Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Çarşamba günü yayınlanan “Oğuz Atay’ın günlüğünde ne var?” başlıklı yazım üzerine, sabah saatlerinde Müslüman mahallesinden bir dostumun sorduğu “Çocuk kalmış bir milletin fertleri’ ifadesi kime ait, Atay’a mı?” sorusuna “evet” cevabını yazınca, “Bir söz bu kadar mı cuk oturur bir memlekete… büyük adam… Tek bir cümleyle bir memleketi anlatma kudretine sahip bir yazar desene…” dedi ve tatlı bir sohbet başlattı; bir süre sohbet ettik yazışarak, sonra telefonu bırakıp bilgisayarda yeni bir sayfa açtım ve “Çocuk kalmış millet” diye bir başlık koydum sayfaya.

        Amacım o başlık altında bir yazının notların düşmekti oraya, Pazar günü için iyi bir mevzu olabilirdi. Bu yüzden tekrar “Günlük”e baktım, o lafın içinde geçtiği paragrafı 7 Kasım 1970 günü düşmüş defterine Oğuz Atay.

        “Tutunamayanlar”ı bitirmiş, TRT yarışmasına göndermiş, dosyasını Cem Yayınevi sahibi Oğuz Akkan’a götürmüş, ancak umutsuzdur; kitabın basılmasıyla ilgili “durum pek parlak” görülmüyor. “Bu deftere yeni kitapla ilgili aklıma ne gelirse yazacağım,” diyor ve sonradan “Tehlikeli Oyunlar” adını koyacağı romanıyla ilgili notlar tutmaya başlıyor.

        Romanında “Batı dünyasından bütünüyle farklı” davranış şekillerimiz üzerine duracağını, kitapta bize ait bir “saflığı” arayacağını belirtiyor ve şunları söylüyor:

        “Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde.”

        Devamında “yarım yamalaklığımızdan” bahsediyor kudretli yazar. Bir trajedi yaşadığımızı fark etmediğimizi söylüyor. “Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz” diyor. Bunu iktidardakiler “bütün millet adına dile getiriyorlar.” “İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin ‘muhalefet yapmak’ olduğunu sanıyorlar.” Devamında şu müthiş tespiti yapıyor:

        “Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum.”

        Ona göre ikili ilişkilerimizde de “bu çocukluk ve yarım yamalaklık ve çamur atma” halini yine aynı şekilde sürdürüyoruz.

        İşte bütün bunların romanını yazacak!

        *

        Bunları açtığım sayfaya kaydederken bu sefer de Oğuz Atay’ın yakın bir dostundan bir mesaj geldi. Yazımda Engin Ardıç’ın eski bir yazısı vesilesiyle sözünü ettiğim kişilerin Oğuz Atay’ın dostları değil “tanışları” olduğunu söylüyordu. Onun asıl dostlarından, mesela Vüsat O. Bener -ki “Buzul Çağı Virüsü” romanını Oğuz Atay’a ithafa etmiştir-, Mehmet Baydur, Mehmet Günsür’den bugün kimsenin bahsetmemesinden yakınıyordu.

        Bir de benim Oğuz Atay’ın “günün birinde günlüğünün yayınlanacağını düşünmüş veya öngörmüş olmalı” fikrime şiddetle karşı çıkıyordu. Ona göre o günlük çok “şahsa mahsus” bir defterdi ve Oğuz Atay onu Sevin’e “içini dökmek” için tutmuştu.

        Uzun bir sohbet geçti aramızda, ölümünün üzerinden tam da ömrü kadar, yani 43 yıl geçmiş bir yazarı, hala aramızdaymış gibi tartışıyor olmamız ne kadar şiirsel geliyor bana anlatamam.

        *

        Sonra aniden Oğuz Atay’ın mezarını hiç merak etmediğim geldi aklıma. Oysa sevdiğim yazarların, şairlerin, sanatçıların, alimlerin mezarlarını arada bir ziyaret etmek hoşuma gider, sevap der, kalkar giderim. Bazılarını hassaten merak etmişimdir, ille de arayıp bulmuşumdur mesela. Ama nedense Oğuz Atay’ınki hiç gelmemiş aklıma. Sanki ölmemiş, onun bir mezarı yokmuş gibi tamamen bilincimin dışında bir yere atmışım.

        Sahi hangi mezarlıkta yatıyordu Oğuz Atay?

        Kolay, sor Hazreti Google’a! Sordum. “Edirnekapı Mezarlığı’nda,” dedi bana.

        Bakarken bir sürü haber ve görüntü çıktı karşıma. Habertürk 2017 yılında haberini yapmış. Meğer o zamana kadar mezar taşında “Oğuz Atay” adını gören her hayranı, beyaz mermere aklına gelen bir şey yazmış. Zamanla kirlenmiş taş, her tarafı değişik yazılarla dolmuş. İçlerinden birisi de “Tutunamayanlar”da geçen “Hiç olmazsa mezar taşıma yazın: Burada insanlara başka türlü hayran olan biri yatıyor,” cümlesini de yazmış. Başka birisi de “Bu dünyadan Oğuz Atay geçti” notunu düşmüş, bir başkası da “Ela göz ve ceylan göz seni daima sevecek,” demiş.

        Yazarın mezarına ancak yazı yazılır, çaput bağlanacak değil ya…

        Daha sonra yazar Bilal İşgören bu işi dert edinmiş, birkaç arkadaşıyla birlikte mezar taşını temizleyip eski haline getirmiş.

        Şimdi pırıl pırıldır mezarı, en azından karşıma çıkan fotoğraflarda öyle görünüyor.

        *

        Bugün bu kadar Oğuz Atay yeter dedim, başka şeylerle uğraştım, gece yatmadan önce de bir roman okumak geldi içimden.

        Kitaplığımda bütün romanları yan yana duran Hakan Günday’ın en sona kalan “AZ” romanı geçti elime. Kitap neyi anlatıyor, doğrusu hiçbir fikrim yoktu. Geç keşfettiğim, kolay okunan bir yazar Günday, müthiş sahne kuruyor ve tuhaf hikayeler buluyor. Bir de sert ama tatlı bir dili var, kaptırınca gidiyorsun. Böylesi zamanlarda, yani beynim fazlasıyla ağır şeylerle meşgulken, biraz da memleket gündeminin kabus gibi ağırlığı çökmüşken üzerime Günday’ın bir romanını okumak iyi gelir dedim, kitabı aldım ve okumaya başladım.

        Gecenin derin bir vaktinde, derin bir kuyunun içinden çıktım, kitabın ilk bölümünü bitirmiştim, “Derdâ’nın hikayesini” yani, şimdi öteki yarısı “Derda’nın hikayesi” beni bekliyordu. Işığı söndürdüm, uyudum.

        Ertesi gece aynı saate kalan bölümü de okudum, 350 sayfalık koca romanı iki ölçek halinde içmiştim.

        *

        Ne oldu biliyor musunuz? Oğuz Atay mevzusundan uzaklaşayım derken kendimi Oğuz Atay’ın başrolde olduğu tuhaf bir hikayenin içinde bulmuştum.

        Oğuz Atay’ın yattığı mezarlıkta başlayan, daha sonra da her şeyin onun mezarı etrafında döndüğü bir hikaye hem de…

        Karşılaşmak için 40 yıl bekleyen, birlikte ölmek için de bir 40 yıl daha beklemek zorunda kalan iki kahramanın hikayesinde karşıma yine Oğuz Atay çıkmıştı; demek kaçış yok, adam yakamı bırakmayacak!

        Kitapta fazla tesadüf var ama yazının burasına kadar anlattığım her şey de benim için tesadüftü. Kitabı okuyanlar, “neredeyse 10 yıl önce yayınlanmış, üzerine bir sürü yazı yazılmış romandan senin yeni mi haberin oldu bre cahil” diyebilirler bana, haklıdırlar ama buraya uyan en güzel kelime, tevafuktur galiba!

        Edebiyat Tanrısının bana muhteşem bir oyunu, önünde diz kırıp şükranlarımı sunuyorum.

        *

        “AZ”ı özetlemek çok zor. İlk hikaye, İran sınırında bir yatılı bölge okulundan alınıp oradan İstanbul’a, oradan da sadist bir tarikat şeyinin oğluyla evlendirilip Londra’ya gönderilen korucu bir Kürt babanın 11 yaşındaki kızı “Derdâ”nın hikayesidir.

        Yürek yakıcı, öfkelendirici, tiksindirici, korkunç bir hikaye...

        İkinci hikaye de, yine aynı yaşlarda, mezarlığa bitişik bir gecekonduda, babası gaspçılıktan içerde yatan, annesiyle yalnız yaşayan, annesi ölünce onu alıp yetiştirme yurduna götürmesinler diye annesinin cesedini baltayla parçalayıp parça parça mezarlara dağıtan, bir parçasını da Oğuz Atay’ın mezarının yanına gömen “Derda”nın hikayesidir. (Kız olanın isminin son harfinin üzerinde şapka var, erkeğinkinde yok. İsim için Kürtçe diyeceğim ama mesela kızın adı “Derdê”, oğlanınki “Derda” olsaydı, ilki “dert sahibi”, öteki “dert dağıtan, veren” anlamına yakın gelirdi ki, neyse, yazar mutlaka bunları düşünmüştür.)

        Derdâ’yı Londra’ya götürmeden önce bu mezarlığa getirirler, zira burası bir çetenin alışveriş yaptığı güvenli bir yerdir, o gün Derda da mezar sulayıp belki üç kuruş bahşiş almak için oradadır, ilk defa birbirlerini burada görürler. Aradan 40 yıl geçtikten sonra bir kez daha…

        Ben burada sadece hikayenin Oğuz Atay’lı kısmı üzerinde duracağım.

        *

        Derda mezarlıkta dönen bir “katakullinin” içine düşer. Oraya bırakılan para ve belgeleri çalar. Ve o andan itibaren “korkuyu beklemeye” başlar:

        “O günden itibaren Derda hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar, birinin yazdığı gibi…” (AZ, s.222)

        O “birini”, 16 yaşına gelince; eski solcuların yaptığı korsan kitap işine girince tanır Derda. Adının “Tutunamayanlar” olduğunu daha sonra öğrendiği tuğla kalınlığındaki kitabın üzerindeki isimin harfleri, çocukluğundan beri etrafında dolandığı mezarlıktaki mezar taşında yazılan harflerle aynıdır; bunu fark eder etmez okuma öğrenmeye karar verir, öğrenir, “Tutunamayanlar”ı okur ve “hayatı değişir”.

        Çok iyi anlamaz ama hisseder. Bu kitabı yazan ona yakındır. Kitapla kendi hayatı arasında bir bağ kurar. Yazarın da kendisi kadar yalnız ve mutsuz olduğuna inanır. Yalnızlığına Oğuz Atay’ı yoldaş kılar. O andan itibaren Derda için “iyi ne varsa” o Oğuz Atay’dır. Sağ elinin parmaklarına OĞUZ; sol elinin parmaklarına ATAY dövmesi yaptırır ve İstanbul’un tüm duvarlarını büyük O harfinin içine çizilmiş büyük A harfiyle donatmaya başlar. Artık intikam zamanı gelmiştir. Oğuz Atay’ın genç yaşta ölümüne sebep olan bütün o sakallı, pipolu, fularlı meyhane müdavimi “ahmaklardan” intikamını alacaktır. Tek kişilik örgütünün adı da hazırdır:

        “Oğuz Türkleri!”

        Beraber korsan kitap işinde çalıştığı eski solcu Süleyman ona Oğuz Atay’ı şöyle anlatmıştır:

        “Ben o zamanlar örgüt işindeydim, anlıyor musun? Neyse bir gün Tutunamayanlar’ı getirdi bizden bir çocuk. Bir baktık böyle psikolojik falan. Siktir et dedik. Biz dedik, burada kelle koltukta memleket savaşı veriyoruz, herif gitmiş kafasına göre bir şey anlatmış, dedik. Bilemedik tabi, meğer ne kafaymış o, biliyor musun?”

        Derda bunları dinlerken Oğuz Atay’ın “Günlük”te sözünü ettiği “ahmakları” hatırlar.

        “’Örgüt dedin de ne örgütü abi?’

        ‘Sağ sol davası oğlum. Orda millet birbirini yiyor, kaldırımın hangisi senin, hangisi benim diye adam bıçaklıyor, bu da gitmiş, kopuk kopuk mevzular anlatıyor, diyorduk anlayacağın. Tersti bize yani. Sadece bize değil, herkese tersti. Zamanına tersti, zamanına!’ (AZ, s.270)

        Süleyman ona Oğuz Atay’ı “harcadılar” demişti. Tam yatarken sorar.

        ‘Süleyman Abi, görsen tanır mısın?’

        ‘Ne?’

        ‘Hani harcadılar, dedin ya? Kimse onlar, görsen tanır mısın?’

        ‘Yat lan aşağı’ dedi Süleyman. Sonra da güldü.

        ‘Niye lan, ne yapacaksın?’

        ‘Keseceğim abi hepsini’ dedi Derda”. (AZ, s.272)

        *

        Derda “Tutunamayanlar”dan başka Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” ve “Günlük”ünü okur, bir de onunla ilgili yazılmış bir biyografi kitabını. Hakan Günday adını vermiyor ama muhtemelen Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım” kitabıdır okuduğu. “Hepsini keseceğim” dediği için Süleyman’dan fırçayı yemiş olan Derda, Süleyman’a şunları söyler:

        “Burada ne yazıyor biliyor musun? Bak, bütün bu kitapta ne yazıyor. Bu adamı öldürmüşler. Oğuz Atay’ın beyninde tümör çıkmış ya? Sonra da gencecik yaşta ölüp gitmiş. İşte, o tümör denilen bok her neyse, bu söylediğin bütün herifler o tümör! Adam üzüntüden ölmüş! Anlamıyor musun hala? Bak, yazıyor burada! Öyle kalkıp küfür falan da etmemişler. Ne yapmışlar, biliyor musun? Hiç! Hiçbir şey yapmamışlar! Böyle sanki önlerinde köpek geçmiş gibi, dönüp de bakmamışlar bile! Onun için ölmüş bu adam. Kimse dönüp de bakmadı, diye. Yapılır mı lan bu? Sen söyle!” (AZ, s.276)

        *

        Dediğini yapar Derda, Beyoğlu’nda bir meyhaneyi basar, meyhanedeki gençleri dışarı çıkarır, “muhtemelen bunlar Oğuz Atay’la aynı devirde yaşamışlar” dediği üç ihtiyarı ayırır, kurşunlamaya başlar. Sakallı olanı memleketin en ünlü gazetecisidir, orada ölür; yazar olan diğer ikisi ise yaralı kurtulur. Eylem bir terör eylemi olarak anlaşılır ancak yakalandığında, “Ben’ demişti, ‘Oğuz Atay için vurdum onları. Kim olduklarını bilmiyorum. Umurumda da değil. Ben vuracak yazar arıyordum. Ya da gazeteci. Onlar çıktı karşıma. Çektim, vurdum.”

        (AZ, s.315)

        *

        Aradan geçen süre içinde Londra’da, vaktiyle Oğuz Atay’ın tedavi gördüğü Wimbledon’daki Atkinson Morley Hastanesi’nde hemşirelik yaparken Oğuz Atay’ın intihardan vazgeçirdiği Anne’in (Oğuz Atay ona “senin adın benim dilimde anne demektir” demişti!) yardımıyla okuyup edebiyat profesörü olan Derdâ ile yıllarca hapis yatan Derda’nın hikayesini merak edenler az biraz vakit ayırsın “AZ”ı okusun.

        Kitabın adı nereden mi geliyor dediniz?

        “Sen de fark ettin mi? Az, dediğin küçük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi.” (AZ, s.349)

        *

        Bir yazının içinde geçen “çocuk kalmış millet” kavramı hiç beklemediğim bir anda beni alıp o milletin içinde “iki çocuğun” sert macerasının içine attı. Hayattan daha şaşırtıcı olan tek şeyin yazı olduğunu buyurmamış mıydı Orhan Pamuk’un muhayyel alimi İbni Zerhani “Kara Kitap” yazıldığı günden beri.

        Diğer Yazılar