Yıllardır içerde yatan romancı Ahmet Altan'ı düşünürken!
İyi yazarlar, kendi kendini cezalandıran birer mahkumdur. Bizim gibi başıboş bir özgürlük yaşamaz onlar. Daracık bir dünyada yaşarlar. Çoğunun mekanı basit bir odadır.
Bazıları formika, bazıları ahşap, bazıları hazırdan alınma, bazıları bir marangoza sipariş edilmiş, bazılarının bir ayağı aksak, bazıları cilasız, bazıları tahtadan, bazıları antika masalarda yazarlar.
Çoğunun masalarının üzerinde sigara küllükleri durur. Bazı masalar darmadağınıktır. Bazıları düzenli… Kalemler dağılmıştır bazı masalara, mürekkep dökülmüştür bir yerlere, bazılarının üzerinde çuha var, bazıları çıplak, bazı masalarda açık duran defterler vardır. Üst üste yığılı kitaplar durur bazı masaların üzerinde, bazıları ters bırakılmış, bazılarının arasında ayraçlar vardır kitapların.
Bazıları pencereye sırtı dönük oturur. Duvara bakarlar. O beyaz badanalı duvarlarda görürler hayal ettikleri dünyayı. Bazıları için o duvar bir ayna görevi görür. Yarattığı kahramanlar teker teker geçer aynanın önünde, bazıları durup göz kırpar, bazıları rolünü beğenmez, bazıları elinde bir tabanca, bir baltayla görünür aynada, bazıları bir buket çiçekle girer görüntüye.
Bazıları pencereye dönük otururlar. O pencerede neyin göründüğünü sadece o pencereden bakan yazar görür. Biri misal bir hayal kurar, başlar hikaye.
Bir hastane odasında iki hasta yatmaktadır. İkisi da yatalaktır. Birisinin yatağı pencere önündedir, ötekinin duvar dibinde. Pencere önündeki her sabah pencereden bakarak dışarıdaki hayatı anlatır oda arkadaşına. İşte bir çocuk fırladı sokağa, sırtında çantası, elinde simit. Simidi kemire kemire gidiyor okula. Bir seyyar satıcı geçiyor şimdi, işine yetişmek için koşan bir memur. Bakkal çırağı sepeti doldurmuş götürüyor, kapıcı sıcak ekmek dağıtacak dairelere. Her gün bir hikaye… Dışarıda pırıl pırıl bahar güneşinin altında her yeri kaplamış bir mutluluk rüzgarı esiyor. Bak o rüzgarın sesini duyuyor musun? İşte şu anda burnumuza gelen çiçek kokusu, çiçekçiden yola çıkmış bir seviliye giden sepetten geliyor. Böyle böyle günler günlere eklenir, duvar dibindeki hasta bir yolunu bulur, gece yarısı pencerenin önündeki hastanın fişini çeker, ölünce onun yerine geçecek, bir anlatıcıya ihtiyaç duymadan istediği gibi görecek pencereden görünen dışarıdaki o muhteşem hayatı. Sabah ölmüş adamı çıkarırlar odadan, boşalan yatağına duvar dibindeki arkadaşı talip olur, onu oraya götürürler. İçi içine sığmıyor. İlk işi pencereden bakmak olur. Heyecanla kafasını uzatır, dışarıda ziftle kaplanmış kapkara bir duvardan başka bir şey yoktur.
Bazı yazarlar o katran karası manzaradan çiçeklerle bezeli bir dünya sererler ayaklarımızın altına, kendi çilehanelerinde, bizim gezindiğimiz yerleri birer cennete dönüşür onların kaleminden.
*
İyi yazarlar, kendi kendini hücrelere kapatmış birer çilekeştir. Çilehanelerde yaşarlar. Çoğu erken kalkar sabahları. Her birisinin önünde yazılacak iki üç sayfa vardır akşama kadar. Çaylarını kendileri demler, su kaynayıp demliğe dökülünce hissedilen o çay kokusu gün boyunca terk etmez onları. Bazıları çay yerine kahve müptelasıdır, fincan fincan kahve içerler. Kahve, kelimelerin palamarını çözmez çoğu zaman. Bir şey bekler, bekledikleri şey her ne ise, onlar “ilham” adını vermez, farklı bir işle meşgul olurlarsa eğer her şeyin sökün edeceğini sanır bazıları. Yazmaktan başka ne iş olursa yaparlar evde; bazıları çamaşır yıkamaya kalkar, bazıları evi temizler, ütü yapmaya yeltenenler de var ama en çok yemek yapmanın yazmaya iyi geldiğini sanırlar. Böyle düşünenler haksız da değiller hani… Yemekle yazmak uğraşı benzer uğraşlardır, ikisi için gerekle olan yaratıcılıktır. Bir yazar yazamadığı için o sırada neyle uğraşırsa uğraşsın aklı kelimelerdedir, bir hayal canlanır yavaş yavaş tekrar masanın başına koşarlar. Yazdığını beğenmez, beğendiğini yazamaz. Böyle böyle bir mengenenin içinde sıkışmış bir halde yazdığını yırtıp atar. Yazdığı her şeyi yırtıp atmadan biriktirirse eğer, o sıradaki ününü ikiye katlayacağını sanır, o yüzden kıyamaz yazdıklarına ama bilmez ki eğer o sırada o kadar ünlüyse yazıp da beğenmeyip yırtıp çöp kutusuna attıkları sayesindedir. Sabahtan akşama kadar bütün vaktini yazmakla geçiren yazarların yazdığı her şey işe yarar şeyler olsaydı eğer dünyadaki bütün yazarlar birer Balzac olurdu. Çünkü Balzac, yazdığı hiçbir şeyi atmazdı. Vaktini o kadar verimli kullanırdı ki; -tıpkı bir alkoliğin evin her yerine bardak dizip içine birer pipet koyup içkiyle doldurması gibi- tuvalete oturduğunda bile divitini ve mürekkep hokkasını yanına alır, orada da yazar da yazardı.
Tanıdığım yazarlar içinde en disiplinlisi, en işine bağımlı, en mesleğine sadık, en aşık yazar Orhan Pamuk’tur sanırım. İki eli kanda bile olsa sabah saat 7 gibi çalışma masasının başına geçer. Yemek ve temel ihtiyaçlar hariç o masadan kalkmaz, bilgisayarla değil elle yazar, neden elle yazdığını sorduğunuzda, “akşama kadar bilgisayar ekranına bakamam ki” der. Çalışır akşama kadar. Akşam yemeğinin saati yaklaştığında eğer bir sayfa falan yazmışsa, mutlaka kendini ödüllendirir, bir arkadaşıyla yemeğe falan çıkar. Ama bir sayfayı yazması ender zamanlara rastlar.
*
İyi yazarlar hayatlarını eserlerine adarlar. Hayatında yazdıklarından daha kıymetli hiçbir şey yoktur. O yüzden çoğu evlilik hayatında başarısızdır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eşi Leman Hanım, 1934 yılında kendisiyle röportaj yapmaya gelen Adile Ayda adlı bir gazeteciye şunları söyler:“Kızım sakın bir romancıyla evlenme. Çünkü onlar bütün inceliklerini, bütün zarafetlerini okuyucularına harcayıp bitiriyorlar, yakınlarına bir şey kalmıyor. Kendilerini eserlerine içine döküp adeta boşalıyorlar.”
*
İyi yazarlar, eserlerini hayatlarından daha çok önemserler. Hayat geçici, eser kalıcıdır çünkü. Marcel Proust, bütün hayatını eserine adamış böyle bir yazardı.
Dayısından kalan evini bütün duvarlarını ses geçirmez mantar panolarla kapattırmıştı. Astım hastasıydı. Günlerinin sayılı olduğunu biliyordu. Dışarı çıksa hastalığının nüksetmesinden korkuyordu. Hastalanması mühim değil, mühim olan hasta haliyle yazamamasıydı. O yüzden kendini dış dünyadan izole etti. “Kayıp Zamanın Peşinde”yi yatakta oturarak yazmaya başladı. Yazdı, yazdı, tam 7 cilt, 3 bin 133 sayfayı yataktan çıkmadan yazdı. 1922 ilkbaharında nihayet kitabına “son” noktayı koydu. Hizmetkarı Albaret’i çağırdı, “artık ölebilirim” dedi. Çocukluğunda çaya batırdığı kurabiyenin kokusu o odada gelip onu bulmuştu, o günden itibaren sökün eden bütün her şeyi yazmış; anılarını bitirmiş, içinin bütün sevincini, acısını, kirini, pasını kağıtlara dökmüştü. Artık yaşamanın manası kalmamıştı. Yeni bir hayata başlayamazdı. O kitaptan daha iyi bir kitap da asla yazamazdı zaten. O yılın Temmuz’unda bronşiti azdı, doktora gitmedi, tedavi olmak istemedi. Ölümünü eserinin bitimine denk getirmek istedi. 18 Kasım 1922’de öldü. Eseri bitmişti, artık yapacak hiçbir şeyi yoktu. Onun için yazığı kitap hayatından daha önemliydi.
Proust, kendi eliyle yarattığı hapishanede bir hapis gibi yaşayarak “ölümsüzlük” mertebesine ulaştı.
*
Yazarların kendi kendini içeri kapatması hepimizin yararınadır. Bizim yazarları içeri kapatmamız ise emin olun hepimizin zararınadır.