Büyük yazarlar ve "kültürel iktidar"
Hilmi Yavuz, “Ceviz Sandıktaki Anılar” kitabında der ki:
“Bizim kuşak sola edebiyattan gelmiştir. Sol edebiyattan değil. (…) Marks’ı, Engels’i, Lenin’i okuyarak değil, size tuhaf gelebilir, Tolstoy’u, Balzac’ı, Dostoyevski’yi okuyarak ‘solcu’ olmuştuk.”
*
Balzac’ı bilmem ama Hilmi Yavuz ve kuşağını “solcu” yapan Tolstoy ve Dostoyevski, ilk gençliklerinde sola bulaşmış olmaktan başka Yavuz’un bahsettiği “solculukla” alakaları olmayan iki yazardır. Tolstoy iflah olmaz bir ahlakçı, Dostoyevski ise mürteci düzeyinde bir dindardır.
İkisi en büyük eserlerini solculukla bağlarını kesip başka bir dünyaya yelken açtıkları dönemde vermişlerdir.
*
Rusya’da Bolşevik ihtilali o devasa toplumu her şeyiyle dönüştürmeye başlayarak girişti işe. Proleter ihtilalden hemen sonra ilk işlerinden birisi “kültürel ihtilal” için çalışmak oldu. Eskinin o köhne burjuva sanatı, edebiyatı ortadan kalkacak, yerine “devrimci” bir sanat, edebiyat, sinema, müzik, kültür gelecekti. Bu işin öncülüğünü de o işle “görevlendirilmiş” yazarlar, sanatçılar yapacaktı.
Maksim Gorki hepsinin “abisiydi”, onun yönlendirmesiyle yazarlar, sanatçılar halka yeni sistemin meziyetlerini anlatacaklardı ürettikleri eserlerle. Halk açlıktan, sefaletten kırılırken, Çarlık döneminde inşa edilmiş ve seçkinlerin oturduğu “daça” adı verilen kır evleri çoğaltılarak bu yazar ve sanatçıların kullanımına sunuldu. Yazarlar önemliydi, rahat lazımdı onlara, rahat yaşayacaklardı ki rahat üretebilsinlerdi.
Öyle de oldu. Belirlenen şanslı yazarlar, kırlarda, orman içlerinde inşa edilmiş olan “daçalarına” çekildiler ve çalışmaya başladılar. Ancak yazarlar kaypaktı, başıboş bırakılmamalı, başıboş kalırlarsa ya aristokrasiye ya da burjuvaziye kaçabilirlerdi, o yüzden devlet her birisini kıçına bir iki ajan taktı. O ajanların işi de bir nevi ne yazdıklarını tespit edip Stalin’e rapor etmekti.
Çoğu birbirini ihbar etti. O yüzden arada bir “işini savsaklayanlar” o “daçalardan”alınıp duvar diplerinde kurşuna dizildiler. İçlerinden Pasternak gibi gerçekten büyük yazarlara ise dünya dar edildi. Aldığı Nobel burnundan getirildi garibin.
*
Bolşevik ihtilali, bizdeki Kemalist ihtilal gibi geçmişi retle işe başlamadı; hakkını teslim etmek lazım. Onlarda mülkiyet el değiştirdi ama kültürel el değiştirme zamana yayıldı. Bizde ise mülkiyete dokunulmadı ama kültüre baltayla girişildi. Bolşevikler, aristokrasiye ait olan büyük sarayları, konakları “mujik apartmanına” dönüştürdüler ama mesela “Bolşevik anlayışa çok uzak olan Kiril alfabesini” değiştirmeye kalkışmadılar. Bizde ise saraylara, bey konaklarına, yalılara dokunulmadı ama eski alfabe bir gecede değiştirildi.
Onlar işe mülkiyeti değiştirmekle başladı, biz ise kültürü değiştirmekle... Onlar zamanla “başarısız” oldu, biz ise başardık. Ancak bizdeki “başarı” büyük bir yarılmayı da beraberinde getirdi. İki büyük kampa ayrıldık, o günden bugüne kutuplaştık.
Kampın bir tarafı iktidara geldiğinde kendi anlayışına uygun “kültürü”; öteki geldiğinde ise kendininkine uygun olanı empoze etmeye kalkıştı. Ne yazık ki kimse başarılı olamadı, o yüzden öteden beri siyasi iktidarların en çok yakındığı mesele “kültürel iktidar” meselesi oldu.
*
Başa dönecek olursak, şu soruyu sormak önemli. Peki nasıl oldu da Rusların yeterince solcu bulamayıp bir kenara attıkları, onların yerine “proleter bilince sahip” yenilerini yetiştirmeye çalıştıkları Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarlar, bizde solculukla alakası olmayan bir kuşağı Yavuz’un deyimiyle hepten “solcu” yaptı?
Bolşevikler Tolstoy’u Dostoyevski’den daha çok seviyorlardı. Tolstoy hayatı zıtlıklarla dolu büyük bir dâhiydi. Zengindi ama soylu mu kalsın, köylü mü olsun bir türlü karar verememişti. Bir yanı elit, öteki yanı alnının terini toprağa dökmek isteyen bir mujikti. Karmaşası yoktu, sadeydi, bir toprak ağasıydı ama o topraklarda çalışan köylülerle haşır neşir olmayı seviyor, ölümden it gibi korkuyor, köylü kadınlara bayılıyordu.
Dostoyevski ise ruhunda fırtınalar gezdiren karmaşık bir yazardı. İnsan ruhunu kazdıkça daha derine inmek istedi… Ona göre, “Tanrının yarattığı dünya ıstırapla doluyken insan ona nasıl inanabilir”di? Bütün eserlerinin ana teması bu soruydu. Bu sorunun cevabını aradı durdu hayatı boyunca. Haliyle bu arayış Bolşeviklerin arayışından çok uzaktı.
Lenin’e göre Dostoyevski, “gerici bir pislik parçası”ydı. Dostoyevski’nin hiçbir romanını okumadığı söylenen Lenin ondan nefret ediyordu. Sebebi de devrimden önce yazdığı “Cinler” romanıydı. Büyük yazar bu romanında “Rus devrimci zihniyetine” yıkıcı eleştiriler getirmişti. Bu yüzden de devrimden sonra Dostoyevski “edebi listenin”dışında tutuldu. Ama yine de hepten yasaklanmadı. Orlando Figes’in verdiği bilgiye göre, 1938-41 arasında Tolstoy’un eserleri 5 milyon basılırken, Dostoyevski 100 bin adette kalmıştı.
*
Bizde Kemalist devrim kültür meselesine el attığında elinde ne burjuva ne de amele sınıfı vardı. Roman bir burjuva buluşuydu, burjuvazinin olmadığı yerde roman ne arasındı? Onun yerine, tıpkı Bolşeviklerin “daçalarda yazar yetiştirme” projesine benzer, köy enstitülerinde “aydın” yetiştirme işine giriştiler. Madem bizde roman yoktu, o halde biz de başkalarının yazdıklarını memlekete getirecektik. Kemalist devrimin “imalat hatası” Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, dünya edebiyatının “klasiklerini” bu amaçla Türkçeye çevirtmeye başladı.
Aydın olsun da yemişim burjuvaziyi, ameleyi; “aydınlanma” için aydın bize yeterdi! Hem bu iki sınıfın olmaması daha iyiydi… En azından Bolşevik cereyana kapılmazdık.
Ama enstitüdeki köylü çocukları kıra ekildikleri gibi mahsul vermediler ne yazık ki. Yetişen, köyündeki sefaletin narına yandı. Bu da onları Bolşevik cereyanına yaklaştırdı. Yazdıkları kitapların hiç birisi Kemalistlerin beklediği kitap olmadı. Kemalistlerin elinde kala kala Yakup Kadri’nin “Yaban”ı kaldı. Ama heyhat! Tek kitapla “kültürel iktidar” kurulamıyordu.
*
Hilmi Yavuz ve kuşakdaşları, “Yaban”ın yayınlandığı tarihlerde doğdular. Geçmişin kültürel birikiminin yazılı olduğu alfabe derin bir mezarda yattığı için, siyah ile beyazı birbirinden ayırmaya, yani taşın sert olduğunu anlamaya başladıkları yaşa geldiklerinde ellerinin altında Latin alfabesiyle yazılmış el alemin yazdıkları klasikleri buldular. (Onlar da olmasalar?!)
O kitaplarda anlatılan hikayelerin hiçbiri, onlara o ana kadar anlatılan masallara benzemiyordu.
Rusların, “halkı komünizmden soğutabilir” diye Bolşevik ihtilalinden sonra “edebi listenin” dışında tuttukları (misal Bolşeviklere göre Goethe bir burjuva yazarıydı ve halktan uzak tutulmalıydı) bir sürü yazarın kitabı Hilmi Yavuz ve kuşağını “solcu” yaptı.
Maarif Vekaletinin yayınladığı bu klasikler “insanı” merkeze alan kitaplardı çünkü. Onun büyüklüğünü, küçüklüğünü, meziyetlerini, zaaflarını, inceliklerini, aşklarını, hayal kırıklıklarını, zaferlerini anlatıyordu. İnsanı ezen, aşağılayan her türlü anlayışa karşı olan kitaplardı. O zamana kadar dünyayı yıkımın eşiğine getirmiş olan her türlü felakete, zorba anlayışa karşı olan yazarlar tarafından yazılmışlardı. Hilmi Yavuz ve kuşağına bu kitaplardan geçen şey, bir “bilinç” değil, “liberal ve hümanist bir ahlak” anlayışıydı. Bu anlayış “duygularını” etkiledi, yeni bir “kimlik” aşıladı onlara. “Sola” yönelmeleri Yavuz’un deyimiyle, “soyut ve teorik bir bilgilenmeden yoksun, ama somut insanlık durumlarından yola çıkan bir ahlaki duyuş ve tavır-alışla gerçekleşmişti.”
Onları komünist bir ihtilal yapmış olan Lenin değil, Lenin’in “gerici bir pislik parçası” dediği Dostoyevski gibi yazarlar “solcu” yapmıştı.
*
“Kültürel iktidar” seçimle veya şeflerin isteğiyle gelen iktidar değildir. Hangi sanatçının hangi iktidara “yaradığını” kestirmek de kolay değildir.
İktidar geçici, kültür kalıcıdır. Bu yüzden iktidarın işi “kendi kültürünü” yaratmak değil, ülkede var olan her türlü kültürel ürüne eşit mesafede durarak onu “ortak kültürün” bir parçası saymak ve yaşaması için ona destek vermektir.
*
İnsanlık tarihinin bize öğrettiği bir şey var. Tarih boyunca hiçbir büyük sanatçı, sırtını bir iktidara, ideolojiye, şefe, öndere dayanarak büyük sanatçı olmamıştır. Ve yine tarih bize göstermiştir ki, hiçbir iktidar, ideoloji, ulu önder, büyük şef tarafından “sipariş” edilen bir “sanatsal ürün” zamana kafa tutarak kalıcı olamamıştır. (Abdullah Öcalan 90’lı yıllarda hayatının romanını yazdırmak için bir sürü adamını görevlendirdi. Hiç birisi yazar değildi, o yüzden istediği romanı kimse yazamadı, sinirlendi, “kendimi bir edebiyatlaştırsam” dedi.)
Türk edebiyatının dev çınarları Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk gibi yazarlar her türlü ideolojik kamplaşmadan uzak, her türlü iktidara sırt çevirerek, birileri onları “yönlendirdiği” için değil, meseleleri o olduğu için dev çınar vasıflarını korudular bugüne kadar.
*
Dostoyevski ayarında bir büyük yazar, insanı dinden uzak bir solcu yapabileceği gibi, sabahtan akşama kadar ibadet eden koyu bir dindar da yapabilir. “Kültürel iktidar” kurmak isteyenler en az Dostoyevski ayarında yazarlar yetiştirmek zorundadır. Ama Dostoyevski ayarında bir yazar da birileri istedi diye yetişen bir tür değildir. Yetişse de bir ideolojinin hizmetine girmeye tenezzül etmez zaten.
İnsanlığın ortak değeridir çünkü onlar.