İmla ve o deve dişi adamlar, kadınlar...
Eskiden gazetelerin tashih servisleri Hilmi Yavuz’un deyimiyle birer “edebiyat mahfili” gibiydi.
Dile vakıf, kelimelerin gücünü bilen, yapılan ufak bir imla hatsının bile bazen nasıl büyük anlam kaymalarına sebep olduğunu görmüş yaşamış, çoğu edebiyattan gelen iyi yazarlar, iyi şaireler buralarda çalışır, işlerinden arta kalan zamanlarında da asıl uğraşları olan yazıya dönerlerdi. Yazarlık bir başına karın doyurmuyordu (şimdi doyuruyor mu ki?), buralarda geçimleri için para kazanır, edebiyatı da bir tutku olarak sürdürürlerdi.
Hepsi deve dişi gibi adamlardı.
Onlarla aynı hayatı yaşayan, başka işlerle iştigal eden yazar arkadaşları “İstanbul’a inip” Babı Ali’ye yollarını düşürdüklerinde mutlaka gazetelerin “Tashih Servisleri”ne uğrar, oralarda çalışan dostlarını görür, yeni kitaplardan konuşur, çoğunlukla da yazar, sanatçı arkadaşlarının dedikodusunu yaparlardı.
O servislerden kimler geçmedi ki… Nazım Hikmet, Peyami Safa, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Vedat Günyol, Aziz Nesin, Oktay Akbal, Hilmi Yavuz, Ahmet Kabaklı, Doğan Hızlan, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, Refik Durbaş… Listeyi daha fazla uzatmanın manası yok, mürekkep kokusuna aşina her yazarın yolu mutlaka birkaç kez bu servislere düşmüştür.
O zamanlar gazetelerin “hatasız” çıkması bir namus meselesiydi Bab-ı Ali’de. O yüzden “tashih” servislerine çok iş düşer, “musahhihlerin” bilgisine de herkes hürmet ederdi.
Dil o zamanlar bu kadar fakir değildi. Dil cambazı yazarlar parmakla gösterilir, herkes onlara özenirdi. 140 karakter kullanarak, hiçbir imla kuralına bakmadan klavyeye kullanan bugünün sosyal medya suikastçılarına benzer bir “mahluk” henüz türememişti “düşünce dünyamızda”.
*
Ucundan biraz ben de yetiştim onlara. Bundan otuz beş sene evvel Babı Ali’ye ilk adımımı attığımda, çalıştığım gazetede yanımda yöremde bir yığın yazar şair vardı. Kafamı kaldırır Enver Ercan’la konuşan Cemal Süreya’yı, Atilla İlhan’ı; başka tarafa bakar Orhan Duru’yla sohbet eden Ferit Edgü’yü, Ülkü Tamer’i, Selim İleri’yi, Onat Kutlar’ı, Erdal Öz’ü, Demir Özlü’yü falan görürdüm.
Gazetenin tashih servisinde edebiyattan gelen kelime avcıları çalışırdı. Bazen bir yazarla uzun uzun bir kelimenin yazılışı üzerine pazarlık yapar, ikna edemezlerse eğer, servisin raflarını doldurmuş olan sözlüklere başvurur, ille de “lügat” ne diyorsa onda ısrar ederlerdi.
*
Nazım Hikmet 1929 yılında Sabiha-Zekerya Sertel’in çıkardığı “Resimli Ay”dergisinde “musahhih” olarak işe başlar. Nisan ayı, dışarıda pırıl pırıl bir bahar, 27 yaşındaki Nazım’ın başında kavak yelleri esiyor ama o çıldırmış bahar gününde mürettiphanede “iki bin kötü satır” okumaya mahkumdur. Bir musahhihin hali pür melalini “Yarıda Kalan Bir Bahar Yazısı” adlı uzun bir şiire döker, şiir şöyle başlar:
Vurdu gergin kalın parmaklar yazı
makinamın dişlerine.
Kâğıtta her harfi majüskülle dizilmiş
üç kelime var:
BAHAR
BAHAR
BAHAR
Ve ben şair musahhih,
ve ben her gün
iki liraya
2.000 kötü satır okumaya
mecbur olan adam,
ve ben
neden
bahar geldi de hâlâ
muşambası kopuk
kara bir koltuk
gibi oturmaktayım?
Kasketini kendi kendine giydi kafam,
fırladım matbaadan
sokaktayım.
Yüzümde mürettiphanenin
kurşunlu kiri,
cebimde 75 kuruşum var.
HAVADA BAHAR…
Berberlerde pudralanıyor,
Babıali paryasının
sarı
yanakları.
Ve güneşli aynalar gibi yanıyor
kitapçı camekanlarında
üç renkli kitap kapakları.
Fakat benim
bu caddede yaşayan
kapısında ismimi taşıyan
bir formalık “ALFABEM” bile yok!
Adam sen de ne çıkar!
Başım dönmüyor geri,
yüzümde mürettiphanenin
kurşunlu kiri,
cebimde 75 kuruşum var.
HAVADA BAHAR…
*
Babı Ali’de, “sırf yüksek sesle erken ifşa ettiğim etnik kimliğimden dolayı” iş bulamayıp bir anda kendimi reklam dünyasında bulunca 1993’te, Eyüp Yıldırım’la Manajans'ta karşılaştım. Eyüp Abi benim gördüğüm “son musahhih” oldu. O yıllarda yazdığım her şey, yapığım bütün çeviriler onun redaksiyonundan geçti, ser verir bir virgülün yanlış yere konulmasına izin vermezdi. Onu oraya metinlerimizdeki dil yanlışlarını engellesin diye oturtan patronumuz Eli Acıman’dı. Konuşurken Türkçenin ağzını burnunu kırardı Bay Acıman ama iş yazılı bir metni düzeltmeye gelince, birden içinden bir dil canavarı çıkar, büyük bir Türkçe ustasına dönüşür, onun düzelttiği metinde Tahsin Yücel veya Hakkı Devrim bile gelse bir dil yanlışı bulamazdı artık. Ferit Edgü, Hulki Aktunç, Okay Gönensin, Yavuz Turgul, Engin Ardıç, Nilgün Öneş, Necati Tosuner, Egemen Berköz hep Bay Acıman’ın yanından, şimdi benim bulunduğum yerden, Manajans’tan geçmişlerdi.
Reklamcılık maceram 2000’lerin başında son buldu, dile müptela o eski zaman musahhihleri de hayatımdan bir daha gelmemek üzere çıktılar.
Şimdi kendi yazılarımın musahhihiyim!
Ama itiraf etmeliyim ki, kırk yıldır yazı işiyle uğraştığım halde bu işin acemisiyim hala, her yazımda mutlaka birçok imla hatası yapıyor, mutlaka birkaç kelimeyi yanlış yazıyorum.
Yanlışlarımı bulup bana anında bildiren Ümit Fırat ve Nurettin Yaşar abilerimden her mesaj geldiğinde içimi bir korku kaplar; yine yazımda bir yanlış var, yine bir imla hatası yapmışım! (Bundan bir süre önce bir yazımda “hasılı” yerine “hasıla” yazmışım mesela, Müslüman mahallesinden canım abim Nurettin Yaşar’dan şu mesajı aldım: “Hasıla” değil “hasılı”, a’nın üzeri şapkalı.. Hasılı: “Kısaca söylemek gerekirse, sözün kısası, kısaca…” Hasıla: “Bir işten elde edilen sonuç, ürün…” Girdiğim yerin dibinden uzun süre debelenip durdum.)
Evet, işi yazmak olan birisinin dil yanlışı yapmaya hakkı yoktur. Çünkü imla yazının biçimidir, bu yüzden yazıya giydirilmiş bir libastır derler. “Dahi” anlamındaki “de”leri bitişik yazan birisiyle arkadaş olmak bile insanı kendinden soğutabilir mesela.
*
İmla meselesine dair yıllar önce Mina Urgan’ın “Bir Dinozorun Anıları” kitabında okuduğum bir anekdot o gün bugün mıh gibi çakıldı kafama. Bu yazının meramını o kadar iyi anlatıyor ki, hadise şöyle:
Mina Urgan 1939 yılında, kendi deyimiyle “korkunç imla hataları” yaptığı halde, Edebiyat Fakültesi Fransız Edebiyatı bölümünden hem de “pek iyi” dereceyle mezun olur. Oysa Fransızca imlası felakettir ve hocaları bunun farkında değil. Mezuniyet tezlerinin imlasını da arkadaşları düzeltmiştir.
Sözlüde bülbül gibidir maşallah, iş yazılıya gelince foyası çıkar ortaya. Hocası; daha önceki yazılarımda sık sık sözünü ettiğim Nazi zulmünden kaçarak memleketimize gelen, burada Batı edebiyatının temel eserlerinden “Mimesis”i yazmış olan dünyanın en önemli filologlarından Erich Auerbach’tır. Mezuniyet sınavının sorusu Montaigne ile Pascal üzerinedir. Mina Urgan iki düşünürü de çok iyi biliyor, imlaya özen göstermeye vakti yoktur, hızlı hızlı yazar, üç saatte on beş büyük sayfa doldurur. Bir küçük kağıda da imlasının neden bozuk olduğunu yazar, sınav sonunda kağıdını verirken, o birkaç satırlık pusulayı da Prof. Auerbach’ın ceketinin göğüs cebine hocanın şaşkın bakışları altında koyar, çıkar. Ertesi gün fakültenin koridorunda hocasıyla karşılaşır ve büyük bir özgüvenle yazılı sınavı konusunda ne düşündüğünü sorar. Hoca da ifadesiz bir yüzle, “Montaigne’i de Pascal’ı da esaslı biliyorsunuz,” der.
İki gün sonra sıra sözlü sınavda gelir. Mezuniyetten önceki bu son sınavda bütün hocalar var. Öğrencilere bir metin verilir ve o metni esas alarak Fransız edebiyatının tümünü kapsayan sorular sorulur. Mina Hanım’a verilen metin Moliére’in “Kibarlık Budalası”ndandır. Soylu sınıfın kibarlığına özenen bir küçük burjuva, onu eğitecek bir hoca tutar. Hoca, “size ne öğreteyim?” diye sorunca da “bana imla öğretin” der. Mina Urgan kendisine verilen bu metni görünce utancından yerin dibine girer, bayılacak gibi olur. Büyük bir yaratıcılık, üstün bir mizah yeteneğiyle öğrencisini böyle alaya alan hocası öğrencisine metni yüksek sesle okumasını söyler. Mina Hanım kekeleyerek okur. O sırada Auerbach, “ancak çok sakin insanların duyabileceği korkunç bir öfkeye” kapılır. Ayağa kalkıp öğrencisinin sınav kağıtlarını şiddetle masanın üstüne atar. “Şimdi ne yapacağız! En iyi öğrencimiz imla bilmiyor! Ona sıfır vermek zorundayız,” diye bağırır. Öteki hocalar, herkesin Fransızcada biraz imla hatası yaptığını söyleyerek onu yatıştırmaya çalışırlar. Ama Prof. Auerbach öfkeden kudurmak üzeredir. “Şunlara bakın,” diyerek sınav kağıtlarını öteki hocaların önüne fırlatır. Yazdıklarını okuyanlardan “dehşet” ifadeleri yükselir.
Onlar bağırırken Mina Urgan biraz toparlanmıştır. Ayağa kalkar, hocaları susturur ve şunları söyler:
“Şimdi size söz veriyorum. Ömrüm boyunca asla Fransızca öğretmenliği yapmayacağım. Sadece İngilizce öğreteceğim. İngilizce de hiç imla hatası yapmam.”
Ne var ki bu sözler Auerbach’ı ikna etmez. İngilizce sınav kağıtlarını getirtir. Hocaların tümü pür dikkat hepsini inceler. Gerçekten de imla hatası yoktur. Bütün hocaların huzurunda, “asla Fransızca öğretmenliği yapmayacağına” dair yeminin ettirildikten sonra “pek iyi” notunu alır ve mezun olur.
Mina Urgan, verdiği sözü tutar; Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduğu halde hayatı boyunca Fransızca öğretmenliği yapmaz!
*
Eskiden öğretmen olmak çok zordu, şimdi profesör olmak çok kolay. Ama benim demem o değil… Oğuz Atay Olric’e ne demişti?:
“Ne imla, ne satır arası, ne paragraf… Boşluk yok Olric. Dopdoluyum.”