuna katılanların sayısı o kadar çoğaldı ki, kendisi de şaşırdı. Şimdi harflerden dünya sanatına giden yolda emin adımlarla yürüyor.
İşte bu Mehmet Çebi Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında bu yıl, bir koleksiyoner olarak ödüle değer görüldü. Herhalde ödülü en çok hakkedenlerden birisidir o.