Alim, dengbêj ve iki "okuyucu"
Cemil Meriç, Necip Fazıl’ın deyimiyle “iç gözü iyi görsün diye dış gözü tamamen kapandığında”; Hakkari’de, Çukurca kazasının Güzereş köyünün Mezrî mahallesinde, ırmak kenarında, toprak damlı bir evde Abdülkadir adında 11 yaşında bir çocuk tam dört yıldan beri hiç yataktan çıkmamış, “apaydınlık dünyasının” gözlerinden kapkara, dipsiz bir kuyuya dönüşmüş olmasının verdiği ıstırapla, gözleri tekrar açılsın diye durmadan Allah’ına yalvarıyordu.
Karlar kalkalı birkaç ay olmuştu. Kar kalkar kalkmaz da sınırı oluşturan dağlar yol vermiş, babası oğlunu katırın sırtına bindirmiş, oradan Musul’a götürmüş, bir göz doktoruna göstermiş, doktor uzun uzun muayene ettikten sonra, “Bu çocuğun gözlerine ne yaptınız böyle, görme sinirleri ile beyin arasındaki bağlantı tamamen kopmuş” dedi. Baba oğul doktorun söylediklerinden hiçbir şey anlamamışlardı.
Her şey dört sene önce gözlerden gelen iltihaplı bir akıntıyla başlamıştı. Gözkapakları şişmiş, ışık şiş olup gözlerine batmış, şiddetli bir ağrı baş göstermişti gözlerinde. Hayatlarında tek bir doktor görmemiş, hiçbir hastaneye gitmemiş köylüler trahomu ne bilsindi? İyileştirmek için kocakarı ilaçlarına başvurdular, gözlerine sumak suyu damlattılar mesela, bir süre sonra tamamen ışıktan mahrum kaldı çocuk; dünyası kararıp oyundan kopup kendini yatağa hapsettiğinde yedi yaşındaydı.
Dokuz kardeşiz biz, en küçükleri benim, en büyüğümüzdür ağabeyim Abdülkadir.
*
1954 yılının sabırsız, aceleci bir bahar akşamıydı. Her şeyde dala yürüyen suyun telaşı vardı.
Karı koca Meriçler Çatalca’da uzak hısımlardan Ahmet Çipa’nın evine misafirliğe gitmişlerdi. Leziz Antakya yemekleriyle donanmıştı sofra. O lezzetlere Cemil Meriç’in sohbetinin lezzeti katıldı, lezzet katlandı, akşam büyüydü, muhabbet bir demet akşam sefa oldu, oturdu evin içine. Kalkma vakti geldi, bir kat merdiven ineceklerdi. Cemil Bey’in on iki buçuk miyopisi ve kuvvetli hipermetropisi vardı. Büyük harfleri bile zor seçebiliyordu artık. Bu yüzden Fevziye Hanım’ın kolundaydı.
Merdivenlerden inerler. Son basamak diğerlerinden birazcık yüksektir. Basamakların tekdüzeliğine alışkın ayakları mesafeyi kestiremez, ayağı bir anda boşlukta kalır Cemil Bey’in, iri cüssesiyle yere kapaklanır. Aceleyle kalkar, üstünü başını silkeler, tekrar karısının koluna girer, sokağa çıkarlar.
Gece buram buram bahar kokuyor, kapının önündeki badem ağacının çiçeklerine yıldızlar asılmış ama tuhaf bir şey var havada. Her yer karanlık! Cemil Bey’in o an dudaklarından dökülen, “Fevziye, elektrikler mi kesik? Hiçbir şey görmüyorum,” cümlesi onun kararan dünyasından çok Fevziye Hanım’ın kararan dünyasını ilan eden bir cümleydi bütün o çıldırtıcı bahara ve uzun bir hayata.
Cemil Meriç o an kör olur!
*
Ne kadar sevimsiz bir kelime; kör! Ümit Meriç “Babam Cemil Meriç” kitabında, babası bu kelimeyi her duyduğunda “öfke girdaplarına” kapıldığını söyler.
“Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuz edildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası. Kör müsün! Hay kör şeytan!.. Romanın bütün canavarlara, bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı.” (Jurnal 1, 15 Şubat 1963)
*
Ben doğduğumda ağabeyim Abdülkadir 20 yaşındaydı. Hayata dokunmayı öğrendiğimde, o odanın içinde, hep hatırladığım aynı yerde, sırtı duvara dayalı otururken buldum onu. Evimizde “kör” kelimesi yasaktı, bu kelimeyi onun yanında hiç kullanmadık, hala kullanmıyoruz. Bir de yüksek sesle gülme yasaktı bize. Körlüğüne gülüğümüzü sanıyordu. Çocukken körlüğünden nasıl utandıysa artık! Çocuklar zalimdir, nasıl alay konusu olduysa artık akranlarına! Bizim evde onun kanunları geçerliydi, hiçbirimiz o üzülsün istemiyorduk, en büyüğümüzdü, yarın öbür gün babamızın yerine o geçecekti.
O kör değildi, sadece bizim gördüklerimizi görmüyordu o kadar. Gördüklerimizi yedi yaşına kadar görmüştü zaten. Görmemeye başladığında, o zamana kadar gördüklerinden yeni bir dünya yapmıştı kendine besbelli. Ona öyle bir hafıza lazımdı ki, kırk, elli sene önce gördüklerini, bugün ona anlatılanları onun içine oturtup onlarla kendini yeniden var etsindi! Bizim unuttuklarımızı onun unutma lüksü yoktu. Biz unuttuklarımızın yerine gördüklerimizi koyabiliriz ama onun öyle bir imkanı hiç olmadı. O halde gözün yerine kalbini koymalıydı. Böyle yapmasını kimse öğretmedi ona. Kapalı gözlerini çevirdi içine, oradan daldı içinde görünen sonsuz denize. Zamanla o kalp ona öyle şeyler gösterdi ki, onların hiç birisini biz görmedik. Onun dünyası bizim dünyamızdan daha da büyük bir dünya oldu. Öyle ki zamanla sadece hepimiz, bütün aile, bütün köy, bazen bütün şehir sadece onun anlattıklarını dinler olduk. O hem onun hem de bizlerin görmediği şeyleri anlatıyordu bize, hafızası gözleri olmuştu. Zamanla ortak hafızamız oldu.
Baktığın zaman görmezsin her zaman. Bakmak görmek demek değildir, görmek için gözlerden daha derin bir şeye muhtacız biz, görmek idrak etmektir, bilinçtir görmek. Rüyaları gözlerimizle değil, beynimizle görürüz, gözle bakarız, gören ise kalbin gözüdür. Görmek için her daim gözlerinin özlemini çekseydi kaybolurdu o koca evrende canım abim, onu kaybolmaktan kurtaran imanı oldu. Gözlerinin ışığından mahrumdu, aklının nuru ona rehber oldu. Ona okudular, Kuran’ı ezberledi, hadisleri ve bir umman dini bilgiyi… Dolaşmaya çıktı sonra, adımladı bütün coğrafyayı, rastladığı her beyin, ağanın divanhanesinde konakladı, şeyh, mürşit dergahlarına diz kırdı, kendisine anlatılan her şeyi, destanları, masalları, hikayeleri, stranları, tarihi, adetleri hafızasına kaydetti. Kaydettiklerini başkalarına anlattı, namı yürüdü, bir süre sonra bütün o bölgede herkesin adını duyduğu, gelip yanında sohbetine katılmak istediği bir halk feylesofu oldu çıktı.
O namlı bir dengbêjdi artık.
*
Cemil Meriç kör olduğunda, bundan sonra yaklaşık 30 sene boyunca onun gözleri vazifesini yapacak, bu yüzden hayatın birçok nimetinden feragat edecek olan kızı Ümit Meriç henüz 8 yaşındadır.
Cemil Meriç’in gözlerini kitaplar eritmişti.
Umudunu tamamen kestikten sonra körlüğü bir hortlağa, “öldükten sonra yaşamak gibi bir şeye,” benzetir.
Sanki bugünler için “Ümit” adını verdiği kızı, Cemil Meriç’in “ümidi” olur. Ümit de kendisi için yeni bir hayatın başladığını fark eder. Artık babasının gözleri vazifesini yapacak, o ölünceye kadar bu ağır yük o küçük omuzlarda olacak. Karanlık mağaralarda, yaşayan bir ölü gibi dolaşan babasının o zifiri dünyasında bir kandil görevini yapacak. Düştüğü derin kuyuda babasına o küçük ellerini uzatarak, “Buradayım babacığım,” deyip onun merdiveni olacak.
Ümit Meriç’in birinci vazifesi babasının “okuyucusu” olmaktır! Artık okuyamadığı kitapları o babasına okuyacak, babası söyleyecek, onun yerine o yazacaktır!
*
Ben ilkokul üçüncü sınıfa geldiğimde, ağabeyim Abdülkadir 30 yaşını yeni aşmıştı. O zamana kadar sözün büyüttüğü dünyasını şimdi yazının o büyülü dünyasıyla birleştirip daha büyük bir dünya kurma zamanıydı. Yazının bir büyü olduğunu dedesinden öğrenmişti ama bu zamana kadar onu yazılı dünyaya götürecek birisi yoktu, “onun karanlık dünyasını yazılı metinlerin ışığıyla aydınlatacak” küçük kardeşi Muhsin’in okumayı yazmayı öğrendiği yaşa gelmesini bekleyecekti.
İlkokul üçüncü sınıfta her türlü metni okuyabiliyordum artık ama bir engel daha vardı. Benim Abdülkadir abim Türkçe bilmiyordu; şimdi yüküm daha da ağırdı. Bir kitabı alacağım, yanına oturacağım, satır satır okuyup okuduklarımı Kürtçeye tercüme edeceğim. İlk çevirmenliğim böyle başladı, metinleri Kürtçeye çevirdim sözlü olarak.
Yazılı metinler, sözlü muhabbetlere benzemiyordu. Yeni bir şey öğrenmek için de daha önce yaptığı gibi kalkıp birkaç konak yol kat ederek bir yerlere gitmek zorunda değildi. Bir kitap, sessiz bir yer ve onu okuyup tercüme edecek küçük bir kardeş yeterdi.
*
Cemil Meriç ve kızı artık iki yakın dosttur, babası sırdaşıdır kızının. Ama baba biraz bencildir sanki. Kızının kendi arkadaşları olsun, onlarla gezsin, eğlensin istemez. Yaz akşamı kızın ağabeyi ve iki arkadaşıyla Çamlıca tepesine mehtabı seyretmeye gitmesine bile izin vermez. Ve en önemlisi kızın evlenmesini hiç istemez. Taliplileri, bir yolunu bulur uzaklaştırır. “Neden evlenmiyorsun?” diye soran arkadaşlarına Ümit, “Adonis’i getirsem yeterince akıllı değil diyecek, Zeus’u getirsem yeterince yakışıklı bulmayacak,” diyerek işi şakaya vurur. Bir yandan da babasını “mağarasında” bırakıp gitmeye gönlü razı değildir.
Babası, Victor Hugo’nun kızı Adéle’in isminin hecelerini değiştirerek “Torvic Gohu” demesi gibi o da Ümit’i tersten okuyarak ona “Tümiçirem, Kraliçem” diye hitap eder.
Ümit bir süre sonra kesin kararını verir; bundan sonrası için hayatının anlamını babasının hem sağ kolu hem de gözü olmakta bulacaktır. İlgini çekmeyen bir metni okumak zulümdür, bazen sabahtan akşama kadar yüksek sesle böylesi metinler okur babasına, haliyle sesi boğuklaşır, böyle zamanlarda babası “homurdanmadan oku” diye azarlar onu, o da sesini zorlar, iki üç derin nefes alır, bazı günler nefes borusu tahta gibi olur, sesi kısılır, ciğerleri iki yandan sancır ama bunu babasına söylemez.
Bir gün Ümit kendi istediklerini okuyamadığı için bir serzenişte bulunur, babası ona kızar, “Senin tezini ben yazdım,” der. Birden babasına onun hiç beklemediği bir cevap verir. “Eğer benim tezimi siz yazdınızsa, sizin bütün eserlerinizi de ben yazdım.”
Ümit Meriç, doktorayı verdikten sonra bir buhran gecesinin sabahında abdest alır, seccadeyi serer ilk namazını kılar. Ve o günden itibaren beş vakit namazını hiç kaçırmaz.
O zamanlar namaz kılmayan babası namazına karışmaz.
*
İlkokulda, mahalle mektebinde sabahçıydım ben, bütün öğleden sonrası benimdi. Top oynardık ama en çok sinemaya giderdim. Okuldan geliş anımı biliyordu ağabeyim. Bir şeyler yedikten sonra beni çağırır yanına oturtur “Şerefname”yi okuturdu mesela. Bitlis Emiri Şeref Han tarafından 1600’lerin başında yazılmış o ağdalı kitabı okuyup Kürtçeye tercüme etmek, Allah’ım bir çocuğa yapılacak zulüm müydü? Ya “Mervani Kürtlernin Tarihi”ni, Bazil Nikitin, Minorski gibi Rus seyyahların yazdıklarını… Ehmedê Xanî’nin “Mem û Zîn”ini, Feqiyê Teyran’ın, Cegerxwîn’in şiirlerini… Kürtçe kitaplar daha kolaydı, tercümeye gerek kalmıyordu. Böyle böyle yüzlerce kitap okudum ona.
Dışarıda gürül gürül bahar vardı, ben içerde tıpkı Ümit Meriç’in yaptığı gibi karanlık bir mağaraya hapsolmuş birisinin mağarasını aydınlatmaya çalışıyordum. Çocuktum, çoğu zaman okuldan geldiğimi ayak seslerinden anlamasın diye topuklarıma basa basa sessizce eve giriyor, çantamı bırakıp kaçıyordum. Ama genellikle yakalanıyordum.
Sonra ben onu, bana anlattığı bir yığın hikayeyi heybeme doldurarak orada bırakıp İstanbul’a geldim. Anlattıklarından bir sürür kitap yazdım. O da benim yerime yeğenlerimi “okuyucu” yaptı, altı-yedi kitap da o yazdırdı onlara.
*
Cemil Meriç çok acı çektirdiğini bildiği kızına, gölünü almak için “Beynim iki taraflı çalışan bir kaset olsa, herhalde içinde en çok senin sesin vardır kızım,” derdi.
Ben de her Hakkari’ye gidişimde evinde toplanan kalabalığa bir şeyler anlatırken Abdülkadir abim, “Muhsin bunu küçükken bana falan kitaptan okumuştu,” diyerek şereflendirir beni her defasında. Yalnız kaldığımızda da “Çocukken sana çok acı çektirdiğim için hakkını helal et” der bana.
Ben de “Yapma be abi, asıl benim sana borcum var, sen hakkını helal et,” der, o yaşlarda o kadar kitabı okumama vesile olduğu için ona minnetlerimi bildirir, yanımda götürdüğüm, onun sevebileceği bir kitabı açar, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi okumaya başlar, aradan geçen zamanı yok sayarak o mutlu çocukluk günlerine geri dönerim hasretle.