İlber Ortaylı'nın dilciliği, Orhan Pamuk'un tarihçiliği!
Tarih profesörü İlber Ortaylı arada bir tarihi bir kenara bırakıp başka alanlarda da bizi “aydınlatıyor”, Allah razı olsun kendisinden! Aslında onun yaptığını birçok hoca yapıyor. Mesela Celal Şengör de “jeoloji bir yere kadar” diyor bazen, İlber Hoca’nın alanı olan tarihe dalıyor ama hakkını yemeyelim İlber Hoca kolay kolay “jeolojiye” dalmıyor. İnsanın her konuda bir araba dolusu lafı olması ne güzel, herkes her konuda görüşlerine başvuruyor!
İlber Hoca; edebiyatın tarihe jeoloji kadar uzak olmadığını bildiğinden bu konuda rahat konuşmanın verdiği hazla, Nobel Edebiyat Ödülü almış tek yazarımız olan Orhan Pamuk için bu kez, “Orhan Pamuk Türkçe bilmiyor,” dedi. Zaten Pamuk’un “Türkçesinin bozuk olduğunu” söylemek muharrirlerimiz, alimlerimiz arasında çok uzun süreden beri “milli” bir spor olduğu için, Hoca’nın bu tespiti üzerinde birçok kişi birkaç günden beri horon tepiyor, halay çekiyor, hatta teke zortlatan bile var aralarında.
Dişi bir konu, herkes konuşabilir bu konuda ne de olsa, o yüzden sosyal medyada ise çoktan şahlanmış kol başının kır atları!
Orhan Pamuk’a gününü göstermek için, İlber Hoca’ya destek mahiyetinde araştırmacılar klavye başına hemen geçmiş durumda. Yalnız Nobel edebiyat ödülünü almış bir yazara “Türkçe bilmiyor” diyerek onu o konuda kör kuyularda merdivensiz bırakmak bir hayli zor olduğundan -öyle ya herkes Tahsin Yücel değildir, ayrıca bu konuda konuşmak için her şeyden önce yazardan daha iyi Türkçe bilmek gerekir- hani İsa’yı Yahudilerin öldürdüğünü ilk defa duyan adam fıkrasında olduğu gibi, madem Türkçeyle ilgili bir argüman bulamıyoruz biz de başka açıklarını yakalarız, böylece İlber Hoca’yı yandan desteklemiş oluruz diyerek Orhan Pamuk’un “milliyetçiliğiyle” ilgili bir argüman bulmuşlar ve sosyal medyadaki hesaplarında paylaşmışlar; paylaşım anında paylaşıla paylaşıla orta malı haline gelmiş, hadisenin içinde benim de olduğumu bilen canım kardeşim yazar Abidin Parıltı da bana gönderdi paylaşımı, daha doğrusu Hürriyet Gazetesinde 22 Şubat 2000 yılında, yani bundan tam 20 yıl önce çıkan haberin kupürünü, ben de haberdar oldum böylece hadiseden.
*
Namık Durukan ile Hanifi Yasak çifte imzalı “Türk milliyetçisiyim dedi salon boşaldı,” başlıklı haber şöyle:
“Bir konferans için Diyarbakır’a gelen yazar Orhan Pamuk’un ‘Türk milliyetçisiyim’ sözleri salonun boşalmasına neden oldu. Belediyenin Tiyatro Salonu’nda toplanmış olan kalabalığa hitap eden Pamuk’un bu sözleri protestoya sebep oldu ve izleyiciler salonu terk etti. Salonu terk edenler arasında bulunan yöresel giysili yaşlı kadınlar, ‘Biz buraya bölgede barış, demokrasi getirilmesi ve akan kanın durması yönünde yapılacak konuşmaları dinlemek için geldik, Orhan Pamuk’un ne söylediğini anlamadığımız için salonu terk ettik,’ diye konuştular.”
(Hani “Türk milliyetçisiyim” dediği için salonu terk etmişlerdi!)
Haberde iki fotoğraf var. Küçük fotoğraf boşalan salonu gösteriyor. Büyük fotoğrafta da Orhan Pamuk sahnede, salon dolu, yalnız “yöresel giysili kadınlar” o fotoğrafta yok. Pamuk’un yanında sahnede biri daha var, foto yandan çekildiği için iyi seçilmiyor, yalnızca Pamuk’un kafasının kenarından kulağı görünüyor şahsın; işte o kulak benim kulağımdır, çünkü Pamuk’un yanında o gün ben oturuyordum.
*
Bu haber, gazetecilik okullarında “haber nasıl çarpıtılır?” konulu bir ders varsa eğer, o derste anlatılmak için muhteşem, eşi benzeri az bulunur, altın değerinde bir malzemedir.
Tıpkı New York’a iner inmez o şehirde genelevin olup olmadığını soran Papa hikayesi gibi. Bilinen hikayedir, Papa bir tarihte New York’a gider, uçağın merdivenlerinden iner inmez gazetecilerin soru yağmuruna tutulur. İçlerinden birisi “Genelevi de ziyaret edecek misiniz?” diye sorar, Papa soruya soruyla karşılık verir: “New York’ta genelev var mı?” Ertesi gün gazeteler şu manşetle çıkar: “Papa iner inmez sordu: New York’ta genelev var mı?”
Buna benzer bir anekdot daha var, o da şöyle:
Gazeteciler Hz. Musa’ya takmış, ne yaparsa yapsın tam tersini yazıyorlar. Musa bir türlü yakasını kurtaramıyor onlardan. En sonunda hepsini çağırmış, Kızıldeniz’in kıyısına götürmüş, asasını şöyle denize doğru sallamış, deniz bir anda ikiye yarılmış, Musa da yürüyerek karşıya geçmiş, peşinden gazeteciler… Karşı kıyıda büyük bir mucizeyi herkese göstermek isteyen bir adam edasıyla “gördünüz mü yaptığımı” diyen muzaffer bir poz vermiş onlara. Şakır şakır fotoğraflarını çekmiş gazeteciler, ertesi gün haber gazetelerin manşetine şöyle geçmiş:
“Musa yüzmeyi bilmiyor!”
*
20 sene sonra, Hürriyet gazetesinin iki acar muhabirinin çarpıtmanın, göz göre göre yalanın şahı olan haberin doğru hikayesini anlatmak bana farz oldu artık bugün İlber Ortaylı’nın lafları vesilesiyle.
*
2000 yılının başlarında Avesta Yayınlarının sahibi arkadaşım Abdullah Keskin Diyarbakır’da büyük bir kitapevi açmıştı. Abdullah Öcalan yeni yakalanmıştı. İdamının önüne geçmek için istenen her şeyi yapmış, PKK’yı lağvetmiş, savaşı durdurmuş, elemanlarını sınır boylarında çoğunun öldürülmesi pahasına bir gecede yurt dışına çıkartmış, barış heyetlerini getirtip teslim ettirmiş, her yerde savaşın bitmesiyle ilgili sevinç gösterileri yapılıyordu. Ama “savaşın bitmesini istemeyen” bazı güçler ise faaliyetlerini sürdürüyordu.
İşte bu ortamda Abdullah Keskin, “Orhan Pamuk’u bir konferans ve imza günü için Diyarbakır’a götürebilirsek iyi olur,” dedi bana, teklifi Orhan Pamuk’a götürdük, o da Diyarbakır’ı epeydir görmemişti, hemen kabul etti.
Çok erken saatte bir uçak vardı, seher vakti Atatürk Havaalanında buluştuk. Uçağa binerken, “ikram edilecek sandviçi yemeyelim, kahvaltıda ciğer kebabı yiyeceğiz,” dedim. “Kahvaltıda ciğer mi? Deli misin, sabah sabah kahvaltıda yenecek şey mi?” gibi bir şeyler söyledi, ben de içimden “önüne gelince göreceğiz” dedim kıs kıs gülerek.
Abdullah bizi karşıladı, yol boyunca bir sürü yere Orhan Pamuk’un şehre geleceğiyle ilgili pankartlar astırmıştı Abdullah, ikide bir karşımıza çıkıyordu, iyi bir tanıtım yapmıştı. Ciğerciye gittik ve haberi orada aldık: Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik, o sabah erken saatte gözaltına alınmıştı. Haberle beraber ciğer kebaplar da geldi. Orhan Pamuk tadına baktı önce, sonra arka arkaya şişleri sıyırmaya başladı. Bu saatte taze ciğer, Nişantaşı’nda bir burjuva evinde doğup büyümüş olmana bakmaz, şiş şiş yedirir sana kendini. Bitirdikten sonra da “Bundan sonra Diyarbakır’a sık sık gelelim, sabah kahvaltısında ciğer yiyelim,” diye şaka yaptı, gülüştük.
Konferans öğleden sonra saat ikideydi, vaktimiz vardı, şehri gezmeye çıktık. Sur; henüz “devrimci bir direnişin alanı” haline getirilmemişti, daracık küçeleri, üstüne gecekondu çıkmış avlulu evleri, kiliseleri, camileri, Diyarbakırlı meşhur şahsiyetlerin müze evleriyle ayaktaydı. O dar sokaklara girdik, fırınlardan yükselen taze ekmek, poğaça kokularını ciğerlerimize çektik, satıcıların bağırış çağırışları, hazır elleri değmişken evlerinin avlularıyla birlikte sokağı da süpüren kadınların birbiriyle konuşmaları, peşimize düşen çocukların para dilenmeleri arasında bütün semti dolaştık, otele giderken gördük, başkanın gözaltına alınması nedeniyle şehir davul gibi gergindi, o gerginlik bize de sirayet etti.
Kaldığımız otelin penceresinden söyleşi mekanı Belediye Tiyatrosu görülüyordu. Daha birkaç saat vardı ama önü ana baba, akraba talukat, hatta sülale günüydü. İğne atsan havada kalırdı. Belli ki Orhan Pamuk’un gelişini fırsat bilen birileri şehirde ne kadar eylem timi varsa oraya yığmıştı, başında beyaz tülbendiyle yaşlı kadınlar vardı aralarında, öfkeli köylüler de.
Orhan Pamuk kaygılandı, ne yapacağımızı sordu. Ben de sakin olmamızı, sahneye çıkınca başkanın tutuklanmasına birkaç kelimeyle değinmesini, daha sonra da asıl konumuza geçmemizi, oraya edebiyat sohbeti dinlemeye değil de protestoya gelmiş olanların bir süre sonra salonu terk edeceğini, bizim de gerçek edebiyat severlerle baş başa kalacağımızı söyledim, burada bu tür şeyler hep oluyordu.
Konferans saati arka kapıdan alındık kulise. Salon tıklım tıklımdı. Ön sıralarda beyaz tülbentleriyle kadınlar oturtulmuştu ve sürekli sloganlar atılıyor, kadınlar da “tililili” diyerek zılgıt atarak onlara eşlik ediyordu.
Sahnedeki masada iki sandalye vardı, birisine Orhan Pamuk diğerine de moderatör olarak ben oturdum. Otelde kararlaştırdığımız gibi yapacaktık. Ben açılışı yaptım ve sözü Orhan Pamuk’a bıraktım, o da kelimesi kelimesine şunları söyledi, defterime not almışım:
“Belediye başkanının gözaltına alınmasının arka planını bilemeyiz ama bunu doğru bulmuyorum. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmek isterken ve toplumun bütün kesimleri aday olmamızdan sevinç duyarken, başkanın gözaltına alınması, adaylık sürecini zedeler. Yapılan belki sadece hukuki bir araştırma ama bunun Türkiye’nin geleceği konusunda vahim sonuçları olabilir.”
Bu minvalde birkaç cümle kurduktan sonra sözü ben aldım. Orhan Pamuk’un buraya bir edebiyat söyleşisi için geldiğini ama böyle talihsiz bir olayla karşılaştığını, onu dinlemeye gelen okurlarının kalabalıktan içeri giremediğini, dışarıda bahçede kaldığını, şimdi konferansa bir ara vereceğimizi söyledim. Öyle ya, biraz sonra ezeli sorunumuz Doğu-Batı meselesine gireceğiz, kumpas, romanda esrar, kederli hallerimiz, gibi edebi mevzuları üzerine konuşacağız, bu tuhaf konular o beyaz yazmalı kadınlara hiçbir şey ifade etmezdi.
Ara verince, “başkanın gözaltına alınmasını protesto için gelenler” salonu boşaltmaya başladı. Gazeteciler de bol bol fotoğraf çekti. Neyse kısa sürede “eylemciler”dışarı çıktı, “edebiyat sohbeti” dinlemeye gelip de dışarıda kalanlar da onların yerini aldı.
Konferans tekrar başladı. Orhan Pamuk bu kez konuya şöyle girdi:
‘‘Ben bir dil milliyetçisiyim, Türkçe milliyetçisiyim yani. Bunun Türkçede mücadelesini de verdim. Frençke, Amerikanca kelimelerle Türkçenin tahrip olmasına karşıyım. Çocukluğumda sahip olduğum, annemden babaannemden duyduğum dilin hem Türkiye'de kitaplar yazdığım için hem de kitaplarımın sonraki kuşaklara kalmasını, Türkçenin Amerikanca sözcüklerle bozulmamasını istediğim için verdim bu mücadeleyi. Bu kötü bir milliyetçilik değildir. Ben bu bağlamda Türk dili milliyetçisiyimdir. Aynı şekilde Kürtlerin de kendi dilleri konusunda titizlenmelerini, ona sahip olmalarını isterim. Aynı şekilde Kürtlerin de annelerinden babalarından işittikleri, kendi dillerini sahiplenmelerini çok iyi anlıyorum. Benim Türkçe milliyetçisi olma hakkım kadar sizlerin de Kürtçe milliyetçisi olma hakkınız elbette vardır.’’
*
Hürriyet Gazetesi’nde çıkan haber işte böyle oluştu. Beyaz yazmalı kadınlar, öfkeli yaşlı köylüler salonu terk ederken çekilen fotoğraflarla, Pamuk’un söylediği “Ben bir Türkçe milliyetçisiyim” lafları bir araya getirildi, önce olan hadise sonradan söylenen sözlerin içinde geçen “Türkçe” kelimesi atılarak bir araya geldi, böylece ortaya, “Orhan Pamuk Diyarbakır’da ben Türk milliyetçisiyim deyince salon boşaldı” haberi çıktı.
*
Sahiden Orhan Pamuk’un Türkçesinden bahsediyorduk değil mi? Biliyorsunuz Orhan Pamuk romanlarında sık sık tarihi mevzulara girer, tarih sevdiği bir alandır yani. “Beyaz Kale” tamamıyla tarihi bir romandır, “Benim Adım Kırmızı” da hakeza,“Cevdet Bey Oğulları” da yakın tarihe dairdir. Şu anda da “Veba Geceleri” adında yeni romanı bitmek üzere, o da tarihi bir romandır.
Şimdi tarih profesörü İlber Ortaylı çıkıp, “Orhan Pamuk tarih bilmiyor” deseydi, pek kimsenin itirazı olmazdı, ne de olsa bir duayen konuşuyordu. Ama “Orhan Pamuk Türkçe bilmiyor” demesi, benim de çıkıp “İlber Ortaylı tarih bilmiyor” dememe benzer ki böyle bir şey desem herkes bana kahkahalarla güler.
Nobel’den sonra, bugün dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, orada Türkçeden bahsederseniz eğer ora ahalisinin aklına ilk olarak Orhan Pamuk gelir. Bu saatten sonra Türkçe bilse ne olur, bilmese ne olur!
Adam Dünyaca biliyor, Dünyaca!