Güneş toplamaya giden çocuklar!
Pazar sabahı o şarkıyla uyandım. Zülfü Livaneli’nin sesi 1986’dan, “Karacaoğlan’a”adanmış Ülkü Tamer’in şiiri ise çok daha eski bir tarihten geliyordu.
Bakkal dükkanından bozma izbe bir öğrenci evinden sokağa taşıyordu şarkı-şiir... Civandık, bıraksalar sıska “bacaklarımızın üstünde yaylanarak” Kocamustafapaşa’dan Cilo dağlarına atlayabilirdik. Açtık; şiirle, şarkıyla, romanla bastırıyorduk açlığımızı.
Şimdi bu soğuk kış sabahında, hiçbir dağın üzerinden atlamamış, bulunduğum yer neresiyse oraya sürüne sürüne gelmiş, ikinci yarım asırdan yıl almış kocamış bir herif olarak şarkı-şiir beni “güneş toplamaya” çağırıyordu.
Ama ben o işi çocukluğumda yapmıştım zaten.
*
Yel saçlarını tarıyor bir çerçiden bir kilo yün karşılığı alınmış cep aynasında kendini seyreden gamzeli kızın. Ayaklarının dibine birazdan bir ışık düşecek. Zaten ayna o görevi yapsın diye almış sevdalısı; kendini seyretmekten çok, ondan yansıyan ışık yârin geçtiği yola işaret düşürsün diye.
Soğuk seher vakti tadı damağımda saklı, mısır ekmeğine sürülmüş taze tereyağının hala. Seher ayaz getirmiş, otların, çiçeklerin üzerinde çiy var daha. Gevenin altında bir keklik yumurtalarını ısıtıyor. Ay biraz önce; tahtaya kalkmış bir öğrencinin önceki dersten kalma yazıları silmesi gibi karatahtadan, bir anda silindi semadan.
Uzak tepelerin başına turuncu bir yazama geçirmek üzere güneş…
Dağ başını güneş almış
Herkes ona uzaktan bakar
Güneş birazdan buraya da doğar
O gelmeden biz getirelim arkadaşlar
Ne böyle bir marş vardı ne de benzerinin farkındaydı çocuklar.
Üşüyorlardı.
Ama güneşin geleceği yoktu.
Güneş gelmiyorsa onlar ona gidebilirdi.
İyi de sadece biz istemiyoruz ki onu? Ya çadırlarda onu bekleyenler?
O halde gidelim, güneşi toplayalım, getirelim buraya, dağıtalım herkese…
Haydi gidelim!
Güneşi toplayıp getirdiğimizde ısınmak isteyen bağrına yatsın. Kalbine sevda suyu yeni yürümüş olan delikanlılar ise, karşı yamaca yakacak malzemesi toplamaya gitmiş olan genç kızların yoluna, arkasında Türkan Şoray (kim olduğunu bilmiyorduk henüz, düğme gibi bir çift kara gözden müteşekkil kadındı o kadar) resmi bulunan, çerçiden bir kilo koyun yünü karşılığı alınmış aynayı tutacaklar. Aynadan yansıyan şehvetli bir heyranok (mani)’tur artık karşı yamaca ulaşan.
O sırada tepeye çıkan yolu çoktan yarılamış “güneş toplamaya giden” çocuklar.
*
“Güneş toplamaya” çağıran şarkı-şiirin beni uyandırdığı Pazar sabahının gecesinde Peru’ya dair bir dökümanter izlemiştim televizyonda. Ant dağlarının tepesinde, Allah’a yakın bir yerde, dünyanın en büyük göllerinden birisi var. Titikaka Gölü’nün üzerinde 42 ada var. Adalarda insanlar var. Adaların tümünü üzerinde yaşayan insanlar yapmış. Yüzüyorlar adalar, geziyorlar. Üzerinde yaşayan insanların, tıpkı “güneş toplamaya” giden çocuklarınkine benzer bir ilişkisi var güneşle. Tabiatın bütün oyunlarına vakıflar. Modern hayatın bütün “nimetlerinden” mahrumlar. Modern hayat öncesi neyse öyleler hala…
Bizim Yezidiler gibi güneşe yüzlerini çevirip durmadan flüt çalıyorlar; ibadet eder gibi... Onun hareketine göre ayarlıyorlar hayatlarını.
Bu zamana kadar çok iyi gizlenmiş olanları da var aralarında.
Yeni yeni keşfediliyorlar.
Yaşadıkları göl tam tamına 3810 metre yüksek bir yerdedir.
*
Çok sonra öğrendim ben de… “Güneşi toplamaya” gittiğimiz yerler de hemen hemen aynı yükseklikteydi.
Vadiye kurulmuştu “reş mal” (kara ev) denilen kara kıldan yapılma çadırlar.
Güneş ışıklarının değdiği yere, yani o turuncu yazmaya ulaşmaya daha bir hayli yol var. Dön bak arkana. Vadide sigaranın ucundan çıkan dumana benzer, ince dumanlar yükseliyor çadırların arasından. Belirli bir düzen içinde, çoğu zaman yarım ay şeklinde dizilmiş çadırların önü kalabalıklaşmış, kadınlar yayık başında, herkes güneşi bekliyor!
Yayıklara şarkı söylüyor kadınlar. Galiba müziğin bereketle bir ilişkisi olduğunu hem bizim annelerimiz hem de Titikaka Gölü’nün üzerinde yaşayan kadim kabilelere mensup insanlar farkına varmış önce. Güneş tepelerine gelip asılı kaldığında orada buldukları kamışlardan yapılma flüte veya bizim kavala benzer bir aletle muhteşem ezgiler yayıyorlar gölün sonsuz genişlikteki çivit mavisi sularına. Yayığa şarkı söyleyen bizim annelerin beklentisi ise daha fazla tereyağını elde etmekti. Ona ninni gibi şarkılar söylersen, kendi beklentilerini, isteklerini onun ritmine uygun dillendirirsen yayığa bereket düşer; daha çok tereyağı üretir yayık!
Allah’ın soluk alıp vermesidir müzik. O yüzden devadır her derde. O yüzden her dileğin dilidir. O yüzden sevecen, aşk dolu müzik eşliğinde, içinden geçenleri söylüyordu annelerimiz yayıklarına:
Hay meşkê, meşka nêriyê poş e,
Min kirê ava xoş e, hay jarê
Zozana xweş Ertûş e, hay meşkê
(Hay yayığım, yayığım teke derisinden
Doldurdum güzel suyla, hay zavallım
Yayla dediğin Ertuş yaylasıdır, hay yayığım)
*
Güneşi ilk yakalayan, onun ışığına ilk ulaşan dönüş yolunun da rehberidir artık. Bir adım çocuklardan, bir adım güneşten... Çocuklar iner, güneş yükselir… Çocuklar güneşin çizgisini hiç şaşırmaz, ritmini yayık başındaki annesi gibi ayarlar o da… Çocuklar aşağı doğru inerler her tarafı güneşe bulanmış, güneş yukarı çıktıkça vadilerdeki koyu gölgeler, gökyüzünden silinen ay gibi silinir.
Yarım ay şeklinde kurulmuş çadırların önüne vardıklarında, bütün çocuklar aynı anda kollarını açar. Güneş kollarının arasından tuttukları bir kucak dolusu tüy gibi dağılır etrafa.
*
Güzel şair Ülkü Tamer, “Seher yeli çık dağlara / Güneş topla benim için / Haber ilet dört diyara / Güneş topla benim için,” diye seslendiğinde sabah rüzgarına; onun doğduğu şehrin şarkında, dağlar arasında, tıpkı Titikaka Gölü üzerinde yaşayan yerlilere benzer, kimselerin varlığından haberdar olmadığı bir çocuk kafilesinin bütün bir yaz mevsimi boyunca “güneş toplama” oyununu oynadıklarını bilmiyordu kuşkusuz.
1986 yılında o şiiri Zülfü Livaneli beste haline getirip Kocamustafapaşa’da izbe bir talebe evinde umut büyüten bizlere ulaştırdığında dağın ardını merak ediyorduk hepimiz hala çocukça bir özlemle.
Oysa “güneş toplama” oyununa katılmış bir çocuk olarak biliyordum, dağın ardında yeni bir şey yoktu. Hangi dağa tırmanırsan tırman, karşına yeni bir dağ çıkar.
Ama merak işte... Ya “dağın öteki yüzünde” bir şey varsa…