Bir Skip Jeams, bir Muharrem Ertaş, bir de Şakiro
Seneler evveldi. Sezen Aksu, bu toprakların bütün seslerinden oluşan büyük bir koroyla birlikte bir konser vermeye niyetlenmişti. O vakitler, büyük bir film ve organizasyon şirketinden çalışıyordum. Sezen Aksu’nun “Türkiye Şarkıları” konserini çalıştığım şirket düzenliyordu. Kürt müziğinden bir parça seçme işinde, ona yardımcı olma görevi de bana düştü. Bir dolu Kürtçe albümle gittim ona. Bir şarkı seçti. Ezgiyi kavramada güçlük çekmedi, bilmediği Kürtçenin sözlerini ezberletmek de çok vaktini almadı.
İşimiz bitince beğendiği şarkıyı söyleyen müzik grubuna iletmek üzere bir teşekkür notu yazdı, verdi bana, şunları yazmıştı kağıda Sezen Aksu:
“Ben müziğin Tanrı’nın nefesi olduğuna inanlardanım. Ve hayatı karşılayabilmek için o nefesin sudan, ekmekten gerekli olduğuna...”
Notu sahiplerine verdim ama o günün hatırası olarak bu sözler hep yanımda kaldı. Ne zaman “vay be” dedirten bir ezgiyle karşılaşsam, aklıma hep Sezen Aksu’nun bu sözleri gelir.
“Müzik... Tanrı... nefes... su... ekmek... ve hayatı karşılayabilmek...”
*
Hayat karşısında bazen o kadar çaresiz kalırız ki... Belki de müzik, bu çaresizliğe çare olsun diye girdi hayatımıza. Belki de hayatın darbeleri karşısında bugün bu kadar dirençliysek, çokça müzik sayesindedir, kim bilir.
Bunun böyle olduğuna; kızgın güneş altında, bedenlerinde kırbaç izi, ayaklarında pranga, kara derileri güneşin atında kalınlaşmış, parçalanmış yüreklerinin en büyük parçası anavatanları Afrika’da kalmış, yabancısı oldukları bir coğrafyada hayattan bütün umutlarını kesmiş, birbiriyle konuşmaları yasak, uyumaları yasak, dinlenmeleri yasak, sevişmeleri yasak, sadece ama sadece güçleri daha fazla pamuk toplamaya, daha fazla hasat elde etmeye koşullanmış, yarını yok, geleceği bitmiş, geçmişi geçmişte kalmış; kendilerine benzeyen iriyarı köleler dünya getirsinler diye iriyarı erkeklerin iriyarı kadınlarla çiftleştirildikleri, her istediklerini yaptırdıkları, gemilerle “yeni dünya” dedikleri Amerika’ya getirilen kara derili Afrikalı köleler biliyordu herhalde.
“Hayatı karşılayabilmek için” binlercesi aynı anda uzun, çok uzun, hiç bitmeyen, yüz yıldan beri söylenen bir türküye başladılar. Türkü uzadı, sese yeni sesler katıldı, dudaktan, kalpten ve parmaktan döküldü, sadece denizin ve gökyüzünün mavisinin kendilerine özgürlüğü hatırlattığı o sonsuz büyüklükteki tarlalarda topladıkları hasadın yerine hüzün ekmeye başladılar.
Gökyüzü laciverte yakındı. Acıyı, ayrılığı, isyanı ruhlarında hissediyorlardı. Usul usul başlayan inilti, hüzünle sarmalandı, yumak gittikçe büyüdü. Karanlık hüzne baskın gelince, etraf kesif bir maviliğe büründü.
Okyanusun maviliği, gökyüzünün maviliğiyle hemhal oldu.
Blues doğdu o mavilikten.
*
Işığa hasret kölelerin dertlerini okyanusa, gökyüzüne anlatmak için “blues” diye bir dil keşfetmelerinden on beş, yirmi yıl sonra, yirminci yüzyılın başlarında, Kırşehir’in Yağmurlubüyükoba köyünde bir çocuk dünyaya geldi. Çocuğun içine “Tanrının nefesini üflediğini” henüz kimse bilmiyordu.
Adını Muharrem koydular. Bir dayısı var Bulduk Usta derlerdi adına. İlk divan sazı derslerini ondan aldı. Bulduk Usta’da bir ses var ki, aman Allah’ım! Jandarmalar asker kaçaklarının peşine düştüğünde Bulduk Usta’yı yanlarına katar, araziye çıkarlarmış. Usta asılır bir bozlağa, kaçak hangi deliğe saklanmışsa dayanamaz çıkarır kafasını, düşermiş bu billur sesin tuzağına, o derece...
Abdal derler Muharrem Ertaş’ın ecdadına. Kul yani.. Ataları da öyle... Moğollardan kaçıp ta Horasan’dan yüklenip gelmişler Anadolu’ya. Onlar kendilerine aşiret der, yakınlarındakiler “cingen” diye aşağılarlar. Bütün hayatları müzikle kuşatılmıştır, sanatlarını bir düğünlerde, bir de kendi aralarındaki yaren meclislerinde icra ederler. Kendileri dışında herkese “ağa” diye hitap ederler. Aşağıdadırlar. Kırgındırlar. Fakirdirler. Hiç varlık görmedikleri için fukaralıktan da şikayet etmezler. Gönül insanlarıdır, uğradıkları onca aşağılık muameleye rağmen hiç isyan etmezler. Kendileri yerine müziğe yol verir, dertlerini bozlaklar haykırsın isterler.
Muharrem Ertaş’tan önce de bozlak vardı, ama ona kadar herkes bozlak söyledi, o ise oturdu bozlağı ağladı, ağladı, ağladı. Büyüdü, ailesine bakma karşılığında Hacı Taşan’ı yetiştirdi, sonra asıldı “Avşar bozlağı”na.
Şimdiye kadar hiç kimse böyle bozlak okumamıştı. Divan sazı tok ve davula benzer bir sesle gümbürdedi; ona tiz, gür, geniş, parlak, içli, yanık ve geçmiş zamanlara meydan okuyan bir ses eşlik etti. Bozkırın kör yılanları gördü sesini. Bir cerbeze düştü çırakları Çekiç Ali, Hacı Taşan ve daha sonra babasının adını hepimize ulaştıracak olan oğlu Neşet’in içine.
(Hikayeyi nakletmenin tam zamanı. Kırşehir’de bir düğüne Muharrem Ertaş’ı söylesin diye davet etmez, onun yerine başka bir grubu götürürler. Muharrem Usta bozulur ama belli etmez. Kalkar gider düğüne. Grubun elemanı biraz da kinayeli Muharrem Usta’ya, “Ağa bir isteğin varsa çalalım” der. Muharrem müstehzi bir ifadeyle, “Benden çalma, çırağım Çekiç Ali’den ve oğlum Neşet’ten de çalma, gerisi senin bileceğin iş, ne istersen onu çal” der. Geride pek bir şey kalmadığı için eleman gülümsemekle yetinir. Bir hikaye de romancı Hasan Ali Toptaş’tan: Kırşehir’e Muharrem Ertaş’ın heykeli dikildiğinde, Kırşehirli’nin biri bir gün heykelin karşısına geçip uzun uzun bakmış ve; “Hey kurban olduğum (Atam), vatanı kurtardığını, düşmanı yendiğini, bize evimizi barkımızı verdiğini biliyodum da, bağlama çaldığını bilmiyodum” demiş.)
Bozlak, feryat etmektir, devenin çıkardığı sese benzer bir sesle haykırmaktır. “Dışarı atmaktır yüreğini.” Ölçüsüzdür. İçten geldiği gibidir. Aşkı, yiğitliği, mertliği, gurbeti, sıla hasretini, aşiret kavgalarını dillendirir.
Bozlak söylenmez, havalandırılır.
Göz alabildiğine çıplak kel tepelerle kaplı, yazın sarı sıcak, kışın kara soğuk Orta Anadolu bozkırında “itten aç, yılandan çıplak” kalmış abdallar; tıpkı bütün gün tarlalarda çalışıp sadece gökyüzüne baktığı zaman özgürlüğü hatırlayan Mississipi’deki kara derili Afrikalı kölelerin haykırmasına benzer bir sesle söylüyorlardı bozlaklarını bin yıldan beri...
O yüzden Neşet Ertaş’ın; babasının çırağı Hacı Taşan’ın sesini duyunca radyoda, “benim ne eksiğim var” diyerek Muzaffer Sarısözen’in kapısına dayanmasıyla bize ulaşan bozlaklara, müzik alimleri “Anadolu bluesu” adını taktılar. Belki de Muharrem Ertaş’ın atalarının bozkırda haykırdığı bir çığlığa benzer bozlakları, o sırada Afrika’dan demir almış köle gemisine ulaşmış, Amerika’ya ulaşınca da o kölelerin isyan dolu ruhlarından düşüp “blues” adını almıştır; kim bilir!
Blues’un büyük ustalarından Skip James’in sesine kulak verin hele, ne demek isteğimi daha iyi anlayacaksınız eminim. O Skip James ki, gitar ve piyanoyu bluesda daha etkin kullanarak rock müziğe giden yolu açmış birisidir. Onun şarkılarını dinlediğinizde Hakkari’nin bir dağ köyünde çocuğu nehirde boğulmuş bir kadının hırıltıya benzer ağıtına veya Patnos’un bir köyünde doğup İzmir’de yokluk içinde göçüp gitmiş dengbêjlerin piri “kewê ribad” (en güzel öten keklik) Şakiro’nun insana hep gurbeti, hüznü ve isyanı hatırlatan sesindeki tınıyı keşfedersiniz büyük bir mutlulukla...
Bu yazı için malzeme toplarken aniden farkına vardım ben de...
*
Gerçek adı Şakir Deniz’dir.
Şakiro diye bilinir.
Şakiro bir dengbêj’dir. Dengbêj söyleyendir, söylediği şeyin adı da “kilam”dır; kilam kelamdan, yani sözden alır kökünü. Tıpkı bleus gibi, tıpkı bozlak gibi söz esastır kilamda; müzikten daha etkilidir söz, baskındır. Söz de gücünü hikayeden alır.
Abdallar, Horasan’dan yola çıktıklarında, bir biçimde dengbêjlerin yurduna uğrayarak geldiler Orta Anadolu’ya... Geçiş güzergahları boyunca bozlakları kilamla buluştu, işin tuhaf yanına bakın ki, neredeyse ikisinin de gırtlak yapıları aynıydı. Dengbêj Şakiro’nun ses genişliği tıpkı Muharrem Ertaş’ınkine benzer. Sesinin rengi ve tınısının yanı sıra, gırtlak nağmeleri, çarpma, titretmeleri -ki Kürtçede buna “xulxulandin” denir- kendine has ses kullanma teknikleri ve bütün bunların yanı sıra kullandığı yiğitliği, mertliği yücelten edası, zaman zaman (“wey dil” gibi, ki bu parçayı Kürt müziğinin yaşayan en iyi kadın icracılarından Rojda bir düete dönüştürüp okudu) “rap” diyebileceğimiz kilamlarıyla Şakiro’yu, diğer Kürt dengbêjleri arasında, gelmiş geçmiş en büyük “kilam icracısı” olarak özel bir yere yerleştirebiliriz.
Kürt müziğinde, Serhat geleneğinin, kendisinden önce gelmiş ve “dengbêjlerin şahı” olarak kabul edilen Evdalê Zeynikê’den sonra en büyük icracısıdır Şakiro.
Şakiro’nun kilamları tıpkı Muharrem Ertaş’ın bozlaklarında olduğu gibi aşkı, savaşı, aşiret anlaşmazlıklarını, yoksulluğu, hasreti, isyanları, devletin zulmünü, jandarmanın baskısını, mahpushaneyi anlatır. Yazısı yasaklanmış, varlığı inkar edilmiş bir halkın hem yazanı, hem okuyanı, hem şahidi, hem de toplumsal hafızasıdır dengbêjler... Kurulan aşiret meclislerinde, önünde bir tas ılık su, bir tas kuru üzüm, odayı aydınlatan yanan bir kandil ışığı varsa ve yüreği havalanmışsa dengbêj’in (“dilê min bi liyan e”), gayri elini kulağına götürür, ortalık sus pus olur, başlar orada bulunanların tekmil hikayesini uzun, çok uzun bir kilam şeklinde anlatmaya, söylemeye... Hiçbir müzik aleti çalınmaz, zira müzik aleti Şakiro gibi dengbêjleri gemliyor, başlayınca söylemeye kesintiye uğrasın istemez icracı, ara nağmeyi de “eyhok” denilen bir iç çekişle tamamlar, kendi nefes aralığını kendisi ayarlar.
Hiçbir stüdyo kaydı yoktur Şakiro’nun. Elimize ulaşan bütün kilamları, iptidai koşullarda teyp kasetlerine kaydedilmiş olanlardır. Ağrı Patnos’tan Erzurum Karayazı’ya, oradan da İzmir’e çıkmış yolculuğu Şakiro’nun. 1983’te geldiği İzmir’de, 1996 yılında vefat etmiş. Öldüğünde arkasında muazzam bir külliyat bırakmış ama hepsi amatör dinleyicilerin elinde. Hiçbir stüdyoya girmedi, zira onu stüdyoya sokmaya çalışan tarihçi Mahmut Akyürekli’ye, “Orada dinleyici yok, ılık su dolu tas yok, hepsinden önemlisi oturulacak minder yok” diyerek ret etmiş, bütün bunlar tedarik edilince de kansere yenik düşmüştü. İzmir Çamlıkule Mezarlığı’na gömdüler, başucundaki taşa da “Dengbêj Şakiro” diye yazdılar, mezar taşındaki Kürtçe kelimeyi gören bazı zalimler de mezar taşını kırıp parçaladılar.
*
Pamuk tarlalarında çalışan köleler dertlerini nasıl bluesla, Orta Anadolu abdalları yoksulluklarını nasıl bozlakla anlatmışlarsa, geçit vermez dağları yurt bilmiş Kürt dengbêjleri de yasaklanmış dillerini, ortak hafızalarını kilamlara dökmüşler.
Üç müzik türü de akrabadır, üçünün de temaları ortak, üçünün de hamurunda hüzün vardır. Blues devasa plantasyonların, bozlak kör yılanların cirit attığı bozkırların, kilam geniş kanatlı kartalların yuva yaptığı asi dağların müziğidir.
Üçü de çaresizlikten doğmuş, üçü de çaresizlikten çare yaratmış, üçü de çetin şartlarda bizi hayatı karşılamaya çağırmıştır.
Meram: Bu yazı birkaç yıl evvel kısaltılarak yayınlandı gazetenin ekinde, gönlüm elvermedi, tam metin kalsın bir yerlerde…