Tahir, tarih, toplum…
Kemal Tahir’i sol Kemalistlerin bir kısmı sever, bir kısmı nefret ederdi. Sağ Kemalistler de onu sevmeyenlerin safında yer alırdı. Hatta İlhan Selçuk önderliğinde bir takım sol Kemalistlerin gazına gelen 12 Eylül’ün sağ Kemalist paşaları, onun romanından yapılan “Yorgun Savaşçı” filmini yakacak kadar ondan nefret ederdi. Sosyalistler “Osmanlıcı” diye yüz vermez, sağcılar ise "kanında solculuk var" diye burun bükerdi. Milliyetçiler, devlet bahsinde onu sever, özgürlükler bahsinde ondan uzak dururdu. İslamcıların ise pek ilgisini çekmezdi.
Peki hiç mi seveni yoktu?
Olmaz olur mu?
Cemil Meriç, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk onu sevenlerden…
Bir de "Tahiri" diye nitelendirilecek kadar onu seven kendi kitlesi vardı.
*
Yüksek dağların başında kuşlar da sürüngenler de yaşar. Kuşlar oraya uçarak, sürüngenler sürüne süre varmış, derler.
Kemal Tahir, vardığı yere sürüne sürüne varanlardan…
Bildiği şeyleri öğreten, ulaştığı bilinç düzeyi için yol gösteren bir mektep, bir mederese hiç olmadı bu memlekette; onu mezun eden üniversite hapishanedir bu yüzden.
Anadolu insanını, tarih bilgisini, Osmanlıyı, Marksizm’i ve bizi biz yapan ne varsa bildiği her şeyi, “damda” öğrendi.
Cemil Meriç, onu “ıstırapların yarattığını” söyler. Hapishane ki maskesiz dolaşılan bir yerdir. Çırılçıplak çıktı insanlar karşısına, Türkiye insanını bu cangılın içinde tanıdı.
Yine Cemil Meriç’in deyimiyle “çapkın ve şımarık” bir İstanbul delikanlısı olarak girdiği “o acılar ummanı” denilen hapishaneden sağlam bir bilgiyle donanmış olgun bir adam olarak çıktı.
Roman yazmaya oturduğunda; o “hataların bıçakla düzeltildiği” yer olan hapishanede öğrendiklerini vesikalandıracaktı; o kadar.
Bildiklerini aktarmanın bir aracı olarak düşündü romanı ve öyle yaptı.
*
Hapishanede Nazım Hikmet’le yedikleri içtikleri ayrı gitmediği halde, Nazım’ın Orhan Kemal’e, “Yazdıklarını bir de Kemal Tahir’e okut, onun fikri önemli,” dediği halde Kemal Tahir’in kendi “bağımsız” fikrinin yolcusu olmayı nasıl becerebildiği bir muammadır o günün şartlarında. Zira 1950’ler ve sonrası, yani Kemal Tahir’in “yeni bir tarih bilincini” düşünmeye başlayıp bunu romanlarla ifade etmeye başladığı yıllar, kimsenin tarihin yüzüne bakmadığı yıllardır. Ama o böyle düşünmüyordu, Orhan Pamuk’un saptadığı gibi ona göre tarih “günümüzü belirleyen zengin ve karmaşık bir süreçti.”.
Batının temel klasiklerini okuyarak büyümüş, Batı düşüncesinden etkilenerek solcu olmuş, fikirlerini Batıdan almış, tekniği onlardan öğrenmiş entelektüel camia, Kemal Tahir’in içe dökük, günümüzün meselelerinin sebebini geçmişte arayan, çözümünü de aynı topraklarda bulabileceğine inanan “yerli” fikirleri karşısında afalladı.
Onlar her şeyi Batıdan bekliyorlardı. Zira Türk aydını kendini tanımak için Batı’dan çıkmıştı yola. Kendini ve toplumu anlamak için Batı düşünce sisteminin ürettiği eserlerle entelektüel açlığını gidermiş, Batı şiiriyle ruhunu dinlendirmiş, Batı felsefesiyle tefekküre dalmış, Batının ürettiği ideolojilerle kendi toplumunu tahlil etmeye çalışmıştı. Bilginin de kurtuluşun da reçetesi oradaydı.
Kemal Tahir ise meseleyi onların gördüğü gibi görmüyordu. O aydınların “muasır medeniyet seviyesine çıkarmayı” düşündüğü, bazılarının ise hepten “kurtarmaya çalıştıkları” halkın meseleye onlar gibi bakmadığını, “her şeyi Batıdan beklemenin” tam tersine milletin her şeyi “devletten beklediğini” görerek bu hale kıs kıs gülüyordu.
Bir kaba koymaya çalıştılar, sığmadı, taştı. Ne kendileri gibi solcu ne de sağcı gibi sağcıydı. “Osmanlı toplum yapısı anlaşılmadan bugünü anlamak mümkün değil,” dediği içinde “Osmanlıcı” oluyordu.
Devletin bekası konusunda solcular gibi düşünmüyor, bu konuda Kemalistlere yakın duruyordu ancak Kemalistlerin devleti ve toplumu bir an önce Batılılaştırma fikrine de uzak duruyordu. Milletini ve devletini sevme konusunda milliyetçilere yaklaşıyor, özgürlükçü fikirleriyle de onlardan uzaklaşıyordu.
Hazır reçetelere itibar etmiyordu çünkü.
Kemalistlerin resmi tarih tezleriyle mücadele ediyordu.
Belki şunu söylemek mümkün:
Kemal Tahir “yanlış zamanda” doğru şeyler söylemeye çalışan bir yazardı. Temel meselesi Batıyla ilişkimizdi. Oğuz Atay’ın deyimiyle “sahte Batıya da sahte Doğuya da yanaşmadı.”. Hesaplaşmayı seçti her ikisiyle de.
Sol cenah her şeye “sınıf” gözlüğüyle bakıyordu. Oysa bizde Batıdaki gibi sınıflar yoktu Kemal Tahir’e göre. Devletle millet vardı. Devlet milleti hep kolladı, o yüzden bizde devletin adı “ana”ydı.
Türk toplumu Batıdaki toplumlara benzemez. Anadolu insanı Batı insanının geçtiği tarihsel aşamalardan geçmemişti. Bu yüzden dünya görüşümüz onların görüşüne uymuyordu. Olaylar karşısında farklı tavırlar alıyoruz. Biz Asya tipi bir üretim tarzının içinde yaşamışız, Batıdaki gibi feodalizmden kapitalizme geçmemişiz. Eğer iktisadi ilişkiler düşünce tarzını belirliyorsa bir toplumun, bizim sanatımız da romanımız da onlarınkine benzemez, benzememeliydi. Tarihinin hiçbir döneminde devletsiz yaşamamış bir millete, iki bin yıl boyunca o “ananın” yaşadığı maceraları ona anlatmak, geçirdiği değişimi gözler önüne sermek, bir yazarın esas görevi olmalıydı. Roman da bu iş için bulunmuş mükemmel bir araçtı.
Onun derdi roman yazmak değildi, tarih ve toplum üzerine biriktirdiği “aykırı” fikirlerini en etkili anlatım araçlarından birisi olan roman aracılığıyla anlatmaktı. Batının fikri de romanı da onun olsundu! Batının romanında tip, kişi esastır, o bu yola tevessül etmedi kişinin yerine toplumu koydu, toplumu ve devleti roman kahramanı yaptı. Eserlerinde yazar olarak kendi doğrularını savunan bir tip yarattı, sonra da onun karşısına başka bir tip çıkardı. İkisini kıyasıya tartıştırdı. Böylece romanları tıka basa diyalogla doldu.
*
Dili de ideolojiler arasında bölüştürenlere göre Kemal Tahir, sol bir dille sağcılık yaptı. Ama ne sola ne de sağa yarandı. Peki yeri tam olarak neresi sorusuna verilebilecek en iyi cevap; devlete yüklediği anlam, onun “iyilik sever”, “sosyal” yanına yaptığı vurgudan dolayı günümüzün “sosyal demokratı” diyebiliriz ona. Bülent Ecevit ve İsmail Cem ondaki bu “cevheri” ilk keşfedenlerdir.
Ancak çoğunluk Kemalistlerin ona karşı “düşmanca” tutumları onun bu yönünün ortaya çıkmasını engelledi.
*
“Yorgun Savaşçı” romanı 1965 yılında yayınlandı. Çıkar çıkmaz övgülere boğuldu. Gündem oldu. Bir edebiyat olayı olarak selamlandı. O günlerin etkili eleştirmenlerinden birisi olan Rauf Mutluay, “Yön”de çıkan bir yazısında bu roman için, “Yorgun Savaşçı, Kemal Tahir romancılığının ulaştığı son aşamadır. Ve kimsenin oraya ulaşacağını sanmam,” dedi.
Anadolu’yu kurtarmak için İstanbul’dan yola çıkan, halkın genellikle ilgisiz, kuşkuyla karşıladığı, hatta “ittihatçı gavuru” diye karşı çıktığı eski subayların macerasını anlattığı “Yorgun Savaşçı” 1968’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı.
Oktay Akbal Cumhuriyet’te bunu eleştiren bir yazı yazdı ve dedi ki:
“Ben Yorgun Savaşçı’nın kazanmamasını isterdim. Mustafa Kemal’e şu ya da bu yoldan bir şey atılmasından hoşlanmam.”
Ve kıyamet koptu.
Bu tartışmalar arasında Cemal Süreya çok cesur bir tavırla Kemal Tahir’i Atatürkçü olmamakla suçlayanlara, “Suç mu Atatürkçü olmamak? Bu konuda gerekirse, söylenecek çok şey var,” dedi Papirüs’e yazdığı bir yazıda.
Ve Bab-ı Ali’nin diline düştü:
“Evet, Atatürkçü olmamak suçtur.”
5 Aralık 1968 günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan Hasan Pulur’un yazısının başlığı buydu.
Etkili bir girişten sonra Pulur yazısına şöyle devam etti:
“Suç mu Atatürkçü olmamak!
Adam böyle soruyor! Hem de yazılı, açık seçik soruyor. Arkasından da devam ediyor:
Bu konuda gerekirse söylenecek çok şey var. Eğer bu soruyu soranın kimliği ve kişiliği için ‘Yine o malumlardan biri’ diyorsanız yanıldınız. Bir değil, bin kere yanıldınız. Bu soruyu soran ne ‘Vahidüddinciler ne Ulu Hakancılar ne de heykel kıran çember sakallılardır. Bu soruyu soran, sıkılmadan, yüzünü kızartmadan soran, tam karşı uçtaki biridir. Adı Cemal Süreya’dır. Sahibi olduğu Papirüs dergisinde Kemal Tahir’i Oktay Akbal’a karşı savunurken yazısını böyle bitiriyor. Suç mu Atatürkçü olmamak? Bu konuda gerekirse söylenecek çok şey var.
‘Söyle Cemal Süreya! Atatürk devriminin yetiştirdiği Cemal Süreya! Haydarpaşa Lisesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu Cemal Süreya söyle.! Söyle ve kus! Atatürk ve Atatürkçüler sayesinde konuşabildiğin bu ortamda devrimlerden, senden ne kalmışsa kus! Söyle ve kus ki, o kutsal Atatürkçülükten sen ve senin gibilere bir şey kalmasın.
Suç mu Atatürkçü olmamak!
Öyle mi Cemal Süreya!
Peki suç olmayan nedir Cemal Süreya?
Mustafa Kemalci olmayalım da Mustafa Suphici mi olalım?
Ver bakalım bunun cevabını!
Hadi Cemal Süreya!”
*
Cemal Süreya bir şey “söylemedi”, cevap vermedi yani.
Ama Kemal Tahir’le ilgili tartışma da hiç bitmedi.
Birkaç sene sonra, Kemal Tahir’i seven Bülent Ecevit Başbakan, İsmail Cem de TRT Genel Müdürü oldu. Kemalistlerin hem ödül verip hem de nefret ettikleri “Yorgun Savaşçı” romanı TRT için bir dizi film projesine döndü, Halit Refiğ’in yönettiği film de 12 Eylül’ü yapan “Atatürkçü” subaylar tarafından fırına atılarak yakıldı.
Onun otuz iki kısım tekmili birden ibretlik hikayesi de Pazar gününe artık.